18 Aralık 2015

*Yogada Ne Buluyorum?

Yoga deyince insanların kafasında çok değişik şeyler canlanıyor. “Ne yapıyorsunuz, bütün gün oturup ‘OMMM’ mu diyorsunuz? Yerden yükseliyor musunuz?” diye soran gerçeküstücüler, Ayı Yogi diyerek ya da Recep İvedik’deki yoga sahnesini anlatarak komiklik yaptığını zanneden şakacılar, “Yoga yapacağına namaz kılsana” diyen nasihatçiler ve “Aman fazla kendini kaptırma” diye tembihleyen temkinlilerin yanı sıra yogayı sihirli değnek zanneden hayalperestler var: “Çok kilo verdiriyor, stresten arındırıyor değil mi?”

Geçen akşam, yemek yerken, arkadaşım bana şu soruyu sordu: “Ne buluyorsun yogada?” Sustum bir süre; düşündüm. Yukarıda saydığım gruba dahil biri olsa umursamayıp geçeceğim. Benim gibi hayata merakla yaklaşan biri olduğu için açıklamak istedim ama kelimelerle açıklayamayacağımı da biliyordum. Çok iyi tanımlamasına rağmen “Anlatılmaz, yaşanır.” desem çok klişe olacaktı. Yogada ne bulduğumdan çok yoga yaparken kendimi nasıl hissettiğimi anlatmaya çalıştım ben de; ne kadar başarılı oldum bilemiyorum.

Sonraki günlerde biraz düşündüm bunun üzerine. Konuşarak anlatamadıklarımı yazarak ifade etmek istedim; sizlerle de paylaşmak isterim.

Yoganın bana ilk katkısı beni bedenimle tanıştırmak oldu. Uzun zaman varlığını unutmuş olsam da yoga yaparken farkına vardım ki benim bir bedenim varmış. Konuşuyormuş da üstelik; ben dinlemeyi bilmediğimden sesini duymuyormuşum. Dinlemeye, ona göre hareket etmeye başladım. Bir pozda ne kadar kalacağıma, hareket ederken ne kadar ileri gideceğime o karar verdi. Onu dinledikçe esnedim, güçlendim. Derslerdeki farkındalık dışarda da kendini gösterdi; karnım acıkınca yemeye, uykum geldiğinde uyumaya başladım. Hiçbir şey yapmadan sadece bedenimde olduğumu hissetmek bile öyle büyük bir mutluluk ki.

Yoga yaptıkça kollarım, bacaklarım, omurgam uzadı sanki. Bu birebir fiziksel bir uzama olmayabilir ama ben uzadıklarını hissediyorum. Onlar uzarken bir yandan da genişliyorum sanki vücudumun içinde. Zaman ilerledikçe bu genişlemeyi çok daha net bir şekilde hissediyorum. Her yoga yapışımda içimde kocaman, ferah odalar açılıyor ve ben onları nefesle dolduruyorum.

Yoganın en sevdiğim yanı ulaşılacak bir nokta koymaması. Hareketleri bedenimin izin verdiği ölçüde, yapabildiğim kadar yapmak. Önemli olan hareketi iyi, güzel, uzun yapmak değil çünkü. Asıl olan anda mevcut olmak; bedenimle, zihnimle, ruhumla. O gün, o an nasılsam öyle. Bu öyle güzel bir kabul etme ve teslim olma hali ki yüksek müzik eşliğinde, kalbim yerinden çıkacakmışçasına hareket ettiğim spor salonundan tükenmiş halde çıkmaktan çok çok uzak. Yorulduğumda durmak ve tekrar kaldığım yerden devam edebilmek büyük özgürlük.

“Lazım” lardan, “-meli”, “–malı” lardan, kıyaslamalardan büyük ölçüde kurtuldum. Zihnimdeki tekerlemeleri takip etmek zorunda olmadığımı öğrendim. Zihin sürekli konuşuyor; işi bu. Mesela diyor ki: “Bu hareketi yapman lazım! Daha geçen gün yaptın aynısını, şimdi nasıl yapamazsın?!” ya da “Bak bakalım yanındaki nasıl yapıyor?” Bende diyorum ki “Öyle bir zorunluluğum yok. O gün öyleydi, şimdi böyle. Onun vücuduyla benim vücudum aynı değil.” Zihnimin söylediklerini dinlemeyi ama dahil olmamayı öğreniyorum. Olmak zorunda olduğum biri olmadığını kavrıyorum. Serap olmak için başarılı olmaya, şunu yapmaya, bunu giymeye ihtiyacım yok, ben zaten olduğum kişiyim.

Nefes almayı öğrendim. Günlük hayatlarımızda nefes almayı unutmuşuz ne yazık ki. Birkaç derin nefesle zihindeki gevezeliği susturmak, vücudu enerjiyle doldurmak mümkün. Doğru nefes alınca çocuklar gibi şen, enerjik oluyor insan.

Vücudumda, zihnimde sessizleştikçe dışarıdayken de sessizleşmeye başladım. Her zaman konuşmak, fikir bildirmek, taraf olmak, sohbet başlığı altında başkasının kafasının içindeki monologlara dahil olmak zorunda değilim.


Bedeni fark etmek, doğru nefes almak, zihni sakinleştirmek hepsi iyi güzel de ben en çok yoga yaptıktan sonra ki “o hal”e vurgunum yogada; kafamda dileklerim, isteklerimle başlayıp yoga bitip te oturduğumda isteyecek tek bir şey bulamadığım o hale. Her şeyin tam ve bütün olduğu, şükran dolu olduğum, ağzımı açıp tek bir kelime etmek istemezken ağaçların, kuşların sesini duyduğum o hale. O hal ki hepimiz BİRiz ve başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok hayatta.

*Bu yazı Kuraldışı Dergi‘de yayınlanmıştır.

