Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2016

Hindistan Postası - Jaisalmer

Çölden merhabalar, Jaisalmer’den bildiriyorum. Birkaç gün oldu geleli. Hava gündüzleri 25 derece, şaka gibi. Sanki kış ayında değiliz. Kursu bitirdikten sonra geçen yıl kaldığım hotelden yoga öğretmem için teklif gelince buraya gelmeye karar verdim.


Rishikesh’ten ayrılmak kolay olmadı. Orda bulunduğum süre zarfında kursta tanıştığım sonrasında da oda arkadaşlığı yaptığım Sophie’yle oldukça yakınlaştık. Hiç sahip olmadığım bir kız kardeş gibiydi benim için. 2 yıldır seyahat ettiğinden inanılmaz renkli hikâyeleri var. Öyle doğal, kibar olma zorunluluğu hissetmeden öyle doğrudan konuşan biri ki; benimle ilgili yaptığı birkaç yorum resmen aydınlanma yaşattı bana. Dolunayın pek bir gümbürtülü geldiği bu ay, her şey tepetaklak olup neye uğradığımı şaşırdığımda Sophie’nin söyledikleri olaylara tamamen başka açıdan bakmamı sağladı. Varlığına şükürler olsun.

Hindistan’daki para problemi devam ediyor hala. İlk zamanlar tek derdim elimdeki rupileri yenileriyle değiştirmekti ki çetrefilli yollardan da olsa bunu başarabildim. O zamanlar kurstaydım ve kalacak yerle yemek fiyata dahil olduğundan paraya fazla ihtiyacım olmuyordu. Kurs bitince de elimdeki yeni rupileri kullanmaya başladım ancak onlar da suyunu çekti. Sorun şu ki; hiç bir yerde para yok, ATM ler boş. Banka, döviz bürosu, western union fark etmiyor.  Hesabınızda milyon dolarınız olsa faydası yok yani. Saatlerce kuyrukta bekleyip sıra size geldiğinde ATM de hala para kalmış olacak kadar şanslıysanız bile sadece 2000 rupi çekebiliyorsunuz ve sağ olsun bankanız bunun %10 unu komisyon olarak kesiyor her seferinde!

Her şeyde bir hayır var diyorlar ya, ben de inanmak istiyorum buna. Amerika’dan Hindistan’a gelişim oldukça maceralı oldu. Önce Qatar’ın kredi kartı ödemesiyle ilgili enteresan kuralları gereği Dallas’taki aktarma uçağına kabul edilmedim ve gözümün önünde kalkan uçağa el sallamak suretiyle 1 gece Dallas’ta mahzur kaldım. Konaklamayı kendim karşıladım. Ertesi günkü uçağa binmek istiyorsam bilet parasını tekrar ödemek zorunda olduğumu, Hindistan’a ulaştığımda 2.kez yaptığım ödemeyi Delhi ofislerinden geri alabileceğimi söylediler. Çaresiz kabul ettim. Dallas- Doha uçuşumda biri kalp krizi geçirince Oslo’ya iniş yapmak zorunda kaldık ve Doha-Delhi uçuşumu kaçırdım falan filan. Velhasıl buraya ulaşana kadar acayip eziyet çektim. Hindistan’da para krizi olunca dedim ki; demek tüm bunları burda para sorunu yaşamamak için yaşamışım. Delhi’ye gideceğim ve beni en az 1 ay idare edecek kadar para alacağım, 1 ay sonra da para sorunu çözülmüş olur belki. Delhi biletimi aldım. Bu arada da Qatar’a yazdım parayı nerden alacağım diye. Gerekli prosedürler tamamlanmadığından parayı ödeyemeyiz diye cevaplamasınlar mı! Bileti almış olduğumdan mecbur gittim Delhi’ye yine de. Ofislerinde öğrendim ki büyük miktarları elden ödemiyorlarmış zaten. İşlemler tamamlandığında karta iade yapacaklarmış. Jaisalmer’e aynı güne bilet bulamadım elbette. 2 günlük Delhi çılgınlığını boşu boşuna yaşamak zorunda kaldım anlayacağınız. Belli ki başka bir hayır var bu işte!

Rishikesh safi huzurmuş Delhi’ye gelince daha iyi anladım. Doğanın kucağında, sağın Himalaya, orman, solun Ganj nehri, et yok, alkol yok, her yerde yoga, gül gibi yaşayıp gidiyordum. Delhi’ye gelir gelmez inanılmaz bir kalabalık, kirli hava (İlk geldiğimdeki kadar kötü değil Allah’tan!), saatler süren trafik çilesi derken kendimi biraaaaaa diye ağlar halde buldum. Anladım ki; şehir bizi bu hale getiriyor. Doğal halimiz doğayla iç içe olduğumuz halimiz. O halde dışardan hiçbir şeye ihtiyaç duymuyoruz iyi hissetmek için, zaten hep iyiyiz.

Delhi-Jaisalmer tren yolculuğu 18 saat sürdü. Tekrar burda olmak garip bir duygu. Bir yandan hiç gitmemişim gibi, sanki hep buradaymışım onca zaman. Öte yandan çarşıya adımımı atar atmaz kendimi sadece Jaisalmer’e değil Hindistan’a adımımı ilk kez atmış gibi hissettim. Çarşıda inanılmaz bir hareketlilik, dükkanlarda asılı rengarenk kıyafetler, sokaklardaki inekler, kulakları küpeli Rajastan erkekleri, sarileri ve takılarıyla ışıl ışıl parlayan Rajastan kadınları, sokaklardaki rengarenk sebzeler, meyveler…

Jaisalmer Pakistan sınırına 50 km uzaklıkta. 5 ay sonra ilk kez burda ezan sesi duydum. Halk Hindu ve Müslümanlardan oluşuyor. Sabahları Hinduların mantraları ezan seslerine karışıyor. Şehir mimari olarak Mardin’e inanılmaz benziyor. Tepedeki kaleyle güzel bir gölden den başka gezecek fazla bir yer yok burda. Çöle yakın olduğu için safari turları yapılıyor. Belli bir süre jiple gittikten sonra develere binip çöle geçiyorsun. İster doğrudan çölde yıldızların altında, istersen biraz daha lüks olan çadırlarda kalabiliyorsun. Kaldığım otelin sloganı “Zamansızlığı deneyimleyin.” Şehrin ruhuna oldukça uyuyor.

