Yoga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yoga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2020

Yoga yapınca daha iyi insan olur muyuz?



                                 
Yoga yapanların sayısı her geçen gün artıyor. Yoga yapmasa bile herkesin en az bir -çoğu zaman birden fazla- fikri var yogaya dair. Hayatında hiç yoga yapmamış insanlardan duyduğum yoga tanımları arasında en sık geçen kelimeler huzur, arınma, dinginlik, esneklik, denge, sağlık. Yoga biraz şöyle algılanıyormuş gibi hissediyorum; yoga diye bir şey var, yapmaya başladığında birdenbire sağlıklı, huzurlu, hiç bir şeye sinirlenmeyen, her zaman dengeli, ayağını kafasının arkasına koyabilen süper esnek bir insan haline dönüşüyorsun. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

Geçen gün yoga eğitmeni bir arkadaşın yazdığı terzi kendi söküğünü dikemiyor yazısı kalbime inanılmaz dokundu. Bazı günler yataktan çıkmak, hiç bir şey yapmak istemediğinden, kendini doğru bildiklerini yapmaya zorladığından bahsetmiş. Çok samimi buldum yazdıklarını ve bunu açık yüreklilikle paylaşma cesaretine hayran kaldım. Yoga yapsın yapmasın pek çok insanın çoğu zaman böyle hissettiğini ancak kuyruğu dik tutmak adına bunu açıkça dile getirmek yerine “mış gibi” gibi yaşamaya devam ettiğini gözlemliyorum. Etrafınıza bir bakın; kendini mutlu etmeyen işlerde çalışmak, kendini mutlu etmeyen ilişkileri sürdürmek, kendini mutlu etmeyen yerlerde yaşamak için antidepresanlara, televizyona, telefona, alışverişe sarılan kaç kişi tanıyorsunuz? Sayının az olmadığından eminim.

Yoga yapmaya başladıktan sonra da üzüldüğünüz, mutsuz olduğunuz, sinirlendiğiniz zamanlar olacak. Dürüst olayım; yaşadığınız tüm olaylara azize farkındalığında bakacağınız zamanlara biraz var. Hiç bir şey değişmeyecekse neden yoga yapalım dediğinizi duyar  gibiyim. Yoga yapın çünkü yoga sizi hakikatinize yaklaştırır. Yoga size sinirlenmeyin demez, hobi olarak yine sinirlenmeye devam edebilirsiniz ama yoga sayesinde önce sinirli olduğunuzun farkında olur, kendinizi gözlemlemeye devam ederseniz neden sinirlendiğinizin de farkına varırsınız. Sizi sinirlendiren şeylerin farkına vardıkça sinirli olduğunuz zamanlar azalır ve sinirlenmenizin sebebinin yolda yürürken size çarpan kişi olmadığını anlarsınız, o sadece oradan geçen biridir. Mutsuzluğun, üzüntünün bir duygu olduğunu ve gelip geçeceğini bilirsiniz. Mesele her zaman mutlu olmak değil nasıl hissettiğinizin farkında olmaktır.

Yeni yıla hasta başladım. Oldukça ağır geçen hastalık sürecimde 13 yaşındaki yeğenim merakla “Hala, sen nasıl hasta olabilirsin ki?” diye sorduğunda çok şaşırdım. Neden hasta olamayacağımı sordum ona. Yoga öğretmenisin sen dedi, düzenli yoga yapıyor, sağlıklı besleniyorsun, hasta olmaman gerekmez mi? Birden suçlu hissettim kendimi; yoga yapan biri olarak hasta olmaya hakkım yoktu demek! Ona kızacak gibiyken yoga öğretmenliği ve  “Yoga Öğretmeni Nasıl Olmalı?” hakkındaki kendi yargılarımı düşündüm. Bir kaç kilo aldığında kendini sürekli “Sen nasıl yoga öğretmenisin?” diye sorgulayan ben değil miydim? Ya da ünlü bir yoga hocasının kanser hastalığına yakalandığını öğrendiğimde yeğenimin duyduğu aynı şaşkınlığı duymuyor muydum ben de? O kısacık anda tüm bunları düşünüp yeğenime yoga öğretmenlerinin de hastalandığını çünkü hepimizin insan olduğunu söyledim. Şişman veya hasta olabilirsiniz. (Burdaki şişman ve hasta kısmını kendinizi tanımlamak, çoğu zaman da yargılamak için kullandığınız kelimelerle değiştirin.) Bunlar sadece bir takım kelimelerdir ve asla kim olduğunuzu tanımlamaz.  Yoganın en büyük faydalarından birisi kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizi sağlamasıdır.

İnsan gerçekten de çok karmaşık bir varlık. İnsanı ve onun bu dünyadaki varlığını sadece mantık çerçevesinden anlamaya çalışmak yeterli olmayacaktır. 2+2 her zaman 4 etmeyebilir. Hayatınızda mantıksızmış gibi görünen şeylerin büyük anlamları olabilir.  Siz büyük büyük  annenizi tanımıyor olabilirsiniz ancak onun burnuyla beraber acılarını, hayal kırıklıklarını miras almış ve bedeninizde taşıyor olabilirsiniz. Ağaç kovuğundan çıkmadık hiçbirimiz. Hepimizin bir anne babası (bazen onları tanımasak da), içinde yetiştiği bir ortam (herkesinki “ev” olmayabilir) var. İnsanı bunlardan bağımsız değerlendiremeyiz. “Ben” dediğimiz şey yalnız başına bir varlık değil tüm  bunların bir toplamıdır. Hepimizin kişisel bir tarihi var ve bu tarih boyunca yaşadığımız şeyleri bir anda silemeyiz.

Büyürken anne babamızın sevgisini kazanmak için kardeşlerimizle rekabet etmek zorunda kaldıysak yoga sınıfına girdiğimizde yapacağımız ilk iş diğerlerinin nasıl yoga yaptığına bakıp kendimizi kıyaslamak olacaktır. Sadece başarılı olduğumuzda sevilmişsek hareketleri “en  iyi” yapma çabasında olacağızdır. Yoga yapıyoruz diye birdenbire ulvi bir insan olmayacağız yani. Kendimizle ve etrafımızla kurduğumuz ilişki yogayla olan ilişkimizi doğrudan etkileyecektir. Şu da bir gerçek ki; ne kadar yoga yaparsak yapalım  bir takım şeyler belki hiç değişmeyecektir. Bunu baştan kabul etmek bizi hayal kırıklığından kurtarır.

Sözün özü; yoganın bizi daha iyi biri yapmak gibi bir derdi yoktur. Yoga bizi katman katman soyarak sahte kimliklerimizden arındırır. Kim olmadığımızı göstermek yoluyla kim olduğumuz gerçeğine yaklaştırır an be an. Kendimizi bozuk, kırık, hatalı, tamir edilmesi veya değişmesi gereken bir şey olarak görmeyi bırakıp kabul etmeye ve sevmeye başlamalıyız bir an önce zira daha iyi biri olmaya değil kendimiz olmaya ihtiyacımız var.

24 Şubat 2019

Aydınlana aydınlana


Sevgili Okur,

Kimsin, ne kadar okursun, neler okursun bilmiyorum ama şu an burda olduğuna göre yazdıklarımın sana ulaşması gerekiyor. Yogayla tanıştığım günden beri hayatım küçük büyük aydınlanmalarla geçiyor ve ben bu aydınlanmaları (bilinçli olarak değil) bir süre kendime saklayıp içimde öğüttükten sonra bir şekilde yazıya döktüğümü fark ediyorum.  Bunu herkese açık olan blog yazılarımı ve instagram paylaşımlarımı kastederek söylüyorum elbette.  Yoksa aydınlanmalarımı doğrudan kaydettiğim, yazma sıklığım sebebiyle “günlük” diyemeyeceğim bir defterim her zaman mevcut.  Demem o ki; bu yazı halka açık hale geldiyse birazdan paylaşacaklarım içimde epeyce yer etmiş demektir.

Bu aydınlanmalar benim için büyük insanlık için küçük gibi görünebilir ama inan öyle değil. Bunları yazan ben ve okuyan sen  (yani her ikimiz de) “insan” olduğuna, her insanda insanlığın her hali mevcut olduğuna ve  “insanlık” insanlardan oluştuğuna göre aydınlanmalarım pekala devasa öneme sahip olabilir insanlık için.

Tüm bu büyük lafları ederken birazdan ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığından emin olmanı isterim. Sadece parmaklarımı idare eden ilahi güce güveniyorum.  Haydi başlayalım.

İlk olarak hayallerini yıkarak başlamak istiyorum işe; ilham perisi diye bir şey yok!

Bunu uzun zamandır biliyorum aslında. Yazmayı çok seven biri olarak yıllarca kendimi ilham perisinin varlığına inandırdım. O peri ki “bir gün” sol omzuma oturup “yaz kızım” diye kulağıma fısıldayacak, ben de bilgisayarın başına oturup  tıkır tıkır koca bir romanı yazıp bitirecektim.  Tahmin edersiniz ki öyle olmadı (olmuyor)! Bir yerde okumuştum; yapmaktan en çok korktuğumuz şey yapmaya en çok ihtiyacımız olan şeymiş. İtiraf ediyorum; yazmaktan ölesiye korkuyorum. Neden bilmiyorum. Belki de yazarken kendimi çırılçıplak hissetmemdendir çünkü yazarken hiçbir şeyi saklayamıyorum.  Görmekten, duymaktan ve bilmekten çekindiğim her şey birden karşıma dikiliveriyor.  Yazarken her şey  “gerçek” oluyor. Bu sebeple yazma isteği içimde dayanılmaz hale gelene kadar kaçıyorum bu histen. O his geldiğinde de hemen oturup yazmak lazım; dur şunu da yapayım, bu da bitsin dersen yazına veda edebilirsin. Tüm “o şeyler” bittiğinde oturduğun an aklına yazacak tek şey gelmeme ihtimali çok yüksek.

Kışın gelmesiyle beraber sabah pratiğim biraz geç saate taşındı. Yataktan kalktığımda hava aydınlanmaya yüz tutmuş veya aydınlanmış oluyor. Haliyle ne yaptığım yoga ne de meditasyonum beni “yeteri!” kadar (neye göre?) tatmin etmiyor. Uzun bir aradan sonra bu sabah daha ezan okunmadan uyandım. Ah  sabahın bu saatleri! Günün en güzel saatleri bana göre.  Meditasyondayken kapalı gözlerimin ardından günün aydınlandığını hissetmek gibisi yok. Bu sabah bir de ek olarak üzerime kelimeler yağmaya başlamasın mı? Amanın, şimdi ne yapmalı?  Kalkıp bilgisayarın başına geçip kelimeleri yazıya mı dökmeli mi yoksa oturup meditasyona devam mı etmeli? Büyük dilemma.  Hayatımız tamamen yaptığımız seçimlerden oluşuyor. Sadhanamı yazıya tercih ederek oturmaya devam ettiğimden kalkıp yazmaya başlasaydım neler çıkabileceğini hiç birimiz bilemeyeceğiz. (O yüzden diyorum o his geldiğinde hemen yazmak lazım diye) Meditasyonun ardından yogamı yaptım ve mantra söyledim. Kendimi oldukça tatmin olmuş hissettim. Güzel bir kahvaltı, ardından kahvemi içerken kitap okuma derken günlük olağan rutinimi tamamlayıp yazının başına geçene kadar vakit öğleni buldu. Sonuçta belki aynı kelimeleri değil ama bazı kelimeleri yazıyor olduğuma göre yaptığım seçimden pişman değilim hakim bey.