8 Aralık 2015

*Sınır Ötesi

Bir gün tanımadığım bir çocuğun çok korktuğu bir ana tanık olmuştum. Korkmaktan biraz da utandığını görünce onu rahatlatmak için “Merak etme” demiştim ona, “Herkes korkar, büyükler bile.” Çocuk çevikliğiyle hemen soruyu yapıştırmıştı ; “Sen neden korkarsın?” O an donup kalmıştım. Zihnimden hemen karanlık, yükseklik, böcek gibi somut şeyler geçmişti söylemek için ancak bunların hiç birinden korkmuyordum ben. Düşünüp, düşünüp bir şey bulamamıştım. Korkmaktan bile korkuyor muydum acaba?

Geçen yıl Hindistan’a gitmeye niyetlendim. Araştırmalar, hazırlanan rotalar, her şey tamam gidiyorum derken görünmez bir el beni durdurdu. Gitmeyi çok istememe ve görünürde gitmemek için hiçbir sebebim olmamasına rağmen gidemedim. Neden gidemediğime de bir türlü anlam veremedim. Sordum kendime defalarca, cevap yok. Akışına bırakmaya karar verdim. Zaman geçti, bir yıl sonra içimdeki ateş yanmaya başladı yine, Hindistan’a gitmeliydim ama karar veremiyordum bir türlü. Dürüst olunca gitmekten korktuğumu fark ettim. Hindistan’a gitmekten çok Hindistan’a yalnız gitmekten korkuyordum. Daha önce yalnız yola çıktığım olmuştu ancak yolun sonunda tanıdığım birileri vardı o zaman. Gerçek anlamda yalnız başıma seyahat etmemiştim hiç ve bu bilinmez deneyimden korkuyordum. Korkum yalnız bir kadın olarak Hindistan’da seyahat etmenin zorluklarıyla ilişkili gibi görünse de (bu da bir gerçeklikti elbette) daha derinde başka bir şeyden daha fazla korktuğumu hissediyordum. Döndüğümde aynı olmayacağımı biliyordum ve değişmekten ölesiye korkuyordum. Bilinmezlik, değişim korkusu, rahatlık alanımdan çıkacak olmanın huzursuzluğu beni gitmekten alıkoymuştu onca zaman.

Zamanı gelmişti; bu sefer korkuya pabuç bırakmayacak, yüzleşecektim. Vazgeçmemek için vizeyi bile almadan uçak biletimi aldım. Sonrası çok kolay oldu ve gittim.

Hindistan’a ayak bastığım an huzur, güven, inanç (her şeyin yolunda gideceğine dair) doluydum. Ayak bastığım toprağın benim için sadece yeni bir ülke olmadığının farkındaydım. Korkumun sınırları dışına ayak basmıştım ben. Basar basmaz da ruhumda pek aşina olmadığım bir duygu filizlenmeye başlamıştı: Özgürlük.

Yalnızdım, korkmuyordum ve özgürdüm. İnsan korkmayınca her şey nasıl da yolunda gidiyormuş meğer. İlk günden itibaren çok güzel şeyler yaşadım ve tüm gezi boyunca korunduğumu hissettim. Gittiğim yerlerde hep güler yüzle karşılandım. Güler yüzlü kadınların hazırladığı köy sofrasına davet edildim; sabah rüzgârını tenimde hissetmeme olanak veren bir motosiklet arkasında şelale görmeye gittim; köyün tulumbasında neşeyle oynaşarak yıkanan çocukları izledim; yol kenarındaki küçücük bakkalda pişirilen lezzetli samosalarla kahvaltı ettim; antik tapınaklardaki inanılmaz detaylı kabartmaları izledim hayranlıkla; bir turistin kendi başına keşfedemeyeceği nefes kesen yerlere götürüldüm; gittiğim otelde Türk kahvesiyle karşılandım ve sufilik hakkında konuştum; çölde yıldızlardan oluşan gök kubbenin altında uyudum; hayatımda ilk kez deveye bindim: kale manzaralı terasta güneşi selamladım arkadaş olduğum yoga hocasıyla.

Pek konuşkan olmadığım halde tren istasyonunda, gittiğim misafirhanede, yolda, tapınağın bahçesinde insanlarla konuştum; çabucak arkadaşlık kurdum, beraber gezmeye başladım. Gördüm ki seyahat ederken sınırlar, ön yargılar kalkıyor ilişki kurmak, bir başkasının hayatına dokunmak çok ama çok kolaylaşıyormuş. Seçmeden edinmiş olduğumuz etiketlerin etkisinden sıyrıldım, politikalara boş verdim, bir İsrailliyle arkadaş oldum; savaşı lanetledik beraber. Söylenenlerin aksine insanlara güvendim; hiç de pişman olmadım. Çok ama çok yardım aldım.

Sınavlar verdim, kendimle yüzleştim. Hindistan zamansız bir ülke, zaman pek göreceli bir kavrammış, acele etmek faydasızmış. Tüm planlarımın birkaç dakikada alt üst olup, gitmek istediğim yerle alakası olmayan bir kasabaya gitmek üzere olan trene binmeme yarım saat kala, yetişebilecek miyim diye çıldırmak üzereyken tren istasyonu yerine Shiva tapınağına götürülerek kutsandım. Her şeyin yolunda gideceğinden emin olmamız gerekmiş! Başka bir şehirde yaptıkları ilginç organizasyonla beni trene zamanında yetiştireceğini iddia eden üç farklı otel personeline inanmayarak kendimi zorla istasyona bıraktırıp 2 saat trenin kalkmasını bekledim. Meğer bir bildikleri varmış. Tüm o zamanlarda treni kaçıracağım için kaygılandığımı zannederken Hintlilerin kaygı duymayışına sinirlendiğimi sonradan fark ettim. Bir türlü beceremediğim tevekkül bu güzel ülkenin her bir hücresine sinmiş sanki.

Biz düzenli hayatlarımızda her şeyi planlayabileceğimiz yalanına inanıp kendimizi uyuturken akışla gitmeyi seçenlerin çok daha mutlu olduklarını gördüm. Kaos çok da korkulacak bir şey değilmiş. Kaosun içinde dahi her şey tıkır tıkır işleyebiliyormuş, bakınız Hindistan trafiği. Din korku üzerine kurulmak zorunda değilmiş, kutlanarak da yaşanabilirmiş, müzik, dans, her daim bir cümbüş içinde. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun renkleri soldurmaya gerek yokmuş. Hindistan’ı tek bir kelimeyle anlat deseler rengârenk derdim.