Burada work away diye tabir edilen, günde belirli süre çalışma karşılığı ücretsiz olarak kalıyorum. Aynı zamanda talep eden müşterilere yoga dersi vereceğim. Para sorunu çözülene kadar bir süre ekmek elden su gölden yaşama niyetindeyim bakalım…

19 Kasım 2016

Burası Hindistan!

Ömür olmuş buraya yazmayalı. Neler oldu neler yazmadığım dönemde ama anlatamam şimdi belki sonra. Sonuç olarak Rishikesh’teyim şu anda ve yoga öğretmenlik kursuna gidiyorum. Kursu yarıladık, iki hafta daha var önümde. Aslında burdaki deneyimlerimi günlük olarak yazmayı çok isterim ama program çok yoğun olduğundan vakit yok hiç. Sadece dünkü gibi bana ilham veren bir şey olursa yazacağım.

Sizin haberiniz yok tabi; bir sabah uyandık ki Hindistan hükümeti 500 ve 1000 rupilik banknotları tedavülden kaldırmaya karar vermiş! Hal böyle olunca elimizde su almaya bile yaramayan binlerce rupiyle kalakaldık. Banknot değişimi bankadan yapılacak, her gün belirli miktar para değiştirilecek dendi ama önlerinde öyle bir kuyruk var ki bankalara yaklaşmak bile mümkün değil. Birkaç gün bekledikten sonra pasaport kopyası ve bankanın verdiği formla beraber ilk para değişimini yaptım. O gün öğrendim ki, bir bankadan sadece bir kere para değiştirebiliyormuşuz! Birkaç gün sonra başka bankaya gittim. Para değiştirmek için insanların üst üste olduğu bir kuyrukta minimum bir ila bir buçuk saat beklemeniz gerekiyor.

Yaşadığım yere yakın sadece iki banka bildiğimden dün sabah resepsiyona banka sormaya gittim. Kursumuzda gönüllü olarak çalışan Nitin “Benim köprünün diğer yanında işim var, gidişte seni bankaya bırakırım dönüşte de alırım.” deyince atladım motosikletin arkasına.
Hindistan’daki trafiği görmeyen bilmez. Bir yanda inekler, diğer yanda insanlar, karşı şeritten (şerit dediysem sınırı belirli bir alan düşünmeyin sakın) üzerinize gelen diğer motosikletler filan. Lakshman Jhula’dan motosikletle geçtik ki yine görmeyen bilmez! Bankaya ulaştık nihayet. Önünde uzuuuuun bir kuyruk. Dedim, soralım önce para değiştiriyorlar mı diye, boşuna beklemeyeyim. Değiştirmiyorlarmış! Şu bankaya gidin dediler, o bankaya gittik. Banka para yok dedi, ne zaman geleceğini de bilmiyoruz. Ders saatine yarım saat kalmıştı. Nitin, istersen seni köprüye bırakayım dedi, yürürsün. Yürüsem nerden baksan kırk dakika sürecek. Sen nereye gidiyorsun diye sordum, tapınağa bir şey bırakıp okula döneceğim dedi. Ne kadar sürer dedim, burdan sonra 10 dakika daha deyince derse yetişeceğimi hesaplayarak ben de seninle geliyorum dedim.

Şehirden uzaklaştıkça kalabalık azaldı, ağaçlar, doğa derken manzara güzelleşmeye başladı. Motosiklet üzerinde, üzerimde tişört, sabah serinliği iyice bir yokladı vücudumu. Ne bırakacaksın tapınağa dedim, mishri dedi. (Mishri bir çeşit şeker.) Bizim oğlan önceki gün tapınağa dua etmeye gitmiş. Tapınağın kapısını açık unutunca maymunlar tapınaktaki mishirileri çalıp kaçmışlar. O da çok kötü hissetmiş kendini. Gitmiş sabah erkenden bir torba mishri almış. Bu kadar yolu bunun için mi gidiyorsun yani dedim, evet dedi.  Sonra anlatmaya başladı; “Bu tapınağı fazla kişi bilmez, çok güçlü bir tapınaktır.” Nasıl yani diye sordum. “Bu tapınakta ne dilediysem hepsi oldu. Genelde insanlar dilekleri olunca tapınağa bir daha gitmezler; ben her ay en az bir kere geliyorum bu tapınağa.” dedi. Tapınağın en değerli Babası birkaç sene önce ölmüş. Çok muhterem bir şahsiyetti, karşısına oturduğunda yüzüne bir kere bakar, tüm geçmiş yaşamlarını anlatırdı dedi. Şu an on Baba yaşıyormuş tapınakta.

Oldukça dik bir yokuştan aşağı indik. Ganj nehri kenarında küçük bir tapınak. Etraf konunun kahramanı maymunlarla dolu, sabah temizliğinde hepsi de. Şekeri vermek için babanın gelmesini beklerken Nitin istersen tapınağa girebilirsin dedi. Merdivenleri çıktım. İçerde büyük bir Hanuman heykeli ve birkaç küçük heykelden başka bir şey yok. Oturdum, dileğimi dileyip çıktım. Baba geldi, şekeri verip ayrıldık.