İlham perisine geri dönecek olursak; elimizde hiç kalmadı, onun yerine her gün düzenli çalışma verelim.  Kolay değil mi diyorsunuz? Kimse kolay olduğunu söylemedi. Formül basit, her gün otur yaz. Ben yazı yazmıyorum ki, tüm bunlardan banane diyebilirsiniz. Hemen kestirip atmayın; bunu her şeye uygulayabilirsiniz. O boş tuvalin karşısına oturmadıkça resim kendiliğinden orda belirmeyecek, gitarı eline almadıkça notalar kendini bestelemeyecek. Sanatçı ruhlu biri olmadığını mı düşünüyorsun; sağlıklı beslenmeyip hareket etmedikçe fazla kilolarından kurtulamayacaksın, ölesiye sıkıldığın işinden ayrılmadıkça aslında ne yapmak istediğini bilemeyeceksin, neden sürdürdüğünü bilmediğin ilişkinin içinde kalmaya devam ettikçe kendini tanıyamayacaksın. Sihirli değnek yok. 1.bombayı patlatıyorum; dışarda seni “kurtaracak” biri yok. Asıl ve daha önemli 2. Bombayı patlatıyorum; kurtarılacak biri de yok. Aciz, mağdur, kurban, defolu, kırık, bozuk, onarılması, düzeltilmesi, değişmesi gereken bir şey değilsin sen. Olduğun halinle mükemmel ve sevilesi bir insansın ve acı çekmek için burada değilsin. Sadece kim olduğunu ve neden  burda olduğunu bilmen gerekiyor. Bu bilme zihinsel değil içsel bir bilme.  Bu içsel bilme haline gelmek için yeni bir şeyler bilmene gerek yok, aksine işin sırrı bildiklerini unutmaktan geçiyor.  Elbette bu yolda ilerlemek için bir takım yöntemlere ihtiyaç duyabilirsin.  Ne o yöntemler dersen ben kendi tecrübemden yoga ve meditasyon derim ancak tek bir yöntem yok.  Yakın bir arkadaşım var, pozitif bilim ve zihinle kavranan şeyler dışındaki pek çok şeye dudak büker, fasa fiso der, nasıl bildiğini bilmiyorum ama O da biliyor mesela.  (O da yazı yazan birisi)  Demem o ki; bilmek için Hindistan’a gitmene, yoga yapmana gerek  yok (Ben yine de yapmanı tavsiye ederim o ayrı ) Bu dünyada kaç milyar  insan varsa o kadar yöntem  olduğuna inanıyorum. Biricik ve eşsiz bir varlıksın. Yaparken zamanı, yemeyi, içmeyi unuttuğun ne var? Onu yap. Düzenli olarak yap ve herhangi bir sonuç beklemeksizin yap. (Ve hayır, bilgisayar oyunu oynamaktan bahsetmiyorum!)

2. Aydınlanmama geçiyorum. İhtiyaç duyduğun bilgi içinde.

Her yılın kendine göre bir teması var; bu yılın ki arınma ve harekete geçme bana göre. 2019’a hasta başladım.  Grip, virüs sebebi nerdeyse 10 gün ölü gibi yattım. Sonrasında duygusal bir sarsıntı yaşadım. Dürüstlük, şüphe, güven gibi kavramlar dikkatime çekildi. 7 yıl önce bu kavramlarla ilgili ciddi bir sınav vermiştim. İşin aslı ben sınavı verdiğimi düşünmüştüm ancak aynı yerden geldiğine göre demek ki verememişim. Bunu görüp kabul etmek bayağı zorladı. Sonra 7 sayısı dikkatimi çekti. Hayatımda 7 yıl arayla bir şeyleri değiştirdiğimi fark ettim. 7 yıl rehberlik yaptıktan sonra bırakıp 7 yıl dış ticaretle uğraşmıştım. Yoga da tam 7 yıl önce hayatıma girmişti. Bu ilginç saptamayı yaptıktan 1 ay kadar sonra Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında şu cümleyi okudum; Her yedi yıllık dönem belli bir yaşantı ve ders kümesini temsil eder. Yedi erginlenmenin sayısıdır.” (Bu kitabı tüm kadınlar okusun, hatta erkekler de okusun.)  Ben de derslerimi tekrar ediyordum.  Hemen ardından uzun zamandır arzuladığım bir şeyin belki de asla gerçekleşmeyebileceğini öğrendim. Hayat kesinlikle beni sınıyordu, tıpkı 7 yıl önce sınadığı gibi. Ancak bu sefer geçen seferkinden biraz daha farklıydı, ben daha donanımlıydım. 7 yıldır hayatımda olan yoga karşıma çıkan tüm olaylarla baş etmekle ilgili müthiş yetenekler kazandırmıştı bana. Son derece kırılgandım ancak bu kırılganlık bana müthiş bir güç veriyordu. Zeyna  gibi olan bu halimden gurur duydum. Korkmuyor değildim ancak korkuya rağmen hareket etmeyi başarabiliyordum.  Bu sarsıntı beni bir takım kararlar almaya itti ve biri bedenimi diğeri enerji alanımı temizlemek adına 2 şeyden 40 gün boyunca vazgeçmeye karar verdim. Şu an yolu yarıladım. Geçen gece rüyamda niyetimi bozmam için acayip cazip bir teklif gelmesine rağmen kabul etmedim. (Hayatınızda en beğendiniz ve beraber olmak istediğiniz kişiyi düşünün, o kişi size geliyor ve sizinle olmak istiyor ve siz hayır diyorsunuz. Bunun gibi bir şey. ) Rüyada bile olsa; irade 1 arzu 0.

Buraya kadar olan kısım arınmayla ilgiliydi; yüzleşemediğimiz duygularımızı görme, kabul etme, kendimizi ve diğer kişileri affetme, eskiden kalan tortuları temizleme ve bedensel arınma. ( Bedensel arınma kısmına bu 40 gün bittikten sonra başka konularda da devam etme kararı aldım.)

Gelelim harekete geçme kısmına; harekete geçip ne yapacağız, devrim mi? Belki de evet, kişisel bir devrim bahsettiğim. Belki siz de benim gibi ne istemediğini çok iyi bilmesine rağmen ne istediğini bir türlü bilemeyen insanlardansınızdır. (Can yoldaşlarım benim, sokulun şöyle yamacıma.) Hatırı sayılır sayıda yılımı ne istediğimi bulmaya vakfetmiş biri olsam da pek başarılı olduğumu söyleyemem. Zira istek (arzu) dediğimiz şey doğası gereği sürekli değişen bir şey. Burda bahsettiğim şey bu tarz isteklerden biraz daha farklı; çok iddialı olmayacaksa” yaşam amacı “ gibi bir şeyden bahsetmek istiyorum. Ve harekete geçeceğimiz konu da bu yaşam amacını yürürlüğe koyma.

Yıllardır değişik yerlerden pek çok mesaj alıyorum. (Kulağa çılgınca gelebilir ama doğru.) 2015 yılının sonunda Işığını Parlat diye bir yazı yazmıştım. O yazıyı yazdıktan 6 ay sonra düzenli işimden istifa ettim, evimi bıraktım ve sırt çantamı alarak yollara düştüm. O zamandan beri “düzenli” bir işim, gelirim ve sigortam yok. Yoga dersi vermekten başka hiç bir iş yapmıyorum, geçimimi bundan sağlamaya çalışıyorum ve verdiğim bu karardan şüphe ya da pişmanlık duyduğum bir an bile olmadı. (ÇALIŞIYORUM kısmını özellikle vurgulamak istiyorum zira metrekareye düşen yoga öğrenci sayısının yoga öğretmen sayısından çok daha az olduğu günümüzde insanların “yogadan para kazanma” gayesiyle işlerinden ayrılmalarını enteresan buluyorum. İnstagramda gördüğünüz yogadan büyük paralar kazanan, bazı spor giyim markalarının temsilciğini yapan birkaç kişi sektörün gerçeğini yansıtmıyor. Yogayı bir  “hayat yolu” seçmekten başka bir sebeple mevcut olan işinizden ayrılıp yoga eğitmeni olmak istiyorsanız yol yakınken dönün derim. Sadece yoga öğreterek geçiminizi sağlamak hiç de kolay bir iş değil. En azından birkaç sene. )

Ne diyordum, mesajlar. Yıllardır mesajların gelmesine rağmen 2019 yılında aldığım mesaj sayısı inanılmaz. Önüm, arkam, sağım, solum mesaj. Bunların bir kısmı doğru yolda olduğumu söyleyen onaylayıcı mesajlar; öğretmem, bilgiyi aktarmam, paylaşmam yolunda. Bir kısmı da yaratıcılığımı kullanarak harekete geçmem konusunda. Ne yapmak üzere? Bilmiyorum. Burdaki “yaratıcılık” kelimesi oldukça ironik. Zira benim “yaratıcı biri olmadığım” konusunda nerden geldiğini bilmediğim çok ciddi bir kök inancım mevcut. Yaratıcılık 2. Çakra olan Svadisthana’nın konusu ve enteresandır ki hayattaki tüm sınavlarım bu çakranın konularıyla ilgili. Bu kadar bilgi ne işine yarıyor diye soruyorsanız şu an için HİÇ.

Hal böyle olunca kendimi daha bir açtım mesajlara, belli ki geliyorlar ama şifreyi çözmede sıkıntı var. Bir takım kartlar aldım kendime yol göstersin diye. O kartlar vesilesiyle birkaç gündür önüme sürekli “yaratıcı yazarlık” geliyor , ben de gülüyorum.  Aslında son birkaç gündür bayağı gülüyorum. Öyle yüz hatlarında hafifçe değişime yol açan gülümseme gibi değil; karnımın derinliklerinden, gürül gürül, kahkahalarla, gülme göz yaşlarına dönüşene kadar, o derece. Sebebi bu ara okuduğum bir kitap. Yazarının otobiyografi ya da anı kitabı olduğunu kesinlikle reddettiği bir yaşam öyküsü; ismi Tibet Şeftali Turtası. Tom Robbins kitaplarını okuduysanız yaratıcı yazarlık ne demek iyi bilirsiniz. O nasıl bir hayal gücü öyle! Kendi yaşamından bahsettiği bu kitabı okurken adamın yazar olmak için doğduğunu çok net olarak görebiliyorum; buraya bunun için gelmiş. Hayat amacı diyoruz ya; işte onun ki bu. İşte böyle bir adamın kitabını okurken karşıma çıkan “Yaratıcı yazarlık” mesajına da gülmeden edemiyorum, yaratıcı yazarlık mı? Ben mi? Ha ha haaaaaaaaa

Peki, ya düşündüğümüz kadar zor değilse? Hepimiz yaratanın bir parçası değil miyiz? O zaman bu “yaratıcılık” ın bizde de olmasından daha doğal ne olabilir? Yaratıcılığı kendimize yakıştıramayışımızın sebebi reddedilme, beğenilmeme, onaylanmama, yeterince ….. olmama korkumuz olabilir mi? Bence düşünmeye değer.

