17 Şubat 2015

Kedi ve Sen

Sen konuşmayı seversin,  kedi yazmayı. Yazarken kendini daha iyi ifade ettiğini düşünüyormuş, öyle diyor. Kelimeler zihninden parmaklarının ucuna ulaşana kadar içeride işlenip olmaları gereken hale gelmeliymiş önce. Böylece sadece düşünceden değil duygudan da ibaret olacaklarmış.

Kedi uzun vadeli planlar yapmayı bırakalı biraz olmuş. Sahip olduğu tek şeyin “şu an” olduğunun farkına varmış çünkü. Gelecek belki de hiç var olmayacakmış. O yüzden hayatının amacını içinde bulunduğu anı kutlamak yapmış. Hiç değişmeyecek sandığı koşulların saniye gibi kısa bir sürede değiştiğine şahit olduğundan kararlarını içinde bulunduğu koşullara göre vermeyi de bırakmış. Her an her şey olabilirmiş. Bundan endişe duymak yerine olabilirliğin sağladığı özgürlüğün tadına varmayı seçmiş.

Kedi en uzak mesafenin birbirini anlamayan iki insan arasında olduğunu öğrendiğinden fiziksel mesafeler önemini yitirmiş. Birkaç cümlenin okyanusun ötesinde hiç tanımadığı birinin gözünde yaşa, karnının altında yaşadığı tatmine sebep olduğunu görünce uzaklığın ne kadar göreceli olduğunun farkına varmış. Mesafe zihindeki bir yanılsamadan ibaretmiş.
Kedi sevmenin tek bir formunun olmadığını anlamış. Kedi seni seviyor diye senin de kediyi sevmene gerek yokmuş. Pek çok şekilde sevmek mümkünmüş. Sevgi ruhun ışığıymış.
Sevmek tek başına da mümkünken karşıdaki de seni sevdiğinde biraz daha başkaymış yine de. Öteki izin verdiğinde görebilirmişsin kendini onun aynasında. İki yarımdan bir bütün oluşturmak değilmiş amaç, iki bütünün aslında ayrı değil “bir” olduklarının farkına varmalarıymış sadece.

Uyum iki kişi arasındaki enerji akışıymış. Bazılarıyla bu akışı yakalamak zaman ve çaba gerektirirken bazısıyla kendiliğinden oluverirmiş. Daha önce gerçekleşmemiş bir kavuşma anı. Aramaya gerek yokmuş, her şey yerli yerindeymiş. İki tarafta yolu biliyormuş, daha önce o yoldan geçmişler gibi. Kedi bunun çok sık gerçekleşen bir şey olmadığının farkındaymış, o yüzden çok kıymetliymiş onun için.

Kedi acı çekmemek uğruna yaşamaktan vazgeçtiği şeylerin sonrasında daha büyük acıya yol açacağını bildiğinden daha cesur olmaya karar vermiş. Kırılabileceğini bilmesine rağmen yüreğini sonuna kadar açacakmış artık.

24.06.2014

13 Şubat 2015

Gel Etme İki Gözüm


- Aaaa gözüne ne oldu?

-Nolmuş ki?

- Kıpkırmızı olmuş.

- Ayna var mı yanında?

-Al bak.

-Boşuna değil,  yanıyor sabahtan beri.

-Noldu ki acaba?

-Gerçek kaçmıştır içine.

-Gerçek mi kaçmış, o da ne demek? Neyin var senin bugün, deli deli konuşup duruyorsun.

-Gerçek kaçmıştır diyorum. Aslına bakarsan içine kaçmamış, dışarı çıkmış gözümden. Ne zamandır debelenip duruyordu içimde.

4 Şubat 2015

Cazdan Prangalara

Sizin de plak takılır mı zaman zaman? Hayatınızda bir şeyleri tekrar etmeye başladığınız dönemler olur. O dönemlerde değişik keşiflerde bulunursunuz bazen, mesela çok güzel bir film izlersiniz ve birden farklı görünmeye başlar her şey gözünüze. Takılma yön değiştirir birden, yönetmene takılırsınız, kimmiş, daha önce hangi filmleri çekmiş araştırır, diğer filmlerini bulur buluşturur izlersiniz. Biraz daha, biraz daha girmek istersiniz o dünyaya. Kim Ki-duk’la ilişkimiz böyle başlamıştı.

Ya da bir şarkı çalınır kulağınıza girdiğiniz kitapçıda, tüyleriniz diken diken olur.  Albümü alır dinlersiniz bir daha ve bir daha. Her dinleyişinizde başka şeyler duyarak ve bu tekrardan hiç sıkılmayarak, tüm duygusunu içinize alıp her bir hücrenize sindirerek. Önce birkaç şarkıdır takıldığınız, dönüp dönüp onları dinlersiniz. Sonra bu güzelmiş, bu da güzelmiş derken bir bakmışsınız tüm albümü benimsemiş, kişiselleştirmiş, kendinizden bir parça haline getirmişsiniz. Bu şekilde dinlediğim son albüm Buika’nın 2013 te çıkardığı La Noche Más Largas albümüydü.