Okula dönüş yolunda, ne niyetle çıktım yola nerde buldum kendimi diye düşünürken Nitin; hayatta her şey bir sebepten oluyor, öğrenme hiç bitmiyor, sen mesela bu sabah bu tapınağa gideceğini bilmiyordun dedi aklımı okumuş gibi. Ben de; belki bu tapınağa gelmem gerektiği için kapıyı açık unuttun dün dedim.

Nitin sadece yirmi yaşında. Yoga öğrenme karşılığında 1 yıldır gönüllü olarak çalışıyor okulda. İlk geldiğinde İngilizcesi çok kötüymüş, zamanla konuşmaya başlamış. Geçen gün Avrupalı kızlardan biri; ben senin için çok üzülüyorum, işleri yapmak için çok erken kalkıyorsun deyince neden üzülüyorsun, ben çok muyluyum burda çalışmaktan çok değerli bir şey öğreniyorum dedi. Bu yaşta böyle bir olgunluğa sahip olması duygulandırdı beni. Çok fazla olumsuz şey söylense de Hindistan için,  bu ülkenin en sevdiğim yanı insanların çoğunlukla Nitin gibi naif, alçak gönüllü ve yardımsever oluşu.

Tapınak ziyaretinden sonra on dakika gecikmeyle okula ulaştık. Bugün gittiğim iki banka da para olmadığı için hala değiştiremedim elimdeki paraları.

Şimdi yatıyorum ben, sabah 4 te kalkacağım. Himalayalarda güneşin doğuşunu izleyip yoga yapacağız…

8 Aralık 2015

*Sınır Ötesi

Bir gün tanımadığım bir çocuğun çok korktuğu bir ana tanık olmuştum. Korkmaktan biraz da utandığını görünce onu rahatlatmak için “Merak etme” demiştim ona, “Herkes korkar, büyükler bile.” Çocuk çevikliğiyle hemen soruyu yapıştırmıştı ; “Sen neden korkarsın?” O an donup kalmıştım. Zihnimden hemen karanlık, yükseklik, böcek gibi somut şeyler geçmişti söylemek için ancak bunların hiç birinden korkmuyordum ben. Düşünüp, düşünüp bir şey bulamamıştım. Korkmaktan bile korkuyor muydum acaba?

Geçen yıl Hindistan’a gitmeye niyetlendim. Araştırmalar, hazırlanan rotalar, her şey tamam gidiyorum derken görünmez bir el beni durdurdu. Gitmeyi çok istememe ve görünürde gitmemek için hiçbir sebebim olmamasına rağmen gidemedim. Neden gidemediğime de bir türlü anlam veremedim. Sordum kendime defalarca, cevap yok. Akışına bırakmaya karar verdim. Zaman geçti, bir yıl sonra içimdeki ateş yanmaya başladı yine, Hindistan’a gitmeliydim ama karar veremiyordum bir türlü. Dürüst olunca gitmekten korktuğumu fark ettim. Hindistan’a gitmekten çok Hindistan’a yalnız gitmekten korkuyordum. Daha önce yalnız yola çıktığım olmuştu ancak yolun sonunda tanıdığım birileri vardı o zaman. Gerçek anlamda yalnız başıma seyahat etmemiştim hiç ve bu bilinmez deneyimden korkuyordum. Korkum yalnız bir kadın olarak Hindistan’da seyahat etmenin zorluklarıyla ilişkili gibi görünse de (bu da bir gerçeklikti elbette) daha derinde başka bir şeyden daha fazla korktuğumu hissediyordum. Döndüğümde aynı olmayacağımı biliyordum ve değişmekten ölesiye korkuyordum. Bilinmezlik, değişim korkusu, rahatlık alanımdan çıkacak olmanın huzursuzluğu beni gitmekten alıkoymuştu onca zaman.

Zamanı gelmişti; bu sefer korkuya pabuç bırakmayacak, yüzleşecektim. Vazgeçmemek için vizeyi bile almadan uçak biletimi aldım. Sonrası çok kolay oldu ve gittim.

Hindistan’a ayak bastığım an huzur, güven, inanç (her şeyin yolunda gideceğine dair) doluydum. Ayak bastığım toprağın benim için sadece yeni bir ülke olmadığının farkındaydım. Korkumun sınırları dışına ayak basmıştım ben. Basar basmaz da ruhumda pek aşina olmadığım bir duygu filizlenmeye başlamıştı: Özgürlük.

Yalnızdım, korkmuyordum ve özgürdüm. İnsan korkmayınca her şey nasıl da yolunda gidiyormuş meğer. İlk günden itibaren çok güzel şeyler yaşadım ve tüm gezi boyunca korunduğumu hissettim. Gittiğim yerlerde hep güler yüzle karşılandım. Güler yüzlü kadınların hazırladığı köy sofrasına davet edildim; sabah rüzgârını tenimde hissetmeme olanak veren bir motosiklet arkasında şelale görmeye gittim; köyün tulumbasında neşeyle oynaşarak yıkanan çocukları izledim; yol kenarındaki küçücük bakkalda pişirilen lezzetli samosalarla kahvaltı ettim; antik tapınaklardaki inanılmaz detaylı kabartmaları izledim hayranlıkla; bir turistin kendi başına keşfedemeyeceği nefes kesen yerlere götürüldüm; gittiğim otelde Türk kahvesiyle karşılandım ve sufilik hakkında konuştum; çölde yıldızlardan oluşan gök kubbenin altında uyudum; hayatımda ilk kez deveye bindim: kale manzaralı terasta güneşi selamladım arkadaş olduğum yoga hocasıyla.