Ne konuda harekete geçeceğimi, ne yapacağımı bilemediğim için kendimi mesajlara açtım dedim ya, bunu dışardan beklemekte bir şekilde yanılsama. Nitekim almam gereken mesajı kendime dün verdim. Hayatında ilk kez yoga yapmaya gelmiş, düşüncelerini dışardan okuyabileceğim kadar endişeli bir gençle verdiğim ders sonrası konuşuyorduk. Yaptığı yanlış seçimlerden dolayı çok kaygılandığını, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Sonra şöyle bir ses duydum; “Bilgiyi dışarda arama, ihtiyaç duyduğun bilgi içinde. İçinden gelen sesi dinle…” O ses benimmiş meğer.

Buraya kadar gelebildiysen azimli bir okuyucu olduğunu kanıtladın, tebrik ediyorum. Bende aydınlanmalar bitmez, arada uğra yine.


2 Aralık 2018

Ben bedenim değilim


Kendi kendinize dans eder misiniz? Çocukluğumdan beri bayılırım ayna karşısına geçip dans etmeye. Bu dans aşkı müziği çok sevmemden kaynaklanıyor kesin; duyar duymaz kıpırdamaya başlar bedenim. Önce ritim tutma, el şaklatma, sonra hafif sallantılar derken bir bakmışsınız Serap kopup gitmiş, döktürüyor. Her şeyin bir yeri ve zamanı vardır değil mi; dışarı çıktınız diskoya gittiniz diyelim (Sahi, disko kaldı mı?) ya da düğüne, kimse dans etmenizi yadırgamıyor zira buralar dans etmenizin beklendiği yerler zaten. Benim içinse böyle yerlere gitme zorunluluğu yok hiç dans etmek için. Parkta yürüyorum diyelim; radyoda çok sevdiğim bir şarkı denk gelirse durup dans etmeye başlarım olduğum yerde; millet bakacakmış, deli zannedecekmiş umurum olmaz. Kurumsal şirkette çalışırken ofisimiz açıktı, benim olduğum tarafta 15 kişi falan vardı herhalde. Kulaklığımı taktığım an başka âlemlere göç edip oturduğum yerde dans ettiğimden arkadaşlar merakla sorardı hep ne dinliyorsun bu kadar diye. 40 yaşına geldim, değişmedi bu ayna karşısında dans etme geleneği.

İşte bu sabahta dans ederek vücudumdaki enerji fazlalığını atarken (Millet varlığını sürdürecek enerji bulamıyor, ne enerji fazlalığı diye merak edenler, bakınız: yoganın faydaları) saçlarımı toplayınca aynada kulaklarıma takıldı gözlerim. Birden çok güzel gözüktüler gözüme, inanılmaz bir mutluluk kapladı içimi. Şimdi ne var bunda diye merak edebilirsiniz, anlatayım.

Uzun yıllar vücudumun pek çok yerini beğenmedim ben. Boyum kısaydı, bacaklarım çarpıktı, kalçalarım genişti, burnum büyüktü ama en önemlisi kulaklarımdı, kulaklarım kepçeydi. Boyum kısa diye ameliyat olup boyumu uzatma hayalleri kurdum yıllarca. Ameliyatın çok acılı olduğunu ve ancak 2-3cm gibi bir fark yaratacağını okumuştum bir yerde ama razıydım, yeter ki boyum uzasındı. Lisede çocuğun biri bacaklarımın çarpık olduğunu söyledikten sonra okul dışında etek giymeyi bıraktım, yıllarca sadece pantolon giydim. Yine lisede biri defterimin arasına “patlıcan burunlu kız” diye başlayan bir not bıraktıktan sonra burnumdan nefret ettim. Yıllar geçip bana aşık olan bir adam özellikle burnumu sevdiğini söyledikten sonra biraz ısınır gibi oldum burnuma ancak. Kulaklarımın büyüklüğüyle daha önce dalga geçilmiş olacak ki (sanırım ilkokul) onu atlatamadım. Saçlarım her zaman açıktır benim bu sebeple, nerdeyse hiç toplamam. Toplarsam da saçlarımla örterim muhakkak. Pasaport, vize gibi işlemler için fotoğraf çektirmeyi hiç sevmem, kulakların açıkta olma zorunluluğu var diye. Hatta bir keresinde fotoğrafçıyla tartışmıştık; saçlarımı kulaklarımı kapayacak şekilde toplamıştım, fotoğrafçı fotoğrafın bu şekilde kabul edilmeyeceğini söyleyerek kulaklarımı açmamı söylemişti, “Kabul edilip edilmeyeceği sizi ilgilendirmez, işinizi yapın!” diyerek reddetmiştim. Kapıdan dönüp tekrar fotoğraf çektirme riskini almıştım, yeter ki kimse görmesin kulaklarımı!

İşte böyle yıllarca utanmışken kulaklarımdan bugün aynada görünce ilk kez sevdim kulaklarımı, ne kadar da güzeldiler. Belki kepçe oldukları için müzik kulağım vardı ve kulağım iyi olduğu için yabancı dillere meraklıydım. Yabancı bir dil konuşabilmem sebebiyle yabancı ülkelere seyahat edebilmiş, bizimkine hiç benzemeyen kültürden insanlarla tanışmış ve arkadaş olmuştum. Arkadaş olduğum bu insanlar sebebiyle dünyaya değişik pencerelerden bakabiliyordum. Belki de “kepçe kulak” olmak o kadar da kötü bir şey değildi.

Basit birkaç sözcüğün hayatımızı bu derece etkilemesi inanılmaz. Peki, nasıl oluyor bu? Kim olduğumuzdan habersiz olduğumuz yıllar boyunca insanların bizim için söylediği her şeye inanıyor, onların bizim hakkımızdaki düşüncelerinden oluşan bir kimlik yaratıyoruz kendimize. Hele bir de temelde “Olduğum halimle sevilebilir biri değilim.” gibi yanlış bir düşünceye sahipsek insanların bizi sevip kabul etmesi için değişmek, onların istedikleri gibi biri olabilmek için çırpınıp duruyoruz. Bu elbette ilk olarak ailede başlıyor; uslu kız ol, ağlayınca çok çirkin oluyorsun, çirkin kızları kimse sevmez, çalışkan ol; bak Tayfun’un notları nasıl yüksek, bak Özlem senin gibi yapıyor mu hiç?, herkesin içinde gülme, ayıp!, ne kadar da beceriksizsin. Duyduğumuz her şey kaydediliyor ve biz bu kayıttan “olmamız gereken kişi”nin kalıbını çıkarıp o kalıbı doldurmak için didinip duruyoruz yıllarca. Ta ki;  hayatımızda o kalıbı kıracak sarsıntı (Hastalık, ölüm, boşanma, iflas etme gibi) yaşanana kadar. Sonrasında sorgulama başlıyor; kimim ben?

Ben bedenim değilim. Daha önceden bunun farkında mıydım bilmiyorum ama yoga yapmaya başladıktan sonra bunu net olarak kavradım. Yine bedenimi tanımam ve sevmem yoga sayesinde oldu. (Dün yoga yaparken ayak parmağımla burnumu sevdim, ayak parmağımı öptüm, gülmeyin.)  Kendime ilk kez yoga yaparken sarıldım, sarılırken ağladım çok, gerçekleşmesi uzun sürmüş bir kucaklaşma ve kavuşmaydı bu. Seni seviyorum dedim, omuzlarımdan öptüm. Kendini sevmek ne demekmiş yoga yapmaya başladıktan sonra anladım. Başkaları benim için ne derse desin, kim olduğumu yaptığım her pratiğin sonrasında oturduğumda bildim, orda kim olduğuma dair hiçbir şüphe yoktu hep tamdım, BİRdim.

Bugün bir utanç daha tarihe karıştı, kepçe kulaklarım, sizi çok seviyorum. Beden bize verilmiş bir hediye; bu düzlemde var olabilmemiz için bir araç ve şekli şemali nasıl olursa olsun her haliyle mükemmel. Toprak olup gideceği güne kadar da bize emanet, ona iyi bakmak boynumuzun borcu.

Bir daha sefere aynaya baktığında beğenmediğin bir yer görürsen o yeri sevdiğini söyle, olduğun halinle mükemmelsin çünkü. Ve unutma, sen bedenin değilsin.

14 Nisan 2018

Dedektif Turuncu


İçimde bir dedektif var, düşündüklerimi, söylediklerimi dikkatle izliyor ve kayda alıyor. Kendisiyle son birkaç yıldır beraber yaşıyoruz. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Misal bir cümle ettim; cümle doğru olduğuna inandığım sözcüklerden oluşuyor bana göre fakat dedektif bu cümleyle çelişen davranışlarımı getiriyor önüme hemen, uydurdun bunları diyor. Bunu o kadar hızlı yapıyor ki; ne cevap vereceğimi, nasıl davranacağımı bilemiyorum ve her seferinde kendimden, söylediklerimin doğruluğundan şüphe ediyorum. Bazen uzun süre görünmüyor ortalıkta, o zaman biraz rahatlıyorum. Bazen de günlerce peşimi bırakmıyor.

Kim bu dedektif? Amacı ne? Peki, dedektifin orda olduğunu bilen kim?

Mart ayı boyunca kafamın içinde “Hiç öğrenmiyorsun!” plağı döndü de döndü. Plaktaki bu eserle dedektifin ortaya çıkmasından sonra tanıştık. Ne zaman ki dedektif bir şey hakkında “Bu öyle değil!” diyor, ben bunun üzerine düşünüyorum, aslında öyle olmadığını bildiğimin farkına varıyorum ve şaşırıyorum. Ben bunun böyle olmadığını öğrenmiştim diyorum. İyi de, madem öğrenmiştim, neden öyle davranmadım? Hani yabancı diller için denir ya hep; anlıyorum ama konuşamıyorum, ben de biliyorum ama değiştiremiyorum.

Dün pazara giderken Bruce Lipton’un bir konuşmasını dinliyordum. Günlük hayatımızın ancak %5 ‘inde bilinçli davrandığımızı,  %95 ‘inde ise bilinçaltı kayıtlarımız doğrultusunda hareket ettiğimizi söyledi. Hayatımızın çoğunluğunu idare eden bu otomatik pilotun kullandığı kayıtlar bilinçaltımızda 7 yaşına kadar oluşuyormuş. Buraya kadar pek yeni bir şey yok aslında. Hayatımızı büyük ölçüde şekillendiren şeyin çocukluğumuz, içinde yetiştiğimiz aile olduğunu pek çoğumuz duymuşuzdur bir şekilde. Benim aklımı başımdan alan bu oran ve ardından duyduklarım oldu.