Dönüş vakti gelip uçağın koltuğuna oturduğumda kendimi daha dün gelmiş gibi hissettim. Üç hafta kesinlikle yetmemiş, ağzına bir parmak bal çalınıp ortada bırakılmış insan hüznünü yaşıyordum. Üstelik Ankara’da bomba patlamış, insanlar ölmüştü. Geri dönmek istemiyordum. Benim seyahat ederken sınırları, önyargıları aşmam, hepimizin bir olduğunu hissetmem hiçbir işe yaramamıştı. İnsanlar hala kendileri gibi düşünmeyenleri öldürebilecek kadar acımasız, öldürdüklerinin de kendi gibi insan olduğunu, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu unutacak kadar özlerinden ayrı düşmüştü. Hayat acımasızdı ve kötülük her yerdeydi. Yola çıkmadan önce hissettiğim korku ve kaygı ülkemin üzerine sinmişti.

Yine de döndüm. Korktuğum da başıma geldi, değişmiştim. Bir kere gittiğinizde aynı kalmanıza imkân yoktur çünkü. Uzun zamandır sorguladığım şeyler gözüme dayanılmaz görünmeye başladı. Mesela fazla değil, temel ihtiyaçlarımı karşılamama yetecek bir miktar karşılığı neden günümün yarısını (lafın gelişi değil gerçekten 12 saat) iş için harcıyordum? Üstelik yalnız da değildim, çok insan bunu yapıyordu sanki çoğunluğun bunu yapması olayı normalleştiriyormuş gibi. Gerçekten keyif aldığımız bir iş yapmaktan her bahsettiğimde neden kredileri kimin ödeyeceği sorusuyla karşılaşıyordum hep? Ev-iş hattında, akşam televizyon karşısında, hafta sonu alışveriş merkezinde geçen normal yaşamlarımızda mutlu muyduk gerçekten? Sorular bitip tükenmek bilmiyordu.

Çok tehlikeli bir şey yapmış sınır dışına çıkmış, hayatımı bana dayatıldığı gibi değil değişik şekillerde de yaşayabileceğimin farkına varmıştım. Bir kere daha! Bu yeni bir kavrayış değildi benim için, her yurt dışından dönüşte böyle hisseder, sonra düzenli işime gide gele rutine alışır, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ederdim, düzeni değiştirmek kolay iş değildi ne de olsa.


Soru sadece şuydu: Bu sefer farklı olacak mıydı?

*Bu yazı Kuraldışı Dergi' de yayınlanmıştır

31 Temmuz 2015

*Doğayla Buluşma

Sabahın erken saatleri.  Üzerine binmiş onlarca kişinin ağırlığını taşımaktan yorgun bisikletin çıkardığı homurtular dışında etrafta çıt yok.  Dağların üzerindeki bitkiler, doğmak üzere olan güneşin ışınlarıyla rengârenk boyanmış. Yeşilin bu kadar değişik tonu olmasına inanamayarak izliyorum manzarayı. Hayatımda gördüğüm en büyük servi ağacına bakarken içimi garip hisler dolduruyor. O kadar heybetli ki; kendimi küçücük ve önemsiz hissediyorum, bundan büyük bir huzur duyarak. Önünden geçtiğim evin duvarına sere serpe yayılmış hanımellerinin kokusunu içime çekerken kendimden geçiyorum.  Yol ormana giriyor sonra, çam kokusu kaplıyor her yanı. Yolda olduğum için şükran doluyorum. 

Ormandan çıkınca deniz karşılıyor beni.  Denize varana kadar ki geniş düzlükte savan ikliminden kopup gelmiş gibi duran ağaçlar başka bir gezegendeymiş hissi yaratıyor insanda. Burası varlığını başka kimselerin bilmediği bir masal diyarı sanki.  Bisikleti park edip denize doğru yürüyorum ama ona kavuşmadan önce başka bir buluşmam var. Evden çok selamlaştıysak da bugün tam karşısına geçip deniz üzerinden selamlıyorum güneşi. Yeni doğan güne usul usul uyanırken;  nefesim, bedenim, ruhum ve ben yeni bir yolculuğa yelken açıyoruz beraber. Bedenim konuşuyor,  nefesim dinliyor.  Akıp gidiyorlar birbirlerine karışarak…
Deniz çağırıyor sonra, icabet ediyorum davete hemen;  nasıl etmem?  Mavi, yeşil, turkuaz birbiri içinde eriyip gitmiş. Dipteki çakıl taşlarının, cam gibi suyun yüzeyindeki yansımalarını izliyorum bir süre. Kendimi suya bırakmamla kadife bir örtü gibi sarıyor bedenimi deniz. Her hareketimde tenimi biraz daha yumuşak, biraz daha hafif okşuyor sanki.  Uzaktaki ufuk çizgisine doğru yüzerken denizin hareketsizliğinden gözlerim kamaşıyor bir an. Durup sırt üstü uzanıyorum. Denizin yüzeyinde salınan bir tüy gibi, varla yok arası bir yerdeyim şimdi. Eksik olduğunu zannettiklerimden, -malı -melilerden, şikâyetlerden çok uzakta, ait olduğumu hissettiğim yerdeyim. Bomboş ve dopdoluyum.  Doğa ananın rahminde o kadar rahat, o kadar huzurluyum ki, hiç çıkmamak, hep orda kalmak istiyorum.
Dost sohbeti eşliğinde güzel bir kahvaltı beni bekler diyerek daha sonra buluşmak üzere vedalaşıyorum denizle.  Bisiklet söylenmeye devam ediyor bense gülümsemeye.  Uyanmaya başlayan köyün içinden geçiyoruz. Etrafta tek tük birkaç kişi, dükkânlarını açıyor. Bizim ahali de uyanmış nihayet, kurt gibi acıkmışım ben de. İştahla yapıyoruz kahvaltımızı, güle söyleye. Sonra gelsin çaylar, kahveler.
Ruha iyi gelen şeylerin en başına koyuyorum doğayla buluşmayı. Onunla buluştukça kendi doğasıyla da buluşuyor, barışıyor insan. Doğayı izlerken küçük şeylerdeki güzelliği takdir etmeyi öğreniyor. Her şeyin geçiciliğinin ve bu geçiciliğin ne kadar güzel olduğunun farkına varıyor. Sabah oluyor, akşam oluyor, güneş açıyor, yağmur yağıyor, çiçek açıyor, meyve veriyor. Devinim hiç bitmiyor, hayat mükemmel bir düzende akıyor.
Yorulduysanız, sıkıldıysanız, donmuş, tıkanmış hissediyorsanız bırakın kendinizi doğanın kollarına. Hem de bir gün mutlaka yapacağınızı hayal ettiğiniz tatili beklemeden. En yakın parka gidin, çıkarın ayakkabıları, yürüyün toprakta. Bir ağacı okşayın, sarılın ona; bırakın başka insanlar ne düşünürse düşünsün. Camı açın, uçan kuşları, sokakta oynaşan kedileri izleyin. Balkonunuzdaki çiçeği sulayın, usulen değil farkındalıkla. Yemeğe doğramadan domatesi koklayın, dinleyin hatta. Belki size hayatın anlamını fısıldıyordur, şayet varsa…
*Bu yazı Kuraldışı Dergi' de yayınlanmıştır