Pek konuşkan olmadığım halde tren istasyonunda, gittiğim misafirhanede, yolda, tapınağın bahçesinde insanlarla konuştum; çabucak arkadaşlık kurdum, beraber gezmeye başladım. Gördüm ki seyahat ederken sınırlar, ön yargılar kalkıyor ilişki kurmak, bir başkasının hayatına dokunmak çok ama çok kolaylaşıyormuş. Seçmeden edinmiş olduğumuz etiketlerin etkisinden sıyrıldım, politikalara boş verdim, bir İsrailliyle arkadaş oldum; savaşı lanetledik beraber. Söylenenlerin aksine insanlara güvendim; hiç de pişman olmadım. Çok ama çok yardım aldım.

Sınavlar verdim, kendimle yüzleştim. Hindistan zamansız bir ülke, zaman pek göreceli bir kavrammış, acele etmek faydasızmış. Tüm planlarımın birkaç dakikada alt üst olup, gitmek istediğim yerle alakası olmayan bir kasabaya gitmek üzere olan trene binmeme yarım saat kala, yetişebilecek miyim diye çıldırmak üzereyken tren istasyonu yerine Shiva tapınağına götürülerek kutsandım. Her şeyin yolunda gideceğinden emin olmamız gerekmiş! Başka bir şehirde yaptıkları ilginç organizasyonla beni trene zamanında yetiştireceğini iddia eden üç farklı otel personeline inanmayarak kendimi zorla istasyona bıraktırıp 2 saat trenin kalkmasını bekledim. Meğer bir bildikleri varmış. Tüm o zamanlarda treni kaçıracağım için kaygılandığımı zannederken Hintlilerin kaygı duymayışına sinirlendiğimi sonradan fark ettim. Bir türlü beceremediğim tevekkül bu güzel ülkenin her bir hücresine sinmiş sanki.

Biz düzenli hayatlarımızda her şeyi planlayabileceğimiz yalanına inanıp kendimizi uyuturken akışla gitmeyi seçenlerin çok daha mutlu olduklarını gördüm. Kaos çok da korkulacak bir şey değilmiş. Kaosun içinde dahi her şey tıkır tıkır işleyebiliyormuş, bakınız Hindistan trafiği. Din korku üzerine kurulmak zorunda değilmiş, kutlanarak da yaşanabilirmiş, müzik, dans, her daim bir cümbüş içinde. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun renkleri soldurmaya gerek yokmuş. Hindistan’ı tek bir kelimeyle anlat deseler rengârenk derdim.

Dönüş vakti gelip uçağın koltuğuna oturduğumda kendimi daha dün gelmiş gibi hissettim. Üç hafta kesinlikle yetmemiş, ağzına bir parmak bal çalınıp ortada bırakılmış insan hüznünü yaşıyordum. Üstelik Ankara’da bomba patlamış, insanlar ölmüştü. Geri dönmek istemiyordum. Benim seyahat ederken sınırları, önyargıları aşmam, hepimizin bir olduğunu hissetmem hiçbir işe yaramamıştı. İnsanlar hala kendileri gibi düşünmeyenleri öldürebilecek kadar acımasız, öldürdüklerinin de kendi gibi insan olduğunu, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu unutacak kadar özlerinden ayrı düşmüştü. Hayat acımasızdı ve kötülük her yerdeydi. Yola çıkmadan önce hissettiğim korku ve kaygı ülkemin üzerine sinmişti.

Yine de döndüm. Korktuğum da başıma geldi, değişmiştim. Bir kere gittiğinizde aynı kalmanıza imkân yoktur çünkü. Uzun zamandır sorguladığım şeyler gözüme dayanılmaz görünmeye başladı. Mesela fazla değil, temel ihtiyaçlarımı karşılamama yetecek bir miktar karşılığı neden günümün yarısını (lafın gelişi değil gerçekten 12 saat) iş için harcıyordum? Üstelik yalnız da değildim, çok insan bunu yapıyordu sanki çoğunluğun bunu yapması olayı normalleştiriyormuş gibi. Gerçekten keyif aldığımız bir iş yapmaktan her bahsettiğimde neden kredileri kimin ödeyeceği sorusuyla karşılaşıyordum hep? Ev-iş hattında, akşam televizyon karşısında, hafta sonu alışveriş merkezinde geçen normal yaşamlarımızda mutlu muyduk gerçekten? Sorular bitip tükenmek bilmiyordu.

Çok tehlikeli bir şey yapmış sınır dışına çıkmış, hayatımı bana dayatıldığı gibi değil değişik şekillerde de yaşayabileceğimin farkına varmıştım. Bir kere daha! Bu yeni bir kavrayış değildi benim için, her yurt dışından dönüşte böyle hisseder, sonra düzenli işime gide gele rutine alışır, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ederdim, düzeni değiştirmek kolay iş değildi ne de olsa.


Soru sadece şuydu: Bu sefer farklı olacak mıydı?

*Bu yazı Kuraldışı Dergi' de yayınlanmıştır

14 Kasım 2014

Kasım'da Motor Gezisi Başkadır

Hayatı nasıl yaşayanlardansınız? Her bir anını en ince ayrıntısına kadar planlıyor musunuz? Belki de gündelik yaşıyorsunuz, rüzgâr nerden eserse, nerde akşam orda sabah. İkisini de yapmanın gerekli olduğu anlar oluyor hayatımızda şüphesiz ancak gözlemim şu ki plansız yaşanan zamanlar beklentinin yarattığı hayal kırıklıklarından muaf olduğu için çok daha keyifli geçiyor.

Kasım ayının ilk hafta sonu bir yerlere gidelim diye konuşmuştuk ama Cuma olmasına rağmen nereye gideceğimiz hala netleşmemişti. Akışa güvenmekle ilgili sınav verdiğim bu aralar her şeyden emin olmak isteyen zihnimin sesini kıstığımdan pek fazla aldırış etmedim bu belirsizliğe. Cumartesi sabah yoga dersinden çıkışta öğrendim ki Bozburun’a gidecekmişiz, hem de motorla. Aklımda beliren ilk soru; “ Biraz uzak değil mi?” oldu. Çoktan öğlen olmuştu ve Pazar geri dönecektik.  Kafamdaki soruya cevabımsa şu şekildeydi; “ Harika! Bozburun’u görmemiştim daha önce.”