Yoga, meditasyon, farkındalık, bilinç, kişisel gelişim gibi kavramlar hayatıma gireli 6 yıl oldu. Bu 6 yılda pek çok kitap okudum, eğitime katıldım, fiziksel pratikte bulundum. Hayatın ne kadar değişti derseniz, bilemiyorum. Elbette bariz değişiklikler var; fiziksel olarak daha sağlıklı ve bedenimle bağlantıdayım, pek yararıma olmayan “iş”leri bıraktım, bağımlı ilişkiler kurmaktan (nispeten) kurtuldum, insanların davranışlarının benimle alakalı olmadığının farkına vardım filan. Öte yandan bazı şeyler de pek değişmedi sanki. Önceden bunların zaten farkında olmadığımdan ezbere yaşayıp gidiyordum da, öğrendikten sonra bunları neden değiştiremedim?

Hepimiz sağlıklı beslenmenin önemini, sigaranın sağlığa zararlı, her gün yoga yapmanın faydalı olduğunu, her canlıya şefkatle davranmanın sevgiyi arttırdığını bilmiyor muyuz? Ya da kendimizi olduğumuz gibi kabul etmenin ve sevmenin öneminden, teslim olmanın, koy vermenin özgürleştirdiğinden haberimiz yok mu? Var tabi! Madem bu kadar farkındayız, neden acı çekiyoruz?

Meğer bilinçaltımızda oluşan kayıtlar bilinçli olarak öğrendiklerimizle değiştirilemiyormuş! Ben kendime sürekli olarak hayatımın son 6 yılında öğrendiklerimi tekrarlıyorum, sağlıklı beslen, yoga yap, kendini sev ancak seçim yapmam gereken bir durumla karşılaştığımda eğer o an bilinçli değilsem otomatik olarak ilk 7 yılda oluşturduğum kayıtlara gidiyorum ve orda sonradan öğrendiklerim yok. Dolayısıyla her ne kadar doğrusunu öğrendiysem de davranışımı değiştiremiyor, her zaman davrandığım gibi davranıyor ya da tepki veriyorum. Bu kayıtlar ancak hipnozla değişiyormuş ya da (önceden yaptığımız kayıtları) uykuya dalmadan dinleyebilirmişiz.

İşin bilimsel boyutu elbette çok daha derindir ancak bunu böyle basit bir düzeyde duymak beni nasıl rahatlattı anlatamam. Oh be, sorun bende değilmiş! Burda elbette öğrendiklerini düzenli olarak tekrar etmenin önemi ortaya çıkıyor. O bize “iyi” geleceğini bildiğimiz şeyi onun iyi olmadığını söyleyen zihnimizin sesine aldırmaksızın yapmaya devam etmek gerek, ta ki iyi geldiğini hissedene kadar. En düzenli pratiğim yoga olduğundan bunu en çok yoga yaparken deneyimliyorum. Öncesinde ne olmuş, zihnim beni neye inandırmış olursa olsun her sabah matımın başına geçtiğimde fark ediyorum ki hakikat her zaman orada, benim onu görmemi bekliyor.

Geçen sabah üniversiteden sınıf ve ev arkadaşım, 4,5 yaşındaki kızının ağaç pozundaki fotoğrafını gönderdi. Uzun zamandır haberleşmemiştik, görüntülü konuştuk sonrasında. Sohbetin bir yerinde kızının bu hareketi nerden öğrendiğini, etrafında yoga yapan biri olup olmadığını sordum. 3,5 yıl önceki ziyaretimde benim ona gösterdiğim bir kaç hareketi onun da kızına gösterdiğini söyleyince yaşadığım mutluluğu tarif etmem imkânsız. Millet beni yoga bilirkişisi yaptı, kim yogayla ilgili bir şey duysa, merak etse bana geliyor deyince ne güzel işte dedi. O an, bunun ne kadar güzel bir şey olduğunu daha önce düşünmediğimi fark ettim. Bu gerçekten de harika bir şeydi.  Kafamdaki 6 yılda ne kadar değiştim, değiştim mi soruları başka bir boyuta taşındı bir anda. Değişim benim beklediğim (ya da istediğim) şekilde ve hızda gerçekleşmese de bir şeyler değişiyordu.

Hepimiz değişimin gerekliliğinden bahsediyoruz ama bunun için bir şeyler yapmaktan, değişimin zorluğundan kaynaklanan acıyı yaşamaktan kaçıyoruz. Değişim dışardan sihirli bir değnekle gelsin, bir dokunuşla farkında olalım, hiç hata yapmayalım istiyoruz. O zaman da benim gibi içimizdeki dedektife kızıyoruz. Ben bu dedektifin pek çok öğretide değişik isimlerle adlandırılan “tanık”, “izleyici” olduğunun sonradan farkına vardım. Amacı da bana kötülük etmek değil kesinlikle.

Dün gece katıldığım bir grupta şöyle bir diyalog geçti;

-Merhaba, benim ismim Serap.
- Sen o Serap mısın? Yoga hocası, turuncu olan?
- ??? İsmim Serap ve yoga hocasıyım ama turuncu ne bilmiyorum.

Diyaloğun devamında; ben gruba katılmadan önce yoga hakkında konuşulurken ismimin geçtiğini ve her nasıl olduysa Tütüncü olan soyadımın Turuncu olarak aktarıldığını anladım.
Bu yazıyı yazarken artık barış imzalamaya meylettiğim içimdeki dedektife bu ismi vermeye karar verdim. İçimdeki dedektif içinizdeki dedektifi selamlıyor…

10 Ocak 2018

Neden Yoga Yapıyoruz?

Yoga yapmadığım günlerin ardından neden yoga yapı yapıyoruz gibi bir konu başlığı çıkması ironik görünebilir (renkli günler devam ediyor). Belki de görünmez. Belki de yapamamanın boşluğunu yazarak doldurmak istiyorumdur ya da şu an içinde bulunduğum dönem neden yoga yaptığımı düşünmeye sevk ediyordur beni, bilmiyorum.
Derslerime gelen öğrencilerin çoğunluğu yogaya yeni başlayan kişiler. Bu da bana yogaya yeni başladığım dönemi hatırlatıyor sık sık. Yoganın hayatlarımıza girişi zamanlama olarak tesadüfi değil bana kalırsa. “Kul sıkışmadan Hızır yetişmez” diye bir deyiş var ya, tastamam öyle. Ben yogayla hayatımın en buhranlı döneminde tanıştım. Kim olduğumla ilgili tüm algımın yerle bir olduğu bir zamandı ve bir yoga dersinde buluvermiştim kendimi. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlıyor ya yazar romanına, ben de  “Bir gün bir yoga dersine gittim ve bütün hayatım değişti.”  diye yazmayı çok isterdim. Elbette hayatım değişti o dersten sonra ama değişim cümlenin kulakta tınladığı romantiklikte ve hızda olmadı.  Önümde yogaya başladığım o zamandan daha bunalımlı günler beni bekliyordu ve cevaplar altın tepside önüme sunulmayacak, onlara ulaşmak için çooook çabalamam, oldu sanmam, hata yapmam, vazgeçmem, tekrar denemem gerekecekti. Yine de;  Kitay Gorod’ta zemin kattaki o yoga stüdyosunda, tek kelimesini anlamadığım Rusça yapılan derste, ne yapıyor bu insanlar diye merakla etrafımı izlemekten afallamış bir haldeyken yattığımız savasana da yüreğimde birkaç alt yazı belirecek ve şifre ucundan çözülmeye başlayacaktı.  İyi bir şeydi bu yoga.
Öğrencileri evde günlük pratik yapmaları konusunda yüreklendirmeye çalışıyorum her fırsatta. Cumartesi günkü derste birkaç cümleyle  yoganın hayatımıza etkisinden bahsederken bir yandan da dinliyordum kendimi. İnsanın kendine ait olmayan bir deneyimi başkalarına anlatması çok zor. Hani bir şeylerden kavramsal bazda;  efenim komünizm şudur, materyalizm budur diye saatlerce konuşabilen kendinden pek emin insanlar var ya ben çok şaşırıyorum onlara. Sen hiç komünist bir rejimde yaşamadıysan nerden biliyorsun komünizmin nasıl bir şey olduğunu? Ben kavramsal olarak yogayı anlatmayı pek güç buluyorum. Zaten okyanus gibi bir şey, tüm ömrümü bu uğurda harcasam bile bu bilginin ne kadarına vakıf olabilirim hiçbir fikrim yok. Ama yoga yapmak nasıl bir şey derseniz bir şeyler söyleyebilirim belki ya da yoga yaparken nasıl hissettiğimden bahsedebilirim. Konuşmak için elimdeki en değerli kaynak kendi yoga pratiğim. Bu oldukça sübjektif bir bilgi olsa da kitaplarda okuduğum tanımlardan daha gerçek, en azından benim için.
Kendimden ne kadar kopuk yaşadığımın farkına ancak yogaya başladıktan sonra varabildim ben. Yoga dediğimiz şey (en azından batıda) çoğunlukla asanalardan oluştuğundan ilk farkındalığın bedensel düzlemde gelmesi şaşırtıcı değil. Bedenimi tanımanın, ona dokunmanın, çalışan çalışmayan kasların farkına varmanın güzelliği tartışılmaz ama bedenimle ilgili beni en şaşırtan şeylerden biri buzdolabına yaptığım sık ziyaretlerin karnımın acıkmasıyla alakalı olmadığını anlamak olmuştu mesela.  Normalde yemek yemeden duramayan, açlığa hiç dayanamayan ben sabah yoga dersim olduğunda hiçbir şey yemeden derse gidiyor, bir buçuk saat yoga yapıp nerdeyse öğleni bulan bir saat eve geldiğimde bile pek fazla açlık hissetmiyordum. Demek vücudum o kadar fazla yemeden de varlığını sürdürebiliyordu. Hani para getirmeyen şeyler için” karın doyurmaz” derler ya; anne babana ben oyuncu olacağım dediğinde “Tiyatro karın doyurmuyor .”diye itiraz ederler; yogayla ilgili ilk keşiflerimden biri karın doyurduğu olmuştu. Elbette doyurduğu karnım değildi, ruhumdaki doygunluk başka bir eksikliği hissetmeme olanak tanımıyordu o anlarda ama ben bunun bu şekilde olduğunun farkında değildim o zamanlar.
Kendimizle ne kadar vakit geçiriyoruz? Kendinle olmaktan kastım başka insanların uzağında, yalnız olmak değil; kafanda (çoğunun farkında olmadığın) binlerce düşünce, yargı olmadan,  bir yere yetişme kaygısı duymadan, plan yapmadan, sıkıntıdan durmaksızın saate bakmadan, gelecek için hayallere dalmadan, gerçekten ilişki kurarak kendinle olma hali bahsettiğim. Yogayı bu kadar büyülü kılan kendimizle olmak için daha doğrusu kendimiz olmak için bize açtığı alan bence. O küçücük matın üzerinde,  birilerinin eşi, kızı, annesi, çalışanı, patronu, arkadaşı, mutlu, üzgün, endişeli, fakir, zengin, şişman, zayıf,  kısa, uzun, Amerikalı, Türk, Hintli kısacası bizi tanımladığını düşündüğümüz tüm sıfatlarımızdan azade, sadece olduğumuz kişi olabilme hali bizi bu kadar etkileyen. Hayat koşturmacası dediğimiz şeyin içinde tadını unuttuğumuz o özgürlük hissi. Hangi duyguyla başlarsam başlayayım, nefesimle, bedenimle bir oldukça tüm varlığıma yayılan,  geri kalan her şeyin önemini yitirdiği, her şeyin tastamam olduğu, ne kim olduğum ne de âlemdeki yerimin neresi olduğuyla ilgili tek şüphenin kalmadığı o hal. Kim neden yoga yapar bilmiyorum ama ben “o hal “ için yapıyorum yogayı.
Yoga yaparken o hale ulaşmak kolay, zor olan o hali yoga bittikten sonra hayatın içinde sürdürebilmekte. Biri sana senin “iyi” tanımının dışında kalan bir şekilde davranıp canını çok acıttığında, sen de onun canını deli gibi acıtmak isterken susabilmekte mesela. Ya da bir asanayı harika yaptığını düşünürken bir fotoğrafta, ya da camdan bir yansımada vücudunun şeklini görüp  asananın yanından bile geçmediğini fark ettiğinde hayal kırıklığına uğramamakta.  Düzgün çizilmiş yüz portrelerinin  yanı sıra Picasso’nun çizdiği yamuk yumuk yüz portrelerinin güzelliğini takdir edebilmekte.