30 Haziran 2015

Veda Zamanı

Hayatın geçiciliği üzerine milyonlarca söz söylenmiştir herhalde. Yine de küçük aklımız bir türlü almıyor işte. Ben de heyecanla okuduğum romanın kahramanı ileri yaşlarında, tam da aşkı bulmuşken pat diye ölüverince allak bullak oldum. Öte yandan hiç de fena değil böyle bir ölüm; ya aşkı bulamadan ölseydi! Ani olması da ayrıca güzel, kim ölmeyi bekleyerek ya da hastalıktan, acı çekerek ölmek ister ki? Hiç beklemediğimiz anda, birden bire gelmeli ki ölüm, bunca zaman yokmuş gibi davrandığımızın farkına bile varamayalım. Bir de vicdan azabından ölmeyelim yani boşa geçirdiğimiz onca zaman için, giden bedenimiz olsun sadece. Üstelik romandaki bu ölüm gencecik bir yaşamın devam etmesine sebep oluyor. Ölürken bile işe yaramak güzel şey olsa gerek.

Sevdiğim bir arkadaşım başka bir şehre taşınıyor. Hayat garip şey. Bazen bir şeyi yıllar boyu istiyorsunuz olmuyor bazen de gönlünüzden geçirir geçirmez tüm evren bu dileği gerçekleştirmek için uğraşmış gibi çok kısa bir sürede oluveriyor. Sanırım doğru şeyi istemekle ya da zamanın gelmesiyle alakalı, bilemiyorum. Kendi adıma üzgün olsam da arkadaşım için çok seviniyorum, Onun bu yeni şehirde çok daha mutlu olacağına inanıyorum.

Bazen hayat tıkanıp, akmaz hale gelir. Bilinç düzeyinde olmasa da içten çok iyi bilirsiniz ki bir şeyler değişmek zorundadır. Kabul etmek istemezsiniz, değişim her zaman risklidir çünkü ne olacağını kestiremezsiniz. Alışkanlığın sıcak kollarında envai çeşit ninniyle uyutursunuz kendinizi ama derinde bir şeyler dürter durur. Siz bir şey yapmasanız da o harekete geçmiştir çoktan. Hani diyorlar ya; akacak kan damarda durmaz diye, akışa karşı koymak ne mümkün! Zaten gerekli de değil. Ben de arkadaşımın gidiş haberini aldığımdan beri tekrar ölçmeye başladım rahatlık alanımın sınırlarını. Nicedir ölçüyorum da, kısa geliyor, bir türlü cesaret edemiyorum sınırı zorlamaya.

Çok sevdiğim Alanis Morisette şarkısısındaki gibi hissediyorum kendimi, diyor ya ; “I’m brave but I’m chickenshit”* Ben de hem cesurum, hem korkak. İki buçuk yıl önce radikal bir karar alarak hayatımın gidişatını dramatik ölçüde değiştirdiğim cesur bölüm geride kalmış, korkaklığı yaşıyorum şimdi.  Aldığım kararın doğruluğundan bir an bile şüphe duymamış olmama rağmen sürecin kolay geçtiğini söyleyemem lakin her şeyi bir anda değiştirmenin mantıksızlığını kavramış bir aklıselim olarak geri kalan değişiklikleri yapmak için kendime verdiğim sürenin de sonuna gelmiş bulunmaktayım. Vakit erişti artık, yeni şeyler yapmak zamanı ama “Ne duruyorsun, at sırt çantana iki tişört, çık dolaş dünyayı” diyen yanımla “Zor da olsa düzenini kurdun, otur oturduğun yerde!” diyen yanım arasındaki savaş bitmek bilmiyor. Bir yanım köklenmek istiyor, diğer yanım kanatlanıp uçmak.

Benim savaş devam ederken dolunay da kıs kıs gülüyor tepemde bu gece.  Her dolunayda duyduğum bu yazma istediği tesadüf mü acaba?

Üzülmek faydasız, gitme zamanı geldiyse gidilecek elbet, yolu açık olsun gidenlerin,  gönlü hoş olsun kalanların…


*Hand in my pocket

29 Haziran 2015

* Aramak

Ne aradığını bilmeden aramak… Karanlıkta kalmış da yönünü kestirmeye çalışan ruhun ne yapacağını bilmez halde, el yordamıyla bulmaya çalışması aradığını. Her dokunduğu şeyde, parmak uçlarında hissettiklerinden bir anlam çıkarmaya çabalaması. Dilin durmadan eksik dişin olduğu yere gitmesi gibi parmakların da sürekli aynı yere dokunma isteği. Hep gitmek ama hiç öğrenmemek. Her öğrendiğini sandığında tekrar tekrar yanılmak.