Bu motora ikinci binişim olacaktı. İlki Eylül ayındaydı ve Phaselis yakınlarında bir yere gitmiştik, 60 km. Bence fena bir yolculuk değildi, aslında yol kısa olduğundan pek de bir şey anlamamıştım. Şimdi yaklaşık 400 km lik bir yola gidecektik.  Neyle karşı karşıya olduğunun farkında olmayan bir insanın sonsuz rahatlığı içindeydim. Kontroller yapıldı; kask tamam, ceket var. Dizlik ve eldiven diye sordu o gün tanıştığım ve arkasına bineceğim arkadaş, yok dedi arkadaşlarım. Olmaz dedi, böyle gidemez, açık bir mağaza bulup alalım. (Dizliği anladım da eldivene bir anlam veremedim. Neden eldivene ihtiyacım olsundu ki? Pırıl pırıl, güneşli ve sıcak bir Antalya günündeydik. ) Bunun üzerine araştırma derinleştirildi, eksik olan dizlik ve eldivenler de bulundu, yola çıkmaya hazırdık.

O kadar alet edevat üzerimdeyken şehir içi trafikte yol almak tam bir işkenceydi. Neyse ki bu ikinci tecrübemdi ve şehri terk ettiğimiz andan itibaren işkencenin biteceğini biliyordum bu sefer. Korkuteli yolunu tırmanmaya başladığımızda, yola çıkmadan önce arkadaşıma sorduğum “ Ceketin içine uzun kollu mu giysem acaba?” sorusundan sonra keşke seçimimi tişört giymekten yana kullanmasaydım diye düşündüm. Ayağımdaki spor ayakkabıların filelerinden rüzgârı yediğimdeyse zihnim Hülya Avşar’ın  “Bu gece uzun olacak besbelli” şarkısını söylemeye başlamıştı çoktan.
İlk durağı Korkuteli’ndeki Mantar Evi’nde verdik. Burda bir çorba içer akşam yemeğini de Bozburun’da yeriz diye planladık. Bu yerin methini duymuş ancak daha önce gitmemiştim,  gerçekten hoş bir yer. Sonbahar güneşini takip ederek bahçede bir masaya oturduk, çorbalarımızı sipariş ettik. Mekân fazla kalabalık olmamasına rağmen çorbalar yarım saat sonra geldi. Menünün neredeyse tamamı mantardan oluşuyor - tatlı dahil-  dolayısıyla mantar çorbası içtik. Lezzetli miydi? Evet, ancak yorumum şu ki; o kadar kremayı üzerime sürsem ben de tadımdan yenmem yani J Mideniz hassassa dokunabilir dikkat. Mantarlı ekmek başarılıydı, kremanın içine serpiştirilmiş mantar reçelinden oluşan mantar tatlısıyla uyduruk geldi bana, hoşuma gitmedi.



Gruba 2 arkadaş daha katılacağı için buradaki mola süremiz tahminimizin ötesinde uzadı. Fotoğraf çektirmek için hoş bir köşe yapmışlar, fotoğraf çekildik onları beklerken.  Bir de açık sahne diye bir yer vardı, ne gibi aktiviteler oluyor bilmiyorum ama biz herhangi bir performans göstermedik.



Yapı olarak temkinli bir insanımdır. Bu insanı hayatta biraz ağırlaştırsa da –hem fiziksel hem ruhsal açıdan-  genel olarak işlevsel bir özelliktir bana göre. Cuma gecesi nereye gideceğimi bilmeden hazırladığım sırt çantama ne olur ne olmaz diye koyduğum eşyalarım beni oldukça rahat ettirdi gezi boyunca.

Mola yerine ulaşana kadar çok üşüdüğümden polarımı  geçirdim üstüme ilk önce. Ayaklarım çok üşüdüğü için bir tane daha çorap giydim. Arkadaşlar gelip yola çıktığımızda soğuğa karşı kısmen daha dayanıklıydım, tabi yayla yoluna çıkmamıştık henüz.
Söğüt’ü geçtiğimizde hava yavaştan kararmaya başlamış, yüksekliğin de artmasıyla sıcaklık iyiden iyiye düşmüştü.  Bedenim soğukla mücadele etmeye başlar başlamaz zihnim de mücadeleye katılmakta gecikmedi. Bu yolculuğa hazırlıksız çıktığım için kendimi eleştirmeye başladım. Ne işim vardı burda, yeterli donanımım olmadığı halde neden bu yola çıkmıştım, hem motor benim neyimeydi, envai çeşit vıdı vıdı. Bir benzin istasyonunda mola verip diğer arkadaşlarla buluştuğumuzda gördüm ki yalnız değilim. Yola uygun kıyafetleri olan arkadaşlar bile çok üşümüşler. Hiç çay içmeyen biri olarak belki ısınırım umuduyla bir çay içişim vardı ki, görülmeye değer. Soğuktan uyuşmuş ellerimi normale döndürmek için elimden bırakmadığım sıcak çay bardağıyla yola eldivensiz çıktığımı düşünerek eğlendirdim kendimi biraz. Enerjimizi arttırmak için çikolata yedik. Sihirli çantamdan çıkardığım eşofman altını kot pantolonumun üzerine giyerek üzerime bir katman daha ekledim. Çantama koyduğuma çok emin olduğum uzun çoraplarımıysa bir türlü bulamadım. (Eve döndüğümde yatağımın altında buldum kendilerini, almaya niyet etmişim ancak eşyaları yerleştirirken yere düşmüşler. )
Tekrar yola koyulduğumuzda gün batımının etkisiyle gökyüzü muhteşem renklere boyanmıştı. Fethiye’ye doğru inerken ılık ılık esen rüzgâr vücudumla dans ediyordu adeta. Alacakaranlıkta zar zor seçebildiğim manzarayı kelimelerle ifade edemiyorum, Babadağ olduğunu zannettiğim -ya da uydurduğum- dağ, orman, rüzgâr, ay, kokular, şu an yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. İçimi bir şükran duygusu kapladı, iyi ki bu yolculuğa çıkmıştım.
Fethiye’yi geçtiğimizde güneş tamamen battığından hava yine soğudu, saat nerdeyse 8 olmuştu. Benzin istasyonundaki molada akşam yemeğini ne yapalım, bu gece Bozburun’a kadar gidelim mi yi tartıştık ve Marmaris’te karar vermeye karar verdik. Yine çay içtik, çikolata yedik. Mola yerinden ayrılırken çantamdan –niye o zamana kadar giymediğime anlam veremediğim- kaz tüyü montu çıkarıp giydiğimde çantamdakilerin  %80 i üzerimdeydi artık.