Yoga yaparken kolay dedim de;  o hale de her yoga yaptığında ulaşıyor musun diye sorarsanız, hayır.  Bazı günler olmuyor, zihnime yenik düşüyorum, o BİRliği hissedemiyorum. O günlerde yaptığımız şey yoga olmuyor mu peki? Bence oluyor. Bence yoga o halin bile gelip geçici olduğunu anlayıp kabul ettiğimizde oluyor. Bize düşen; o hale varıp varmayacağımızı bilmesek bile her gün çabalamaya devam etmek. Sonunda eve ulaşacaksak yolu yürümekten gocunmak niye?

18 Eylül 2017

Ayaklarını yere sağlam basmak


Bugün kendimi çok güçlü hissediyorum.

Sabah yoga yapmak üzere platforma doğru giderken dağın etrafını saran bulutları görünce büyülendim adeta. Hani kredi kartı reklamında diyor ya; “Paranın satın alamayacağı şeyler vardır... “, horozun ötüşüyle gözünü açıp uyanmak, dışarı adımını attığında ciğerlerinin çam kokusuyla dolması, doğanın her türlü haline, güneşin doğuşuna, batışına tanık olmak, rüzgârın ağaç yapraklarında oluşturduğu uğultuyu dinlemek, kuşların uçuşundaki zarafeti izlemek paha biçilmez.

Matıma oturup gözlerimi kapadığımda karşımdaki Tahtalı Dağı’nın heybetli görüntüsü asılı kaldı zihnimde bir süre. Pranamayayla başladım. Uzun süredir yapmadığımdan özlemişim, çok ama çok iyi geldi. Nefesin etkisiyle sessizlik yayıldı, her şeyin üzerini kaplayarak tüm ruhuma yerleşti. Yogayı BİRleşmek olarak tanımlıyoruz ya; o anda bu tanım kelimelerin ötesinde, zihinsel bir açıklama olmaktan çıkarak tüm hücrelerimde duyumsadığım bir var oluş haline geldi. Doğa nerede bitiyor, ben nerede başlıyorum belirsizleşti. Hem kuştum, hem ağaç hem de dağ. Evrendeki pek küçük, pek önemsiz olan varlığım hayatiydi aynı zamanda. Genelde bu haller pratiğin sonunda gelir bana ama bu sabah daha başlamadan benimleydi, şükürler olsun.

Ben gökyüzünde olanların yeryüzünü etkilediğini düşünenlerdenim, bu yüzden elimden geldiğince takip ediyorum yukarda neler olduğunu. Bu haftanın teması denge olunca ben de dengeyle ilgili güçlü bir pratik yapmaya karar verdim bu sabah.

Tek bacak üzerindeki denge pozlarında zorlanıyorum. Bugün savaşçı üçte dururken ayağıma takıldı gözüm. Kalçaların paralelliğini bozmadan vücudumun ağırlığını bir taraf üzerinde dengelemeye çalıştıkça ayağım büzülüyordu. Ayak parmaklarımı mümkün olduğunca aralayıp tabanımı tam olarak yere yerleştirmem gerektiğini biliyordum ama bu bilgi hiç mi hiç işime yaramıyordu o sırada işte. Ayağım büzülüp yere temas ettiği alan daraldıkça havalanıyor, o havalandıkça dengemi kaybediyor, dengemi kaybettikçe sinirleniyordum. İnat ettim, o ayağın üzerinde durulacak! Açtım parmaklarımı iyice, tabanımı yere sıkıca bastırdım. Ağırlık tüm bacağımdan geçerek ayak tabanıma doğru yayılmaya başladı. İçim çığlık çığlığa; daha fazla dayanamayacağım diye bas bas bağırıyor. Biraz daha dayan diyorum, sabret. Bir sınıra geldiğimi hissettim, ateş, öfke, yanıyorum! Sordum ne olacak dayanamazsan diye, öleceğim dedi! Kıpırdamadan durdum bir süre. Ayağımı diğerinin yanına koyduğumda cevap verdim; gördün mü bak, hiçbir şey olmadı, üstelik çok daha güçlüsün şimdi.

Yoga yaparken yaşanan aydınlanmalar sayısız. Geçen yıl işimden ayrılmak isteyip bir türlü ayrılamadığım dönemde yeni bir hocanın dersine gitmiştim. O dönem; tüm dikkatimi işimi ne kadar sevmediğime verdiğim ama ayrılmaya da cesaret edemediğim bir dönemdi. Arafta geçirdiğim 6 ayın sonunda tamamen paralize olmuş, hareket edemez hale gelmiştim. O gün derse benden başka giden olmadığı için hoca ne yapmak istediğimi sormuş, ben de güç odaklı bir ders yapmak istediğimi söylemiştim.

Bolca chaturangalı dersin sonunda hoca üç kere el üstü duruş yapacağız dedi. İlk ikisinde hocanın da desteğiyle sorunsuz şekilde durdum ellerimin üzerinde. Üçüncü seferde bugünün konusu “Dayanamayacağım!” çıktı meydana. Baş aşağı bir konuşmadır gidiyor; ne işin var ellerinin üzerinde, onlar vücudunun ağırlığını taşıyamaz ki, bak bak parçalanıyor omuzların işte, şimdi kafa üstü çakılacaksın! Tüm kelimeler beynime doğru hızla akın edip korku tüm vücudumu kaplamışken bir ses duydum; “Yeteeeeeeerrrrrr!”. Hocanın yardımıyla yere indikten sonra fark ettim ki; o ses iç sesim değil dış sesimmiş, bildiğin bağırmışım! Utançla karışık kahkahalara boğuldum. Hoca dedi ki; yoga yeter dediğimiz o noktadan sonra başlıyor işte.

Hayatta da böyle değil mi; buna dayanamam, şöyle olursa yaşayamam deyip duruyoruz. Sonra o şeylerin hepsi oluyor ve biz yaşamaya devam ediyoruz. En korktuklarımız olduğunda bile; sağlımızı kaybettiğimizde, kendimizi onunla tanımladığımız ilişkimiz bittiğinde, tüm birikimimizi yatırdığımız işimiz battığında, en sevdiğimiz aramızdan ayrıldığında… Yaşıyoruz çünkü her şey geçiyor ve hayat devam ediyor.


Bugün ki pratik sırasında kalçadan da bir şeyler çıktı, dayanamayacağımla başladı, ağlamaklı devam etti ve açılarak son buldu. Belirsizlik önümde uzanmış, zihnim Ajda’dan “Sardı korkular” söylemeye meyletmişken, bugün neden yoga yaptığımı çok iyi anladım bir kere daha…

1 Temmuz 2017

Gün 6 - Atın beni denizlere



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

Sabah 5.30 da uyandım. 3 gün kırmızı çadır 1 günde benim ihmalim derken 4 gündür yoga yapmadığım için bedenim biraz nazlandı; kalkmaya değil de yoga yapmaya. Bu sebeple rutinimin bozulmasından, günümün yogasız geçmesinden hoşlanmıyorum, zihin hemen bahane üretmeye başlıyor. O bahane üretse de ben aldırmadım. Saat altıydı matım yanımda olmadığı için yere ince bir havlu serip oturduğumda. Saatin erken olmasına rağmen hava sıcaktı. Shitali pranayama ile başladım. Ağzımın içine muhteşem bir serinlik yayıldı. Sessizce oturdum biraz. Kediler gibi gerinerek yavaş yavaş hareket ettirmeye başladım bedenimi sonra. Nasıl iyi geldi, sanırsın yüzyıllardır hareket etmiyorum. Güneşe selama durdum. İlk birkaç set vücudumun her yerinden katır kutur, çatır çutur sesler geldi, hiç alışık olmadığım bir durum. 6. Seti bitirdiğimde vücudum normale dönmüştü artık. Sonrasında bedenimi fazla zorlamadığım hafif bir akış yaptım ve sonlandırdım pratiğimi.

Yoga bitince önceki gün yazamadığım yazımı yazıp postaladım. Blogtaki yazıları okudum biraz. Kahvaltı, kahve keyfi yaptım. Dünden yarım kalan işleri bitirmem lazımdı ama pek bir gönülsüzümdüm, sağdan sola soldan sağa hiçbir şey yapmadan yuvarlanıp durdum öğlene kadar. Gönülsüzlük bahane değil Serap, bu işler yapılacak diye başımın etini yiyen sese daha fazla karşı koyamayarak öğlen filan demeden 12 de attım kendimi sokağa.

Bu sokağa çıkış anını nasıl anlatayım bilemiyorum. Şehir bir ejderhaymış, ben de fark etmeden adımımı ağzının içine atmışım meğer! Her nefesinde alevlerle beraber beni asfalta, binalara püskürtüyor sonra ağzının içindeki cehenneme geri çekiyor ve bunu tekrar tekrar yapıyor. Zihnimde bir şarkı çalmaya başlıyor, sıcak, çok sıcak, sıcak daha da sıcak olacak… Yürü Serap diyorum, az kaldı. Ton değişiyor, arabesk bir hal alıyor, Allah’ım neydi günahım??? İlan bastıracağım yere geliyorum, işimi bitirip çıkıyorum. Çözüm odaklı devam ediyor şimdi şarkı, atın beni denizlere… Hava 50 derece hissedilen 100! Nasılsa dışardasın diyorum, birkaç şey daha kaldı, ha gayret. Tüm işleri hallediyorum ama bayılacak hale gelmiş vaziyette zor atıyorum kendimi eve.