Hâlbuki niyetler nasıl da güzel, nasıl da basit; sevmek, sevilmek istiyor herkes lakin yaranın başka yaraya değdiğinde yarattığı acıdan kaçmak ne mümkün. Kendi yarasını sarmak için başkasınınkini kanatan insan ne hoyrat. O da kötü niyetten değil elbet, savunma ihtiyacına karşı koyamamaktan, başka türlüsünü bilmemekten belki. Acının başkasından kaynaklandığını sanmaktan ya da. Zaten sanma dünyası değil mi yaşadığımız? Olanlar dünyasını unutmuşuz hepten. Varsayımlarımızın esiri olmuş, “bana göre”lerin arasında kaybolmuşuz. Aklımız almıyor bir türlü başkasına görenin de mümkün olduğunu. Hep biz doğruyuz da, diğerleri yanlış.
Peki, açsak yüreğimizi; desek ki içimizde koca bir boşluk var. Öyle bir boşluk ki ne koysak olmuyor. Yiyoruz, satın alıyoruz, dolmuyor. Nerden geldiğini bilmediğimiz bir sahip olma tutkusu, güzel ne görsek bizim olsun istiyoruz. Sahip olmaya çalıştıkça kayboluyor güzellikler. Yerine hemen yenisini koyuyoruz o zaman, isteklerin ardı arkası kesilmiyor.

Boşluğun korkusundan içimize attıklarımızdan tıka basa doluyuz şimdi; beton gibi ağırız. Öyle doluyuz öyle doluyuz ki nefes alacak küçücük bir boşluk bile yok; kısa, kesik idare ediyoruz. Nasılsın diye soracak olsalar, yuvarlanıp gidiyoruz. Aman ilişmeyin! Koşuyoruz; yetişilecek yerlere, kazanılacak paralara. Hayatı da yaşayacağız canım bir ara, hele şu işleri bir halledelim de, acelemiz ne?
Aslında bir farkına varabilsek ne kadar da kıymetli olduğunu, olur olmaz şeylerle doldurmaya çalıştığımız o boşluğun. Boşluk olmadan dolabilir miyiz asıl olanla? Boşluğunda süzülmeden tanıyabilir mi insan kendini, dalabilir mi derinlerine, bulabilir mi hazinelerini?

Nedense ölesiye korkuyoruz o boşlukta farkına varmaktan; ne kadar yetenekli, ne kadar yaratıcı olduğumuzun. Cebi tomar tomar para dolu ama gelen geçene el açan dilencileriz çünkü. Her şey aklımıza geliyor da elimizi cebimize atmak gelmiyor bir türlü. Yargılamak değil sizi niyetim, yanlış anlamayın. Hak da veriyorum üstelik. Kolay değil elbet, her gün şikâyet ederek içinde bulunduğunuz kafesinizin kapısının aslında açık olduğunu bilerek yaşamak. Kendinizden kaçmanız ondan zaten hep; ölümden öte köy yok diyorlar, doğru mu ki acep?

Bir de diyorlar ki yalanmış geçmiş ve gelecek, sadece şu an varmış. Gel gör ki çok meşgulüz “şu an” da biz, mazinin hesabını, yarının planını yapıyoruz, vaktimiz yok hiç.

Arayıp duruyoruz da beyhude; kayıp olmayanı nasıl bulacağız ki? Birazcık yürekle bakarsak hatırlarız belki…
* Bu yazı Kuraldışı Dergi'de yayınlanmıştır.

22 Haziran 2015

Aşk Meşk Mevzuları

Size de oluyor mu bilmem; bazen bir konuya takılı kaldığınızda hayatınızdaki tüm olaylar o konu etrafında döner ya.  Bilimsel olarak adlandırmak istersek algıda seçicilik de diyebiliriz. Benim de izlediğim film, okuduğum kitap derken her şey dönüp dolanıp aynı yere odaklanıyor bu aralar.

Geçen gece çok sevdiğim eski bir filme rastlayınca oturup enikonu izledim tekrar. Before Sunrise (1995) hem insan evladının hayata bakışını, hem de kadın erkek ilişkilerinin dinamiğini anlatma konusunda oldukça başarılı bir film bana kalırsa. İşte o tadına doyulmaz diyaloglardan birinde esas oğlan uzun saatler konuştuğu esas kıza yarasını açmaya karar verip Amerika’dan Avrupa’ya aslında neden geldiğini açıklayarak yürümeyen uzak mesafe ilişkisinden bahseder ve der ki -birebir aynı olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla- “Terk edilmenin en kötü yanı ne biliyor musun? Aklına terk ettiğin tüm o insanlar ve bu insanların senin ne kadar umurunda olmadığı gelir.” Cümleyi duyunca yüreğime bir ok saplandı sanki.

Algılarımız o kadar öznel ki ve biz o kadar öyle değilmiş gibi davranıyoruz ki! Uzun süredir içimde başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar büyüttüğüm, sermayesi tamamen kendimden mamul sevgim karşı taraf için muhtemelen “hiç” bir anlam ifade etmezken,  ısrarla hoşlanmadığım her davranıştan alınmam,  kırılmam, üzülmem ya da olumlu yorumladığım bir davranışın ardından ümide kapılmam başka türlü açıklanamaz. Evet, kabul edelim, hayatımızda önem verip mesele ettiğimiz her şey kendimizden (algı, duygu, düşüncemizden) kaynaklanıyor. Karşı tarafın konudaki etkisi yok denecek kadar az. İnsanın bunu bilmesine rağmen tekrar tekrar aynı hataya düşüp kendini incitmesi inanılmaz gelse de yaşam akarken bunu kabullenmek kolay olmuyor ne yazık ki.