Karanlıkta yol alırken aklıma iki yıl önce Bodrum’a yaptığım otobüs yolculuğu düştü, hayatımın ne kadar da zor bir dönemindeydim. Sonra zihnim daha da gerilere gitti, 2003 yılında otostopla Antalya’dan Datça’ya yaptığım yolculuğa. Bu yol benim için tanıdık bir yoldu, hayatımın değişik evrelerinde birkaç kez geçmiştim. Şimdi zifiri karanlıkta, bir motosikletin arkasında, bazen niye böyle bir şey yaptığıma anlam veremeyerek, bazen korkarak, bazen keyif ve şükran duyarak tekrar geçiyordum bu yoldan. Marmaris’e geldiğimizde yemeği kesinlikle burda yemeye karar verdik. Yemek süresince de burda mı kalalım, Bozburun’a mı geçelim diye konuştuk. Gruptan hiç kimse Bozburun’a daha önce gitmediğinden orada kalacak bir yer bilmiyorduk, oldukça yorulmuştuk, saat 10 olmuştu. Kimsenin motora binesi kalmadığı için Marmaris’te kalmaya karar verdik. Kalacağımız oteli nasıl seçtiğimizden burda bahsetmeyeceğim, sadece kalabalıkla karar vermek gerçekten zor oluyor diyeyim.

Muhtemelen sezon kapanmış olduğundan gerçekten çok uygun fiyatlı olan otelimizde ihtiyacımız olan her şey vardı. (Bu her şey benim için sıcak su ve temiz bir yataktır.) Sıcak duşun altında tüm yolun tozunu, yorgunluğunu ve üşümüşlüğünü üzerimden atınca uyku bastırdı. Yine de hayat beklemez deyip lobiye arkadaşların yanına indim. Herkes yorgun doğal olarak ama muhabbetimizde bir eksik yok şükür. Birkaç kişi, motor ve motor malzemelerinden bahseden  gruptan ayrılıp dışarı çıktık. Güzel bir müzik muhabbeti başladı. Herkesin alakasız şarkılardan oluşan karma karışık bir müzik listesi olur ya, ben de istisna değilim, ordan şarkılar dinledik. Aslında çok basit olan hayatı nasıl da karmaşıklaştırdığımızdan, yaşamak için fazla bir şeye ihtiyacımız olmadığından, sistemden bahsettik. İlerleyen saatlerde bir arkadaş daha katıldı bize. Bu arkadaşı ben çok takdir ediyorum. İçimizde en uzun çalışma saatlerine sahip olmasına rağmen hiçbir organizasyonu kaçırmıyor. Cumartesi tam gün çalışıp işten çıkar çıkmaz yanımıza gelmek için tek başına yola çıkmış. Oteli bulana kadar nasıl kaybolduğunu anlattı, güldük. Saat biri geçmişti geldiğinde. Seviyorum yaşamaya üşenmeyen insanları. Saat 3 civarı artık yatmaya karar verdik.  Sabah 9.30 kahvaltı 10 da çıkış diyerek odalara dağıldık.

Öyle güzel uyumuşum ki anlatamam. Sabah çantamı topladıktan sonra aşağı indiğimden saat 9.30 u geçmişti biraz. Bir grup kahvaltıyı bitirmek üzereydi, birkaç kişi benden sonra geldi. Kahvaltı fena değildi. Rotayı konuştuk. Buraya kadar gelmişken en uca Datça’ya kadar gitmeden olmaz dendi. Zaman kısıtlı doğrudan Bozburun’a geçelim, orda daha çok vakit geçirelim dedik. Gönüllü grup liderimiz çıkış saatiyle ilgili biraz tavır yapınca ortam hafiften gerilse de 10.15 itibariyle yola çıktık. Güzelce uyumuş dinlenmişiz, hava pırıl pırıl, keyfimiz yerinde. Grup liderimizin isteği doğrultusunda Datça’ya doğru yollandık. Bu yolu önceden biliyordum ancak motorla gitmek çok daha farklıymış. Toplamda 5 motor, 8 kişiyiz. Geçtiğimiz, mola verdiğimiz her yerde ünlü muamelesi görüyoruz; insanlar el sallıyor, korna çalıyor, değişik bir duygu. Yolda manzarası güzel bir yerde mola verdik, fotoğraf çekildik.