Burda bir parantez açmak istiyorum, kafamı çok uzun süre meşgul eden bir konu hakkında, yogadan para kazanmak. Hayatımı yogadan kazanmaya karar verene kadar zorlu bir süreç geçirdim. Teması;  ya yogayla ilişkim bozulursa! Ya para kazanma kaygısıyla yoganın felsefesine ters bir şeyler yaparsam. Ya yoga işim oldu diye eskisi gibi keyif alamazsam. Bu “ Ya…” lı cümleler uzayıp gidiyor. Zaten iş ve para kazanma konusunda nerden geldiğini bilmediğim bir takım yanlış inançlarım, önyargılarım var. İş keyif alarak yapılan bir şey olamaz, yaşamak için yapmaya zorunlu olduğumuz bir şeydir. İş sıkıcı bir şeydir. İşimden ne kadar sıkılırsam aldığım parayı o kadar hak ederim. Keyif aldığın şeyler ancak hobi olarak ve amatörce yapılır, para kazanılmaz.

Küçükken müziğe ilgim vardı, şarkıcı olmak istiyordum ama popüler müzikten hoşlanmıyordum. Şarkıcılık mesleğim olursa sağda solda duyduğum, hiç hoşlanmadığım ticari müziklerden yapmak zorunda kalacaktım çünkü benim hoşlandığım tarz müzik dinleyen çok az insan vardı ve bundan para kazanamazdım. O yüzden benim önce para kazanacağım, pek de hoşlanmadığım bir işim olacaktı, ordan kazandığım parayla da insanlar beğenir beğenmez kaygısı olmadan istediğim tarz müzik yapacaktım.

Bu zehirli düşünceler tüm hayıtımı etkiledi. Rehberlik gibi gezmeye, değişik insanlar tanımaya, yabancı diller konuşmaya olanak veren, karakterime uygun, sevdiğim bir meslek seçtim, eğitimini aldım ama bir türlü para kazanamıyordum. Yazın çok çalışıyor, kışın hiç iş bulamıyordum. Sürekli bir kaygı içindeydim. Bu kaygıya daha fazla dayanamadığımdan, “güvende olmak”  hissi altında, düzenli gelirimin olacağı bir iş yapmaya karar verdim. Dış ticaret yapmaya başladım. İlk yıllar çok iyi geçti. Maaşımı ne zaman alacağımı, ne zaman çalışıp ne zaman tatil yapacağımı biliyordum bu beni güvende hissettiriyordu. Dolayısıyla ofiste çalışmaktan hoşlanmadığım gerçeğini görmezden geliyordum. Yoga hayatıma girip gözümdeki perde yavaş yavaş kalkmaya başladığında buna daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Düşünmeye, araştırmaya başladım. Neler yapmaktan hoşlanıyordum, yeteneklerim nelerdi. Elbette yoga hayatımda başrolde olduğu için aklıma ilk yoga geldi. Neden yapmayı çok sevdiğim bir şeyden para kazanmayaydım? Böyle düşününce mantıklı geliyordu ama alttaki kayıtlar izin vermiyordu bir türlü.

Türkiye’de, yurt dışında etrafımdaki yoga öğretmenleriyle konuşmaya başladım. Sorduğum hiç kimsenin bu tarz kaygıları yoktu. Dönmeme az zaman kala Hindistan’dayken bana bir haller oldu. Korku tüm benliğimi sardı, işi gücü bırakıp bu uzun yolculuğa çıkmıştım da döndüğümde ne yapacaktım, ne olacaktı?  Güya doshamı öğrenmek için gittiğim ayurvedik doktora psikolog muamelesi yaparak ağlamaya başladığımda durumun vahametini kavradım. Seni bu kadar sıkan nedir diye sordu. Anlattım durumu, ne yapacağımı bilmediğimi, yogayla ilişkimin bozulmasından korktuğumu. Bana dedi ki; ben ayurvedayla ilgilenmeyi çok seviyorum. Bu kişisel bir meraktı benim için önceleri, ilgim çok fazlalaşınca iş olarak da yapmaya karar verdim. İyi ki de vermişim. Bu işim olunca onunla daha fazla vakit geçirmeye, hakkında daha fazla okumaya, araştırmaya başladım. Hem sevdiğim işi yapıyorum hem de para kazanıyorum, bundan daha doğal ne olabilir ki? Vatamın kontrolü ele geçirmiş olduğunu,  seyahatimi bir önce bitirmemi ve ülkeme dönerek yapmak istediklerimi yapmaya başlamamı önerdi. (Ben dinlemedim tabi, Tayland biletimi çoktan almıştım ve planımı bozmaya niyetim yoktu! ) Anladım ki; sorun yogadan ziyade benimle ilgili bir şeydi. Konu yoga değildi yani işti.

Neyse ki korkularım Türkiye’ye gelince geçti. Tüm işaretler işi bırakıp yogayı seçmekle doğru bir karar verdiğimi gösteriyordu. Her şey ben hiçbir çaba göstermeden,  tabiri caizse “akıyordu”. Tüm bunları neden anlattım şimdi ben? İlan filan bastırdım ya (Bu arada ben ilan hazırlamam gerekiyor diye düşünürken çalıştığım yerde kalmaya bir grafikçi geldi. Sağ olsun ben rica bile etmeden tüm dizaynı yaptı, benim akıl edemeyeceğim çok da güzel fikirler verdi.) yogadan para kazanacağım deyince ona “iş” olarak mı bakmak gerekir? İlan, reklam filan bunlar hala biraz garip geliyor bana. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz, benimle paylaşır mısınız sangha?


Günü toparlayacak olursak; Antalya’daki tüm işlerimi bitirdikten sonra havanın serinlemesini bekleyip akşam Çıralı’ya geri döndüm. Çıralı’da hayat varmış, Antalya’nın sıcağından sonra ilaç gibi geldi. Gece dışarda uyumaya karar verdim ve köşklerden birinin tepesindeki yatağa yattım. Yıldızları izledim uzun uzun. Evren o kadar büyük ve sonsuz ki, bu oluşumdaki varlığımız o kadar küçük ve önemsiz ki, kendimize dert edindiklerimiz pek bir manasız kalıyor. Varlığım üzerimi kaplayan gök kubbeye emanet, huzurlu bir uykunun kollarına bıraktım kendimi bu kavrayışla…

30 Haziran 2017

Gün 5 – Home sweet home



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

5.Günden üzülerek bildiriyorum sangha, bugün yoga yapmadım. Sabah 5.30 da uyanmama rağmen Antalya’ya gideceğim için yoga işine girişmedim hiç. Erkenden çıktık yola. 90 kilometrelik Çıralı- Antalya yolu 1 saat sürdü,  indiğim yerden evime olan 10 kilometrelik yol da.  İtiraf: şehri hiç özlememişim! Sabah olmasına rağmen hava cehennem gibi sıcak. Eve girer girmez girmez balkona koştum çiçeklerim kurumuş mu diye, kurumamışlar çok şükür. Ektiğim pek çok fesleğen tohumundan biri çıkmış, diğerleri de ardından gelecek ümit ediyorum. Köklensin diye suya bıraktığım birkaç dal fesleğen vardı, onlar köklenmiş iyice, diktim hemen. Kahvaltımı ettim. Liste hazırladım kendime; alınacaklar, yapılacaklar diye ikiye ayırarak. Malum fazla kalmayacağım. Yanıma alacağım eşyaları çıkardım dolaptan.

Ben çok şanslı bir insanım. Aslında şans ve tesadüfe inanmıyorum bir süredir. Gözlemime göre; bir şeye niyet ettiğimizde, bir şeyi yürekten istediğimizde evren onun gerçekleşmesi için her şeyi yapıyor. Misal, yurt dışından dönüp, ailemi ziyaret edip Antalya’ya geldikten sonra döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. Böylece Türkiye’deki ilk dersimi vermiş oldum. Sonra Çıralı’ya gittim. Bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekâna. Burası yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yerdi. Orada ders vermeyi önerdim. Çok sevindiler, kabul ettiler ve beklemeye gerek yok hemen başla dediler. İçinde sadece birkaç parça eşyamın olduğu sırt çantasıyla gittiğim bu mekânda kalıyordum 10 gündür. Artık evime gideyim de eşyalarımı getireyim deyip geldim Antalya’ya bugün.

İşleri halletmek için dışarı çıktım. Apartmanın yanına manikür pedikürcü açılmış. Uzuuuun zamandır ihmal ettiğim el ve ayaklarıma bakıp gelin bir kıyak çekeyim bugün size dedim. İçeri girince bir baktım benim sürekli gittiğim manikürcü orda! (Başka bir yerde çalışıyor normalde). Dükkânın asıl sahibi bayram sonrası memleketine gidince ona rica etmiş dursun diye. Bir yıldır buralarda olmadığımdan konuştuk uzun uzun. Yogadan bahsedince çok ilgisini çekti, bir sürü soru sordu, cevapladım. Bundan böyle takas usulü çalışacağız, o manikür yapacak ben de yoga dersi vereceğim ona :)

İşlerin bir kısmını halledebildim garip bir hal oldu çünkü. Para çekeceğim, bankamatik arızalı, alacağım şeylerin olduğu dükkân kapalı, ilan bastıracağım yerde ilgili kişi yerinde yok filan. Yapabildiklerimi yapıp döndüm eve kendime gelmem bir saati buldu, hava o kadar sıcak.

Tayland’ta beni bir ay misafir eden arkadaşım Türkiye’ye gelmiş, onunla buluşup yemek yedik. Bir proje var beraber gerçekleştirmek istediğimiz onun hakkında konuştuk. Bana bilgisayar baktık. Teknolojiye o kadar uzağım ki; sırf ne alacağımı bilmediğim için artık prize takılı olmadan çalışmayan kırık bir aletle iş görmeye çalışıyorum. Gönül rahatlığıyla istediğim yerde yazabileceğim yeni bir alet hayalindeyim uzun zamandır. Arkadaşım baktıklarımızı beğenmeyip bir de internetten araştıralım dedi. Emektardan yazıyorum hala anlayacağınız.

Sonrasında ben eve gitmek istedimse de kendisi izin vermedi. Arkadaşlarıyla buluşacakmış sen de gel diye tutturdu. Biz artı iki kişiyle başlayan grup büyüdü de büyüdü. Grup bir zamanlar aynı yerde çalışan insanlardan oluştuğu için bolca iş konuşuldu. İtiraf 2: turizmi hiç özlememişim! Eskidendi, eskidendi, çoook eskiden diyeceğim zamanlar ben de turizmde çalışırdım. Eğitimini aldığım asıl mesleğimin bu olmasına rağmen o kadar bıkmışım ki, sohbetlere katılasım bile gelmedi.