Hafta sonu çok güzel bir kitap okudum*. Okumak gerçekleştirdiğim eylemi anlatmada oldukça basit kalıyor aslında; resmen yalayıp yuttum. Uzun süredir böyle keyifle okumamıştım. Evden çıkmaya isteksiz, mıhlandığım kanepede sayfalar bir biri ardından akarken bir yandan da kitap bitmesin istiyordum. Diyorum ya; insan karşılaştığı her şeyde, herkeste kişisel tarihinden izler arayan bir varlık. Karakterlerden birini kendime çok benzettiğimden kıs kıs güldüm okurken. Bir de üniversite yıllarını özlemiş olduğumu fark ettim. Duygularım öyle dalgalandı ki;  kahkahalar attım, ağladım. Hele yazarın yalnızlıktan bahsettiği bir bölüm vardı ki! (Haksızlık olmasın, böyle pek çok güzel bölüm var). Esas oğlan arkadaşlarından uzaklaştığı bir dönemden bahsederken diyor ki: “ Nisan ayının sonu geldi, ardından Mayıs ayı daha da beter oldu. Mevsim ilerledikçe yüreğimin giderek daha çok titrediğini ve bocaladığını duyumsuyordum. Bu titreme genellikle akşama doğru geliyordu. Manolyaların kokusunun belli belirsiz yayıldığı yarı karanlıkta yüreğim durup dururken sanki şişiyor, titremeye, sarsılmaya başlıyor, sonra da bir ağrı saplanıyordu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıyor, hiç kıpırdamadan duruyor, dişlerimi sıkıyordum ve yatışmasını bekliyordum yüreğimin. Geçmesi uzun sürüyor ve şiddetli bir ağrı bırakıyordu ardından.” Yalnızlığın resmini yapsam böyle bir şey olurdu sanırım.

Bu arada bu blog sayesinde kendimi şaşırtıyorum sık sık. Mahremiyete çok önem veren, hissettiklerini çoğu zaman arkadaşlarıyla bile paylaşmayan biri olarak buraya yazdıklarıma inanamıyorum. Yazmak konuşmak gibi değil benim için, böyle çok daha rahatım. Eski Serap olsa beni ayıplardı muhtemelen ama yeni Serap aldırmıyor. Öğreniyor artık, bazen kırılsa da yüreğini açmak gerektiğini. Hem siz yabancı sayılmazsınız canım, değil mi?

Kitaptan bir cümleyle koyuyorum noktayı.

“ Karanlıkta kalınca sabırla gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.”


*İmkansızın Şarkısı – Haruki Murakami

9 Haziran 2015

Bir Akşamüstü Hikâyesi

Nefes alamıyordu! 

Saatlerce kapalı kaldığı ofis, sonrasında servis cefası derken eve girdiği an boğulacak gibi hissetti. Kapalı bir ortamı daha kaldıracak gücü yoktu, bir an önce sokağa atmalıydı kendini. Üzerine geçirecek bir şeyler bakındı. Uzun süredir ilgilenmediği evi perişan haldeydi.   Mevsim değişimi yapılmayan karman çorman dolapta aradığını bulamayınca yatağın üstünde katlanıp yerleştirilmeyi bekleyen temiz giysi yığınına yöneldi. Bir şeyler seçip alelacele giyindi. Tam çıkacakken günlerdir balkonda bekleyen çöpler geldi aklına, atsa iyi olacaktı. Kapı önüne koydu çöpleri. Menteşesi bozuk ayakkabılıktan çıkardığı spor ayakkabıları giyerken ne kadar eskidiklerini fark etti.  Yollar yürümekle aşınmasa da ayakkabılar için durum aynı değildi. Eski olmalarından duyduğu tuhaf mutlulukla kapıyı çekti, kulaklıklarını taktı.

Çöpleri atarken içi acıdı yine, neden ayrıştırılmadıklarını düşündü.  Bu devirde yaşanan bu duyarsızlığa inanamıyordu ama biliyordu ki sistem böyle işliyordu; geri dönüşmemesi gerekiyordu hiçbir şeyin, hep ve daha fazla tüketmek gerekiyordu.

Hafif bir esinti tenini yalayınca bu sene yaz gelmedi diye geçirdi içinden;  gelmemesinden gayet memnun.  Çok seviyordu bu şehri ama yazı dayanılacak gibi değildi. Hem nerde görülmüştü mevsimin ilkbahardan sonbahara geçtiği, nasıl olsa gelecekti, acele etmek gereksizdi.

Ana caddeye çıkıp insan kalabalığına karıştı. Dahil olmadığı sürece seviyordu kalabalığı; dışardan ve uzaktan. Dükkânlar kapanmadan alışverişlerini tamamlamak için acele eden müşteriler,  gözü saatte, dükkânı kapatıp bir an önce televizyon karşısındaki koltuklarına kurulmak için sabırsızlanan esnaf, sokağa taşmış kafelerde yiyen, içen, sohbet eden, gülen insanlar.

İnsan kalabalığından sıyrılıp parkın yolunu tuttu.  Önünden geçtiği deniz restoranından gelen sarımsakla karışık karides kokusunu içine çekerken ne iyi ettim de dışarı çıktım diye bağıran bir gülümse gelip yerleşti yüzüne.  Üst kat komşusu karavanını dağ ve deniz manzaralı parkın kenarına park etmişti yine ama denize sırtını dönmüş karavan içinde televizyon izliyordu. Karavan almalı diye not etti aklının bir köşesine ve sebebi olursa olsun güzellikleri asla kanıksamamalı. Parka girince şimdi ne dinlemeli diye düşündü. Çok sevdiği şarkıcının uzun süredir dinlemediği eski bir albümünden popüler olmamış şarkısında karar kıldı. Notaların kulakların titreşmeye başladığı an içine yayılan huzurdan doğru karar verdiğini anladı hemen. Karşıda tüm heybetiyle dikilen dağlar grubun renkleriyle boyanmış, deniz nazlı bir gelin gibi cilveleniyordu dağa usul usul. Ne güzel diye geçirdi içinden, yaşamak ne güzel.