2015 yılının ilk hediyesi güzel bir albüm oldu;  Ervah-ı Ezel. Ne kadar da güzel bir isim; ruhların ilk yaratıldığı zaman anlamına geliyormuş. Halil Sezai’nin albümünü dinleyene kadar hiç duymamıştım türküyü. Albüm çoğu duymaya alışık olduğumuz -bazıları da meraklısının bildiği- şarkı ve türkülerin yeniden düzenlemelerinden oluşuyor. Bilinen bir şarkıyı alışılmışın dışında bir yorumla söylemek oldukça riskli bir iştir; çoğu zaman sonuç pek başarılı olmaz, kulak alıştığı şekli arar durur çünkü. Bu albümde ise bu durumun tam aksi gerçekleşti benim için. Prangalar gibi normalde dinlemeyeceğim bir şarkı yapılan düzenlemeyle bambaşka bir hale büründüğünden içimde garip duygular uyandıran güzel bir şarkıya dönüşüverdi mesela. İki keklik türküsünü çok severim, en çok da Erkan Oğur yorumunu beğenirim.  Bu albümdeki yorumunda öyle güzel enstrümanlar kullanmışlar, enstrüman çeşitliliğini o kadar güzel bütünlemişler ki dinlerken alıp götürüyor. Halil Sezai şarkıları güzel yorumlamış ancak albümün başarısı büyük oranda Ekin Eti’nin düzenlemelerini yaptığı müziklerinden kaynaklanıyor bana kalırsa.
Şarkıların oldukça “Damar” olduğu bu albümü bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de içinde bulunduğum ruh hali muhtemelen. 
İtiraf ediyorum; benim çok fena bir damarım var sevgili okur!  Her daim şeylerin nasıl olması gerektiğine dair fikirleri olan ve bu fikirleri arsızca, olur olmaz zamanlarda, avaz avaz kulağıma bağırıp duran.  İstediği olmadığı zaman tüm dünyayı yakıp yıkmak isteyen, kızan, öfkelenen, küçük bir çocuk gibi yerlere yatıp tepinen. Ölümüne isteyen ve istediğini oldurmak için çırpınırken en çok kendine zarar veren, acıtan, kanatan, canı çok yanan ve yandıkça-sözüm ona-  buna sebep olanın canını yakmak isteyen. Tüm dünyanın yüzüne haykırdıklarını bilmezden gelen, hırsından gözlerimi kör, kulaklarımı sağır, dilimi lal eden. Her seni dinlemiyorum deyişimde “Ama bunlar hep senin iyiliğin için” diye kulağıma fısıldayıp duran. Benim bir damarım var, tuttu mu mümkün değil bırakmayan. Siz de tanırsınız, hatta belki sizin bile vardır bir damarınız adına EGO denen.

İşte benim damarım şahlandı bu sıralar ve beni kandırmaya çalışıyor. Öyle şekillere bürünüyor, kendini öyle ustalıkla saklamayı başarıyor ki az daha inanacağım söylediklerinin gerçek olduğuna.  Sen onu seviyorsun ama o seni sevmiyor diyor misal.  Sevgi bir alışveriş değildir diyorum, illa bir karşılığının olmasına gerek yok.  Seni senin onu sevdiğin kadar sevmiyor diyor bu sefer. Sevgi ölçülmez ki diyorum, hem neye göre karar vereceğiz kimin ne kadar sevdiğine. Kendisinden o kadar emin ki hiçbir cevabı kabul etmiyor;  sevseydi şöyle yapardı, böyle davranırdı ardı ardına sıralıyor. Ona göre sevmenin bir reçetesi var, içindekiler de mutlak ve değişmez. Bir tanesi bile eksik olsa kıyametleri koparıyor. Dayanabilecek gibi değil birinin hele de en kıymetlinin onu sevmiyor olabileceği ihtimaline, sanki ölecek. Arada bir bilge yanım başını kaldırıp bir laf edecek olsa hemen ağzının payını verip yerine oturtuyor. Ben de ikisi arasındaki bu çekişmeyi sisler arkasından, acıklı bir filmi izler gibi izliyorum.
Tüm bunlar olurken yüzüme tokat gibi çarpan bir cümle ilişti gözüme dün, diyordu ki  “ O da sevmeyiversin.” Bu kadar basit işte.  Sahi ne olur beni sevmezse? Kabulde olmak ne kadar da özgürleştirici ama bu kadar drama arasında mümkün mü? Düalizmin doruklarında gezinirken, sırf istediğim karşılığı alamıyorum diye “öteki”ni düşman ilan etmişken, yarayı sağaltacağım yerde kabuğunu defalarca kaldırıp onu derinleştirmeyi marifet sayarken mümkün mü? Gerek var mı gerçekten bu kadar acıya? Belki de var, belki de acı bizi büyüten.

Zor geçirdiğim bir günü anlatırken arkadaşım dedi ki bu kadar yoga yapıyorsun, nefes tekniği biliyorsun neden uygulamadın? İnsanım çünkü dedim.  Sanıyoruz ki yolu bilmekle yolda yürümek aynı şey, değil tabi ki.  İnsanın öğrendiklerini hayatına geçirmesi için iyice sindirmesi lazım. İnsan olmak kolay iş değil, kor ateşlerde yürümek, değirmenlerde öğütülmek gerekiyor bazen.  
Aynı arkadaşım Halil Sezai’nin albümünü çok beğendiğimi söyleyince kolay gelmedin sen de buralara dedi, cazdan prangalara. Hangimiz kolay geldik ki olduğumuz yere?