Gün raporuna gelecek olursak; yoga yok, bolca sıcaktan bunalma, düzensiz ve aşırı yemek, 2 bira. Yargıç Serap diyor ki; otur yerine SIFIR! Ben de diyorum ki; şefkat göster azıcık, olur arada öyle…

21 Haziran 2017

Aylak Yaşam

Bugün işimden istifa edeli tamı tamına bir yıl oldu. Ne çok şey oldu bu bir yılda! Hayatımı kökten değiştirecek bu kararı verdikten kısa bir süre sonra, birilerinin ülkede darbe girişiminde bulunmasından tam bir saat önce, olacaklardan habersiz, New York’a gitmek üzere olan bir uçaktaydım ben. Evet, uçağım bir saat geç olsaydı gidemeyecektim Amerika’ya. Bunu doğru yolda olduğuma ve orda bulunmam gerektiğine dair bir işaret olarak aldım.

Moskova’da başladığım, Antalya’da devam ettiğim yogalı hayatım Yenidünyada devam etti. Her ne kadar Hindistan yoganın beşiği olsa da Amerika dünyada en kaliteli yoganın yapıldığı yer sanırım. Santa Fe gibi küçük bir şehirdeki stüdyo sayısına hayret ettim. Bizde “yaşlı” (hem de oldukça) tabir edilecek öğrencilerin derslerde ceylan gibi sektiklerini görünce şaşkınlığım daha da arttı. Yoga burda insanların hayatına oldukça entegre olmuş bir şeydi. Öyle ki; süpermarkette bile yoga yapılıyordu! İlk iki hafta aç gözlülükle tüm stüdyoları, stilleri, öğretmenleri denedim. Sonraki 3 aysa sadık bir şekilde, gönlümü fetheden vinyasa derslerine katıldım.

Amerika’ya gidişimden 1 yıl önce yapmış olduğum Hindistan seyahatinde daha uzun süre kalmak üzere döneceğim diye söz vermiştim. Sözümü tutma zamanı gelmişti. Oldukça maceralı geçen Albuquerque- Delhi uçuşu sonrası doğru dürüst dinlenmeden kendimi yoganın başkenti Rishikesh’e attım. Burası adım attığınız her yerde, yoga, meditasyon, reiki, her türlü spritüal öğretiye dair ders alabileceğiniz, Himalayaların eteklerinde, Ganj nehri kenarında küçücük bir kasaba. 1 ay süren oldukça yoğun bir kurs sonrası yoga eğitmenlik sertifikamı aldım. Kurs bitince başka öğretmenlerle derslere devam ettim.

Önceki seyahatimde kurmuş olduğum bir bağlantı sayesinde Rajastan’da bir otelde ders vermeye başladım. Kim derdi ki bir gün yoga eğitmeni olacağım ve ilk dersimi de Hindistan’da vereceğim! Hayat tahmin edilebilir, planlanabilir bir şey değil kesinlikle!

Hindistan’da olup ashram hayatını deneyimlememek olmazdı. Rotamı güneye çevirip Sivananda Yoga Vedanta Dhanwantari Ashram’a gittim. Programı oldukça disiplinli olan bu ashramda geçirdiğim günler hem bedenimde hem de ruhumda değişimlere yol açtı.

Sonrasında Hindistan’ın değişik bölgelerine yaptığım gezilerde aldığım ve verdiğim yoga dersleri yine devam etti. Uzun soluklu seyahatim son durağım olan Tayland Phuket’te geçirdiğim ayla son buldu.

Yurda dönüş zamanı yaklaştığında ne yapacağımla ilgili kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı ve 10 ay sonra ülkeye döndüm. Ailemi ziyaret ettikten sonra evime gelip yerleştim. Döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. İşaretler devam ediyordu…

Türkiye’de verdiğim ilk dersin sonunda öğrenciler gelip beni kucakladı. Eve dönüş yolunda tarifi zor duygular içindeydim, şükranla dolup taşıyordum. O an hayatımda yaptığım hiçbir işte böyle bir tatmin duymamış olduğumu fark ettim. Kesinlikle doğru yoldaydım.

1 yıl sonra hayatımda ne değişti? Çok şey! Bir kere giden kişiyle aynı kişi değilim. Korkularıma teslim olmayı bıraktığımda hayatın benim için harika sürprizler hazırladığını ruhumun derinlerinde hissediyor, hatta biliyorum artık.


Bu satırları size Aylak Yaşam Kampı’ndan yazıyorum. Neresi orası derseniz; burası Çıralı ’da, bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekân. Yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yer. Dün bir teklifle geldim, meğer onlar da beni bekliyormuş J Dünya Yoga Günü’nde duyurmuş olayım, bundan böyle burdayım. Davetlisiniz; Aylak Yaşam ailesi olarak hepinizi yoga yapmaya bekliyoruz...

6 Ocak 2017

Yoga Öğretmeye Ne Zaman Hazır Olunur?

Kendimi en rahatsız hissettiğim zamanlar ne yapacağıma karar veremediğim zamanlar. Hani diyorlar ya en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir diye, çok doğru. Kurs bittiğinden beri Güneye gitmek istiyorum ama ne zaman gideyim, nerden gideyim, uçakla mı trenle mi gideyim karar veremiyorum bir türlü. En sonunda kabaca bir tarih belirleyip uçak bileti bakmaya başladım. Kaldığım otelin sahibi bilet baktığımı görünce nereye gidiyorsun dedi, dedim gidiyorum ben. Neden diye sordu. Yoga öğretme niyetiyle buraya geleli 2 haftadan fazla oldu dedim, bir tane bile öğrenci yok, burda daha fazla kalmamın anlamı yok. Kafasını salladı bir şey demedi. Gözüme kestirdiğim bileti almaya davrandım. Türkiye’deki telefon numaram aktif olmadığından kredi kartım 3D secure engelini geçemedi. Banka kartımla alayım dedim, iki farklı yerden günler önce hesabıma yatırılması gereken paralar gönderilmemiş olduğundan hesabımda beş kuruş para yok. Dolayısıyla bileti alamadım, hayırlısı dedim. Bunu dediğim günün akşamı otel sahibi yanıma gelip yarın sabah 7 kişi yoga yapmak istiyor dedi. İnsanlar dalga geçiyor ya; “İste olsun”, ”İstediğimiz her şeyi evren veriyor.” diyenlerle, çekim yasası değildir de nedir şimdi bu! Elbette sözle söylendiği kadar basit değil olay ya da gerçekten o kadar basit.

Şimdi diyeceksiniz ki; hiç de kolay değil o işler öyle, ben yıllardır şunun olmasını istiyorum ama olmuyor. Siz de istediğiniz olmadığı için sevmediğiniz işlerde çalışıyor, sevmediğiniz insanlarla beraber yaşıyor, çok isteğiniz o evi, o arabayı bir türlü alamıyor, o tatile çıkamıyor, istemediğiniz kilolarınızdan kurtulamıyorsunuz bir türlü. Peki, bir şey isterken nasıl istiyorsunuz? Negatif tondan dır dır, sürekli şikâyet halinde misiniz? İstediğiniz şeyin olmasından çok olmamasından mı bahsediyorsunuz? İstediğiniz şeyin nasıl olacağından çok neden olmadığıyla mı ilgileniyorsunuz? İstediğiniz şeye layık olmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Kısacası kendi kendinizi sabote mi ediyorsunuz? Çok istediğinizi söylediğiniz bir şey olmuyorsa bilin ki o şeyin olmamasından bir çıkarınız var. Evet, yanlış duymadınız. Şimdi diyeceksiniz ki şişman olmaktan nasıl bir çıkarım olabilir, incecik olmak istiyorum ya da yalnızlığı hiç sevmem elbette bir ilişkim olmasını istiyorum. Bunların hepsi dilinizin söyledikleri, bilinçaltınız bambaşka şeyler söylüyor ve dilinizin değil bilinçaltınızın söylediği oluyor her zaman. Bunun bir de şunun olmasını hiç istemiyorum ya da bunun olmasından çok korkuyorum diye tekrarlayıp durduğumuz versiyonu var ki onda da aynı prensip işliyor. O zaman da korktuğum başıma geldi diyoruz. Yani enerjimizi neye verirsek -olumlu veya olumsuz-, onu kendimize çekiyoruz.

Benim durumuma dönecek olursak; buraya geldiğimden beri şikâyet etmedim öğrenci yok diye hiç hatta biraz memnum bile oldum. Altta şöyle bir düşüncem var çünkü -O kadar altta değil aslında bazen kafamın içinde duyabiliyorum bu düşünceyi - “ Yoga öğretmeye hazır değilsin.” Hazır olmam için ne gerekiyor peki? Zaman. Ne kadar zaman? Yıllar. Diyalog böyle uzayıp gidiyor.

Yoga yapmaya başlayalı çok uzun zaman olmasa da birkaç yıl oluyor. Bu zaman zarfında gerek aldığım dersler gerekse evdeki pratiğim oldukça yoğun aslında. Yoga eğitmenlik sertifikamı da aldım. Yani bilgi ve donanım açısından yetersiz sayılmam hiç. Gelin görün ki kafamda muhtemelen yıllar önce oluşmuş yargılar var mesela öğretmen dediğin deneyimli olmalı gibi. Bu yargı beni deneyimsiz öğretmenin iyi öğretmen olmadığı çıkarımına götürüyor ki kendim de ders alırken öğretmenim deneyimli olsun istiyorum hep, uzun süredir öğretmenlik yapmıyorsa tatmin olmuyorum. Dolayısıyla olaya öğrenci gözüyle bakıyor ve kendimi yeterli görmüyorum yoga öğretme açısından.  Öte yandan bunun çok saçma bir düşünce olduğunu biliyorum. 30 yıl yoga yapmış bile olsam ders verdiğim ilk gün deneyimsiz bir öğretmen olacağım. Kimse anasının karnından yoga öğretmeni olarak doğmuyor sonuçta. Bu demek oluyor ki öğretmeye başlamadığım sürece deneyimim olmayacak hiç. Kendimi öğretmeye tamamen hazır hissedeceğim o günün hiç gelmeyeceğini de çok iyi biliyorum. Ama egom bir şeyde o kadar da iyi olmamayı, ne yapacağını bilememeyi kabul edemiyor bir türlü.

İşte bilinçli/bilinçsiz tüm bunları düşünürken ve en iyisi kaçayım bari ben moduna girmişken evrenden mesaj geldi; hiçbir yere gidemezsin, öğrencin var! Artık istediğim mi oldu yoksa korktuğum başıma mı geldi bilmiyorum.

Ders vermek için bir yoga stüdyosu değil de otel seçişimin de bir sebebi var elbette. En azından dersler fazla kalabalık olmaz, bir iki kişi gelir, öğrencilerle daha samimi bir iletişim kurabilirim derken otelde benim gibi çalışan bir arkadaşımın da derse katılmak istemesiyle 8 öğrencinin olduğu bir derste buluyorum kendimi. İronik mi ne? Kimisi hayatında hiç yoga yapmamış kimisi muhtemelen benden daha uzun süredir yoga yapan karma bir grubum var.  Rahatsızlığı olan var mı diye soruyorum. Biri diyor, belimde sorun var, diğeri diyor dizimde, bir başkası yeni ameliyat geçirdim diyor, iki kişi zerre İngilizce anlamıyor. Tamam diyorum içimden, sakin ol. Bunun ilk dersim olduğunu, asla istediğim mükemmellikte geçmeyeceğini kabul ediyorum derse başlamadan. Bu bir süreç ve nasıl öğreteceğimi zamanla öğreneceğim. Bir rahatlama geliyor. Derse sakin bir şekilde başlıyorum ve aynı sakinlikle bitiriyorum. Ne harika ne berbat bir ders oluyor, tabi bana göre. Otelin çatısında yaptığımız ve havanın buz gibi olduğu dersin bitiminde öğrenciler bana teşekkür ederken gülümsüyorlar neyse ki.