Onu meşgul etmekte oldukça usta olan zihni sebebiyle mutluluğu uzun sürmedi.  Daha önce bu parkta yürüdüğü zamanlar akıyordu zihninden bir bir ve özellikle de bir döneme odaklanıyordu hatırlananlar. Bir ilişkinin dününü ve bugününü kıyaslıyordu. Aslında ilişkide değişen pek bir şey olmamasına rağmen o zamanlar yürürken ne kadar mutsuzdu da şimdi ne kadar mutlu. Daha doğrusu o zamanlar ne kadar dert ediyordu da yaşananları şimdi aldırmıyordu. Hem dert etse olsa ne olacaktı; başka bir insanın duygu ve düşüncelerini değiştirmek mümkün müydü kendininkini bile değiştiremezken?  Kabul etmekten başka çare var mıydı? Ara ara damarı tutsa da, bir şekilde idare etmeyi öğrenmişti.

Ordan başka yere kaydı düşünceleri. Girdiği her kalabalık ortamdan sonra hissettiği kirlenme geldi aklına. Acaba asosyal olabilir miydi? Başka insanlarla, özellikle de yakın olmadığı, herhangi bir paylaşımda bulunamadığı insanlarla bir arada olmak çok zorluyordu onu; huzuru kaçıyor, kendine gelmesi günler sürüyordu sonrasında.  Şimdi de o adama takmıştı. Sürekli küfrederek, kız arkadaşı, en yakın arkadaşı dahil herkesi aşağılamaya çalışarak konuşan o adama. İnsan davranışı seçilebilir değil miydi? Onu böyle çirkin davranmaya itecek ne yaşamış olabilirdi? Adam o kadar seviyesiz konuşuyordu ki sorduğu sorulara cevap vermek gelmemişti içinden.  Neden cevap vermediğini sorduğunda konuşmayı fazla sevmediğini söylemişti, yalan da değildi.  Neden diye sormuştu adam uzatarak, yoksa kelimelerle arası iyi değil miydi? O zaman sinirlenmişti işte, dünyada en sevdiği şeylerden olan kelimelerle arasının iyi olmadığını ima ettiğinde. Ancak o kadar lüzumsuzdu biriydi ki onun konuşmaları karşısında susmak, bir daha hiç konuşmamacasına susmaktan başka bir şey gelmemişti içinden. Her insan kendimizi aynalıyorsa bu adam onun hangi özelliğini aynalaşmış olabilirdi, aklı almıyordu. Neden böyle bir adamla karşılaşmıştı?

İnsan delilik üreten bir kutu diye düşündü.

Adamı bir kenara bırakıp yürümeye devam etti.  Başka bir parktan geçerken paten kayan çocukları görünce aklına dolapta duran patenleri geldi. Yurtdışından almış Türkiye’ye dönünce de hiç kullanmamıştı. Yeni evine taşındığında şu an geçtiği parkta paten kaymanın hesabını yapmıştı hâlbuki daha önceden ama hayat böyleydi; hesaplar çarşıya uymuyordu hiç bir zaman. Şiirin dizeleri geldi aklına: “Bisikletleri balkonlarında unutanlar her an yağmur yağsın diye dua ediyor.” En azından bisiklete biniyordu canım, o kadar da değildi.

Çok sevdiği tarihi sokaklara daldı sonra. On dört yılda yüzlerce belki binlerce kez geçmişti aynı sokaklardan ama hiçbir zaman sıkılmamıştı. Her seferinde ilk kez geçiyormuşçasına onu heyecanlandıran bir detay buluyordu çünkü. Virane bir evin duvarından sarkan bir çiçek, hemen hepsi restoran, bar veya hediyelikçi olmuş binaların arasında kalmış eski bir evde yaşayan yaşlı amca, sokakta oynaşan kedi yavruları, barlardan birinden gelen saksafon sesi. Akşam gezmesine çıkmış turistlerden gelen parfüm kokuları arasında rotasını eve çevirdi, uzun süredir yürüyordu.

Duş alıp kanepeye uzanınca içi geçiverdi. Uyandığında hemen yatağa geçmek istemedi. Oturup nefes alış verişlerini dinlerken bir mantranın sözlerini mırıldanmaya başladı usuldan. Söyledikçe değişen sesini, genişleyen göğüs kafesini izledi.  Çok sevdiği başka bir mantranın melodisi kulağında bedenini uykunun huzurlu kollarına bıraktı sonra…


Haziran 2015
Antalya

4 Haziran 2015

*Kimsiniz Siz?

Kimsiniz siz? Size kim olduğunuzu sorsam nasıl cevap verirsiniz?

Yeni katıldığım topluluktaki hanımefendi konuşuyor; “Aramıza yeni katılan arkadaşlarımız var, şimdi onları tanıyalım.” Yeniler sırayla ayağa kalkıp adını, yaşını, çalıştığı yeri, kendince kendini tanımladığını düşündüğü şeyleri sıralıyor bir bir. Masanın sonunda oturuyorum ve ne söyleyeceğimi düşünüyorum. Sizinle ilk kez karşılaşmış bir gruba kendinizi nasıl tanıtırsınız? Öncelikle adımı söylemem gerek. Bana bir şekilde hitap etmeleri lazım değil mi, etrafımda bana “şey” diyerek dolaşan insanlar istemem sonuçta. İşim? Ne iş yaptığımı ve nerde çalıştığımı söylesem kim olduğum konusunda bir fikriniz olur mu? Kabaca belki ama kendini işiyle tanımlayan biri olmadığımdan bunu söylemeyeceğim. Yaşım? Sonrasında daha genç göründüğümü duymak narsist yanımı okşayacak olsa da gereği yok. Nereliyim? Doğup büyüdüğümüz yerin kim olduğumuza etkisi büyük. Her ne kadar memleketçi bir tip olmadığımı düşünsem de kendimi sık sık herhangi bir özelliğimi doğmuş olduğum yerle ilişkilendirirken yakalıyorum. Nereli olduğumu şimdi söylemeye gerek var mı? Hemen açılacak bir hemşeri muhabbetine hevesli değilim, geçiniz. Kafamın içinde kendimi tanıtmaya dair tüm cümlelerden birer birer vazgeçerken geriye tek bir cümle kalıyor, en iyisi bu diye karar veriyorum: “Merhaba, ben Serap.”