11 senede Datça’da fazla bir değişiklik olmamış. Sahilde bir kahveye oturduk. Öyle sakin, öyle huzurlu ki. Belli bir yaşın üzerindeki insanlar denize karşı oturmuş çaylarını yudumluyorlardı sakin sakin. Bizim gelmemizle ortamın dinginliği bozuldu, gittiğimiz yeri hareketlendiriyoruz, gürültülüyüz az biraz J Grupta birkaç bilgisayar oyunu müptelası var, mola verdiğimiz her yerde açıp köylerinin durumunu kontrol ediyorlar, ben de dalga geçiyorum onlarla. Diğer grup Facebook’a gömülmüş. Biraz üzülüyorum bu duruma, teknolojiyi yanlış anlıyoruz gibi geliyor bazen. 8 kişi, böyle güzel, huzurlu bir ortamda oturmuşuz, sohbet etsek ya. Zaman değişiyor...



Deniz’e Datça’da mı girsek diye kısa bir konuşmanın sonrasında Bozburun yakınlarında girmeye karar verip yola çıktık. Bozburun sapağından girdikten sonra harika bir yol başladı. Belki de ilk kez görmem sebebiyle gezinin en çok bu kısmı hoşuma gitti benim. Kızkumu diye bir yerde mola verdik. Denizde suyun oldukça sığ olduğu bir bölge var burda, uzun süre yürümenize rağmen su ayak bileklerini geçmiyor. Bu da denizin üzerinde yürüyormuşsunuz hissi uyandırıyor, ilginç bir yer. Hemen üzerimizi değiştirip İsa Mesih misali denizin üzerinde yürüdük bizde. Su soğuk değildi ancak hava çok rüzgârlıydı. Elbette bu beni yıldırmadı. Uzun zamandır sezonu kapamaya niyetliydim ancak bir türlü denk getirip denize gidememiştim, kısmet burayaymış. Yüzdüm gönlümce, yaza veda ettim, deniz sezonunu kapadım. Denizden çıktığımızda karnımız oldukça acıkmıştı. Bozburun’da yemeye karar verdiğimizden hemen giyinip yola çıktık. Dediğim gibi, yol, manzaralar muhteşemdi.


 
Yeni bir yere gittiğinizde orası hakkında kararınızı ilk anda verirsiniz, ya seversiniz ya da sevmezsiniz. Bozburun’a dair bilgim Bülent Ortaçgil’in yılın belirli bir kısmını geçirdiği yer olması ve kendisine yakılmış aynı isimde güzel bir şarkının bulunmasından öte geçmese de görür görmez sevdik birbirimizi. İlk görüşte aşk diyecek kadar kuvvetli olmasa da pek hoşlandığım bir delikanlıya beslediğim hislerle yaklaştım ona.
İlk dikkatimi çeken yabancı bir havasının oluşuydu; sanki Türkiye’de bir kasaba değildi. Motosikletleri koyduğumuz yerden deniz kenarındaki binalara bakarken içim huzurla doldu, kalmak için geri gelmeye karar verdim buraya. Yemek yiyecek yer aramaya başladık vakit kaybetmeden. İç  kısıma dalıp kebapçı tarzı birkaç yere baktık, kimseden ses çıkmadı. Kasabalı tarafından bize önerilen deniz kenarındaki yere gitmeye karar verdik pizza yemeye. Aslında durduğumuz an gözüme kestirmiştim burayı, uzaktan çok hoş görünüyordu. Yaklaşınca daha da sevdim, deniz kenarında, küçücük, çok şirin döşenmiş sımsıcak bir mekândı ancak düğünleri olduğu için mutfak kapalıymış. Biz de düğün yemekli mi diye sorduk, yemekliymiş. Bu adamla konuşmadan önce Nil davul sesini duymuş düğüne gitmeyi önermişti zaten, adamda söyleyince gitmeye karar verdik. Karar verdik derken;  iki Trakyalı olarak Nil ve ben karar verdik, diğerleri de bize uymak zorunda kaldı daha ziyade J Biz çok mutluyduk, hem karnımızı doyurup hem de oynayabilecektik. Grup liderimiz motorların yanında kalacağını söyledi.
Düğün kalabalıktı, çoğunluk oynuyordu. Yemek faslı bitmiş gibi görünüyordu. Tencerelerin yanına yaklaştık, yemek vardı ama temiz kap kacak yoktu. Bir şeyler ayarlayıp yemeye koyulduk. Yemeklerin servisinden sorumlu abiyle sohbet etmeye başladık. Görevini bitirmiş olmanın rahatlığıyla demleniyordu, herkesin kafası güzeldi. Bize de önerdiler ama yola çıkacağımız için pek yanaşmadık. (Yanaşanlar da oldu elbette J) Ortam gerçekten çok güzeldi. Düğün Perşembe gece başlamış, biz gittiğimizde Pazar akşamdı. Dün gece gelseydiniz kalamar, karides de vardı dediler. Gece burda konaklasaymışız çok farklı bir ortam olabilirmiş. Karnımız doyunca kalktık oynadık biz de. Bu düğün kısmı çok farklı bir hava kattı geziye. Oranın yerlileriyle konuşmak, yemek, müzik, her şey çok güzeldi. Hava yavaştan kararmaya başlayınca düğünden ayrıldık.



Motorların yanına geldik. Karın tokluğunun rehavetiyle yol birden inanılmaz büyüdü gözümde. Hava kararmak üzereydi ve biz daha Bozburun’daydık. Karanlıkta motor üstünde 400 km!  O tokluğun üzerine giydiğim kat kat giysi de zihnimin bana yaptığı baskıyı kat be kat arttırdı. Kendimi çok kötü hissettim ve gitmek istemedim ama yapacak bir şey yoktu. Bozburun’dan  Marmaris sapağına kadar yol gün batımıyla beraber bir başka güzeldi. Selimiye, Orhaniye, gördüğüm koylar,  duyduğum kokular ve yine o ılık rüzgâr. Buraya kesinlikle tekrar geleceğim.