Zamanı geri sarıyorum ve Moskova’da gittiğim ilk yoga dersini hatırlıyorum. 15 kişi kadar varız, benden başka yabancı kimse yok ve ders Rusça. Söylenenlerin tek kelimesini anlamıyorum, sürekli sağa sola bakıp gördüklerimi taklit etmeye çalışıyorum. Dersin sonuna doğru benim dışımdaki herkes sirsasana pozuna giriyor. Başlarının üstünde duran kalabalığa bakıyorum. Bunu öyle kolaylıkla yapıyorlar ki ben de deniyorum ama olmuyor bir türlü. Yoga hakkında hiçbir fikrim yok. Herkes yapıp ben yapamadığıma göre ben de bir sorun var herhalde diye düşünüyorum. Savasanaya geçtiğimizde belki müzikten, belki yogadan bana bir şeyler oluyor. Uçsuz bucaksız ormanların üzerinde uçuyormuş gibi hissediyorum.


O zamandan bu zamana bakınca, kim derdi ki bir gün yoga öğretmeni olacağım ve ilk dersimi de Hindistan’da vereceğim! Hayatın işleyişi inanılmaz gerçekten. İşimden ayrılıp, evimi bırakıp neden başka bir ülkeye geldiğime bir türlü anlam veremeyen ve yoga gibi şeyden para mı kazanılırmış diyen canım anneciğim; ben şimdi yoga öğretmeni oldum ve ilk paramı kazandım bile yogadan.

12 Aralık 2016

Rishikesh’te Yoga - Surinder Singh

Kurs bitti ancak Rishikesh’ten ayrılmadım henüz. Rishikesh’in tanıtımı dünyanın yoga başkenti olarak yapılıyor ancak biri Rishikesh için aşırı yoga pornosu yazmış çok güldüm okuyunca. İkinci tanıma büyük oranda katıldığımı söylemeden edemeyeceğim. Sebebini birazdan anlayacaksınız.

Burası küçük bir kasaba ancak bu küçücük yerde en az 200 yoga okulu olduğu söyleniyor. Adımınızı attığınız her yerde yoga dersi bulmanız mümkün. Sokaklar, kafeler yoga, meditasyon, ayurveda, masaj ilanından geçilmiyor. Bu kadar bolluğa rağmen ciddi, gerçekten yoga yapılan yer, iyi öğretmen bulmak zor. Okul deyince aklınıza büyük yerler gelmesin, hemen her misafirhanenin, otelin terasında yoga dersi verilen küçük odaları var. Dünyayı gezen bir arkadaşımın dediği gibi Hindistan’da yoga Türkiye’deki dürüm gibi aramana gerek yok hiç, her yerde karşına çıkıyor.

Hal böyle olunca nereye gideceğine karar vermek oldukça zor. Neyse ki ben biraz haberdardım durumdan gelmeden önce o yüzden şok olmadı. Uzun ofis saatlerinde yapmıştım araştırmamı. İlk o zaman karşıma çıkmıştı Surinder Singh ismi bir blogta, çok iyi bir öğretmen olduğundan bahsediliyordu.

Hindistan’a bu gelişimde Delhi’den otobüsle geldim Rishikesh’e. Yanımda oturan İngiliz bayanla yoga eğitmenlik kursunu yapacak okulu seçmenin zorluğundan konuşuyorduk. Kendisinin çok şanslı olduğunu, kursunu Mart ayında Surinder Singh’le tamamladığını söyledi. İnternet sitesi çalışmıyor, e-postalara yanıt vermiyor, genelde Çinli gruplarla çalışıyor ama ben bir şekilde başardım kursuna katılmayı dedi. Ondan her bahsedişinde gözlerinde bir ışıltı parıldıyordu. Gerçekten iyi bir öğretmen olmalı diye düşündüm ancak kursu bir an önce almak istediğimden Surinder Singh’i denemedim bile, en az 6 ay önceden rezervasyon yapmak gerekiyormuş.

Biri Hintli diğeri Kanadalı iki arkadaşım Rishikul Yogshala’yı tavsiye edince oraya gitmeye karar verdim. Okulum söylenene göre Rishikesh’teki ilk üç okuldan biriymiş. Öğretmenler oldukça gençti. Okulla ilgili memnun olmadığım şeyler oldu ancak Hindistan’a ilk gelişim olmadığı için bunları tolere etmeyi başarabildim. Hindistan çok iyi bir öğretmen; beklentiye girmemeyi, olanı kabul etmeyi beklemeyi öğretiyor insana. Tevekkülün anlamını hazmetmek için daha iyi bir yer olamaz.

Kurs bitince yoga derslerine devam etmeyi planlamıştım zaten. Bu sebeple Surinder Singh dersine gidecektim mutlaka. İngiliz bayan yerini bulamanın kolay olmadığını söyleyip yolun önce krokisini çizmiş sonra da fotoğraflı bir açıklamanın olduğu bir blog adresi vermişti Allah’tan.  “Kendisi çok iyi bir öğretmen olduğundan dersleri çok kalabalık olur, bu sebeple 1 saat önceden gidersen iyi olur.” diye de tembihlemişti. İlk başta krokiyle aradım buladım. Blogu burda paylaşıyorum ki gitmek isteyen kolaylıkla bulabilsin.

Fotoğrafları hafızama kazıyıp sabah 7.30 da çıktım yola. 15 dakikalık yürüyüşün ardından kolaylıkla buldum yerini. Ders terasta veriliyormuş, başladım merdivenleri tırmanmaya. Daha yarıya gelmemiştim ki baktım üst kat merdivenleri insanlarla dolmuş bile. Dersin başlamasına daha 1 saat var. Çöktüm merdivenlere bende, açtım günlüğümü yazmaya başladım. 45 dakika sonra içerdeki yoga eğitmenlik kursu öğrencileri dışarı çıkmaya başladı, biz merdivendekiler onların yerini aldık.

Fazla geniş olmayan salon beş dakika içinde ben diyeyim 35 siz deyin 40 kişiyle doluverdi. Herkes dip dibe, kolunu uzatacak kadar bile mesafe yok.  Bu kadar kalabalığa rağmen içerde çıt yok. Öğretmen olmamasına rağmen böyle bir disiplin beni inanılmaz heyecanlandırdı. İyi bir yoga dersi yapacağımdan kesinlikle emindim artık.

Surinder tam vaktinde geldi. (Hindistan’a pek alışık olmadığımız bir özellik!). Açılış mantrasını söyledik beraber, bizi selamladı, ders başladı. Surinder’ın dersini tek kelimeyle anlat deseler “Hiza” derim. Hizaya gerçekten çok önem veriyor. Sınıfın bu kadar kalabalık olmasına rağmen herkesle tek tek ilgileniyor, gerek sözlü gerek dokunarak düzeltmeler yapıyor. Beni ne sözlü, ne dokunarak, sadece bir kaş hareketiyle düzeltti ki hayran kaldım! Konuşmasa bile mimiklerinden nereyi düzeltmeniz gerektiğini anlıyorsunuz hemen. Sözlü düzeltme yaptığı zamanlar o kadar sessiz konuşuyor ki nerdeyse yanınızdaki kişi bile duymuyor; başkasının haberdar olmadığı, sadece size özel, şefkat dolu düzeltmeler. Gerekli düzeltmeyi yaptıktan sonra hafifçe sırtınıza dokunuyor aferin dercesine, cesaretlendirici şekilde.

Asanayı ne şekilde yapman gerektiğini detaylı şekilde açıklıyor. Açıklamalar sadece fiziksel bedenle ilgili değil, hareketin spritüal boyutunu da anlatıyor. Arada sırada birini seçip onun üzerinde gösteriyor daha iyi anlamanız için. Arada verdiği küçük bilgiler inanılmaz hoşuma gitti benim. Savasana da bazı olumlamalar söylüyor. Öyle bir relaaaaaaaaaaaaax deyişi var ki, sesindeki titreşimden dolayı inanılmaz rahatlıyorsun. Savasana bitip oturduğunda konuşmaya başlıyor. Neden yoga yapıyoruz, meditasyon nedir, çakralar, bilimsel hayat ve spritüal hayat arasındaki denge gibi pek çok konudan bahsediyor ki yoganın sadece bedensel bir hareketten ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorsun. Benim dersinin en çok hoşuma giden yanı bu.

Ders ücreti şu an 200 rupi ve para toplayan kimse yok, ders bitiminde kenardaki kâsenin içine koyup çıkıyorsunuz. Aynı eğitmenlik kursuna gittiğim arkadaşım ders bitimi Surinder’e gidip “Eğitmenlik kursunu sizden almak hayalimdi ancak yer bulamadığımdan başka kursa gitmek zorunda kaldım, şu an çok pişmanım.” deyince üzülme dedi, kursu nerde yaptığın önemli değil. Kursu sizinle tekrar yapmak istiyorum deyince ne gerek var o kadar parayı tekrar ödemeye, sen kurs haricindeki derslerime gel, sormak istediklerin olursa ben yine cevaplarım dedi. Günde sadece bir ders mi veriyorsunuz, tüm derslerinize gelmek istiyorum dedi arkadaşım. Eğitmenlik kursu bitince akşam da ders vereceğim ama bana kalırsa benden günde iki ders alma, sadece bir dersime gel, diğer ders saatini kendi pratiğin için harca ki öğrendiklerini anlayabil dedi ve gönlümü kazandı.

Bugüne kadar pek çok yoga dersine katıldım. Bir yanda mesleği yoga öğretmenliği olanlar var; bu kişiler yoga hareketlerini yapabiliyor ve bu hareketleri öğreterek bundan para kazanıyorlar. Bu tarz öğretmenlerle yoga sadece bedeni çalıştırmak için yapılıyor, spor salonundan farksız yani. Diğer yanda yogayı hayatının parçası haline getirmiş insanlar var, bu insanlar yogayı yaşıyor. Buna ek olarak öğretmenlik yapıyorlar ve para kazanıyorlar. İşte bu ikinci gruptakilerin yüzüne baktığınızda bunu hemen hissedebiliyorsunuz. Bu yüzlerde bir aydınlık, hafif bir tebessüm oluyor her daim ve hiçbir şey yapmadıklarında bile sadece yanlarında bulunmaktan dolayı huzur doluyorsunuz. Surinder Singh’in dersine her gittiğimde şefkatle dolup taştığımı hissediyorum.

Uzun lafın kısası derslerini canı gönülden tavsiye ediyorum. Her yerde bulamayacağınız harika bir öğretmen kendisi. Aynı zamanda Hulusi Kentmen gibi adam, kucağına atlayıp sarılmamak için kendinizi zor tutacaksınız…