Hava iyice kararınca yol yine zorlamaya başladı. Yol zor geldikçe de zihnim kötü senaryolar üretmeye. Her virajda motor yere yaklaştıkça düşecekmişiz gibi hissettim. 140 km hızla gidiyoruz,  önümüze bir şey çıkarsa motordan nasıl düşerim, hangi kemiklerim kırılır filan derken baktım gezinin tüm keyfi kaçmış. Sonra uykum gelmeye başladı. Koşullar zorlu olsa da göz kapaklarım kapanmak için direniyor bense uyursam motorun dengesi bozulur,  düşeriz diye korkuyorum. Marmaris’e yaklaşınca 2 motor çok uykuları geldiğini söyleyerek Marmaris’te kahve molası vermek istedi ancak öndeki diğer 2 motorla bağlantımız kalmadığından biz durmayıp devam ettik. Ben yine sızlanıyorum içimden, ah biz de mola verseydik, dayanamayacağım daha fazla, biraz dinlensem iyi gelirdi belki. Gözümün önünden kahve fincanları geçiyor. Marmaris’ten benzin istasyonuna kadar geçen o yarım saat bana bir ömür gibi geldi. Durduğumuzda bacaklarım tamamen uyuşmuş olduğundan motordan zorlukla inebildim. Bu yolculuktan öğrendiğim bir şey varsa; düşüncelerimiz büyük oranda fiziksel koşullarımız tarafından şekillendiriliyor. Fiziksel olarak rahatsızsanız her şey ıstırap verici olabilir.
İner inmez kahve makinesine koştum. İki tane kahveyi içince biraz kendime gelir gibi oldum. Biz o kadar hızlı gitmişiz ki önümüzde sandığımız 2 motor bizden 10 dakika sonra geldi. Arkadaşları görünce keyfim yerine geldi. 15 dakika sonra diğer 2 motor da geldi. Hepimiz toplanınca ne yapacağımızı konuştuk. Yayla yolundan gidersek yolumuz kısalacak ancak çok üşüyecektik. Sahil yolu 5,5 saat sürecek olması sebebiyle mantıklı değildi. Bir kısım Fethiye’de konaklamayı, bir kısım Kaş’ta kalmayı ve sabah yola çıkmayı önerdi ancak çoğunluğun sabah işte olması gerekiyordu. Son karar herkesin yayla yolundan gitmesi oldu.

Gezinin en enteresan kısmı da bu kararı aldıktan sonrasıydı. Hepimiz çok üşüyeceğimizin farkında olduğumuzdan kendimizce bir takım önlemler almaya başladık. Montunun içine gazete sıkıştıranlar mı istersiniz, çorap katmanları arasına naylon poşet giyenler mi. Spor ayakkabılarımın üzerine giydiğim poşetler güvenli olmadığı gerekçesiyle (Zincirlere takılabilirmiş) çıkartıldı. Çantalarımızda giyecek namına ne varsa üzerimize geçirdik. Operasyon tamamlandığında robocop gibi hissediyordum kendimi, hareket yeteneğim büyük oranda kısıtlanmıştı. Tüm bunlar olurken gerçekten çok eğlendik. Gerçekleşmesinden korkulan bir olay öncesi histeri krizi geçiren 8 insan. Şimdi korktuğumuz başımıza gelmedi desem yalan olur. Fethiye-Söğüt arasındaki o 100 km de nasıl üşüdüğümü, neler hissettiğimi size nasıl anlatsam? Öyle anlar oldu ki; dedim tamam, ben bu elleri istemiyorum artık, kessinler de kurtulayım. Bu yolu asla tamamlayamayacağımı, Antalya’ya asla geri dönemeyeceğimi düşündüm. Neyse ki mola verince geçti hepsi  J

Söğüt’e ilk biz vardık.(Hız sebebiyle). 2 motor Söğüt’e gelene kadar arada mola vermiş, onun da etkisi var tabi.  Ben sobaya yapıştım ama hiçbir şey hissetmiyorum. Çorba sorduk yok dediler, yapın dedik bizde. Hemen adaçayı söyledik. Köylüler oturmuş dizi izliyor sıcak soba yanında, onlara bakınca içim sıcacık oldu. Dedim Serap, ne arıyorsun dışarlarda J  Nedir bu  “yeni” ve ” daha" arzusu?  Öte yandan ellerim bu kadar üşümese orda olduklarını nasıl hissedeceğim? Soba yanında otururken unutup gidiyorsun işte varlıklarını. İş;  ikisi arasındaki dengeyi bulabilmekte.  Bazı şeyler var aramakla bulunmuyor, dışarda değil onlar, içerde. Gel gör ki içerdekileri fark edebilmek için dışarı çıkmak gerekiyor bazen.   Yolda olmayı çok seviyorum ben.



Diğerleri geldiğinde çorbalar hazırdı, güle oynaya içtik. Isınır ısınmaz keyfimiz yerine gelmişti yine. Fazla üşümemek için yavaş gitmeye ve Antalya’ya kadar bir mola daha vermeye karar verdik. Ellerimin üşümesine çözüm olarak üzerlerine oturmamı önerdiler. Kulağa garip gelse de kesinlikle işe yarıyor.

Sonraki molaya kadar pek zorlandım. Bu son mola yerinde - belki Antalya’ya yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla- muhabbet zirve yaptı.  Benzin istasyonunda çalışanlar kopuyor biz konuştukça, aynı şekilde biz de.
Antalya’lı değilim ancak Kepez’i inmeye başladığımız an (Sadece bu yolculuğa has değil memleketten gelişlerde bile böyle bu) evimde hissettim kendimi. Sadece 1 gün önce ayrılmıştım ama çok uzun zamandır uzaktaymışım da geri gelmiş gibiydim. Eve ulaştığımda saat 1 olmuştu. Bozburun’u da görmüş olmanın mutluluğuyla uykunun kollarına bırakıverdim kendimi sıcak yatağımda.