Ben Serap. Kim olduğum sorusuna yıllardır kafa yormama rağmen henüz bir yere varabilmiş değilim. Bu sebeple birkaç cümleyle kendimi size tanıtamayacağım için kusuruma bakmayın lütfen. Başlangıç olarak herkesin konuştuğu ortamlarda susmayı tercih ettiğimi söyleyeyim. Kelimeleri sevmediğimden değil, susmak çok daha cazip gelmeye başladığından son zamanlarda. Kabul edelim, söylediğimiz şeyler pek de fazla anlam içermiyor çoğu zaman. Laf oluyor da torba bile dolmuyor hani.

Size bir sır vereyim mi; ben yıllarca olduğumu sandığım kişi değilmişim. Hatta alakam bile yokmuş o kişiyle. Önce annem, babamın söylediği kişi olduğumu sanmışım. Onların bana davranışından bir kalıp çıkarıp, elbise yaparak giymişim üzerime. Sonra okula gitmişim, onların yerini öğretmenim almış. Çalışkan öğrencilerin daha çok sevildiğini keşfedince “çalışkan” olmuşum mesela. Arkadaşımla sokakta şakalaşırken bizi gören Huriye teyze anneme genç kızların sokakta yüksek sesle gülmelerinin hoş olmadığını anlatırken farkına varmışım artık “ Genç bir kız” olduğumun ve genç kızların davranışlarına dikkat etmeleri gerektiğinin. Evlenmişim sonra. Evlilik kurumunda eşit roller paylaştığımızı düşünürken evimize gelen annemin “Kocana çay koysana” deyişinden anlamışım eşit olmadığımızı, benim hizmet etmem gerekliymiş. Rehberlik yaparken otobüsün şoföründen “ evli bir kadının” turizmde nasıl davranması gerektiğini dinlemişim. Herkesin bir fikri varmış benim kim olduğuma ve nasıl davranmam gerektiğine dair de bir tek benim yokmuş.

Kim olduğumu gerçek anlamda sorgulamam için bir fırtınanın gelip hayatım dediğim şeyi tamamıyla alt üst etmesi gerekliymiş. Beni tanımladığını düşündüğüm sıfatlardan bir kaçını kaybettiğim zamana rastlar kendimle gerçek anlamda ilk kez baş başa kalışım. İşte o zaman tanıştım kendimle ben ve çok korktum. Korku Serap dediğim kişinin büyük oranda başkaları tarafından oluşturulduğunu fark etmemden kaynaklanıyordu. Bu fark ediş aslında orda birinin olmadığını düşündürüyordu ki bununla yüzleşmek hiç kolay değildi. Bu kadar yıl nasıl böyle yaşayabilmiştim?

Biraz zaman geçince kim olduğumu düşünce yoluyla bulamayacağımın farkına vardım. Düşünce her zaman “dışardan” geliyordu çünkü ve doğası gereği sınırlıydı. Katıydı, kolay kolay değişmiyordu.  O zaman anladım ki kim olduğumu ancak bilebilirdim ya da hissedebilirdim. “İçeriden” gelen bu bilişin etkisiyle soyunmaya başladım bir bir gerek diğerlerinin gerekse onların etkisiyle kendimin oluşturduğu kimliklerimden. Ben Serap’tım sadece, olduğum kişiydim.

Doğduğum yer, konuştuğum dil, aldığım eğitim, soluduğum hava, yediğim yemek elbette etkiliyordu kim olduğumu ama nihayetinde insandım. Dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayan bir diğer insandan farklı değildim. Ve aynı şekilde özüm bir ağacın ya da bir köpeğinkinden farksızdı.

Merhaba, ben Serap. Kahveyi çok sever, eski kitap kokusuna bayılırım.

O akşam kendimi nasıl tanıttığımı mı merak ediyorsunuz?

- Evet, başka yeni gelip kendini tanıtmak isteyen var mı?

Sessizlik…

*Bu yazı Kuraldışı Dergi’de yayınlanmıştır.

10 Mayıs 2015

Mutluluk Dediğin

Mutluluk dediğin nedir ki? Var mı vaktimiz bu kadar şikâyetin, memnuniyetsizliğin arasında mutlu olmaya? Mutlu olmayı bırak nasıl hissettiğimize dönüp bakmak için bile var mı birkaç dakikamız? Yoksa kaybolup gidiyor muyuz kişisel trajedilerimiz arasında, üzüldüğümüzü, kırıldığımızı, bıktığımızı öfkelendiğimizi, özlediğimizi ne hissettiğimizi fark edemeden. Hâlbuki büyük şeylere gerek yok, bize nefes aldığımızı hissettiren o küçücük şeyler değil mi bizi mutlu eden?

-          Yeni yapılmış kahvenin kokusu
-          Gözünüz gibi baktığınız bitkinizin çiçek açması
-          Sabah tüllerin arasından süzülen gün ışığı
-          Kuş cıvıltısı
-          Çok hoşunuza giden kitabı bitmesin diye yavaş okumak
-          Sevdikleriniz için yemek pişirmek
-          Yeni ülkeler, kültürler tanımak
-          Baharda her yeri saran portakal çiçeği kokusu
-          Doğada yürürken ciğerlerinize dolan ferahlık
-          Gün batımını izlemek
-          Yoga sonrası tüm varlığınızda duyduğunuz suskunluk
-          Yıllardır dinlemediğiniz şarkının radyoda çaldığı an
-          Çocukların oyun oynayışını izlemek
-          Arkadaşınızla tadına doyamadığınız bir sohbet
-          Varlığın için şükran duymak
-          Sahaftaki eski kitap kokusu
-          Denizi izlemek
-          Rengârenk takılar takmak, giysiler giymek
-          Yolda olmak
-          Kendinden geçene kadar dans etmek
-          Yeni şeyler öğrenmek
-          Her telefon çalışında “Acaba O mu”? diye koştuğun birinin olması
-          Balkonda bir şey yapmadan oturmak
-          İçinden geçenleri yazmak
-          Kaleiçi sokaklarında yürümek
-          Nefesin vücudunda dolanmasını izlemek

-          Annenin gıdısına gömülüp öpmek

4 Mayıs 2015

Bol Soslu Hayat

Bu akşamüzeri mesainin bitmesine birkaç saat kala bir sıkıntı gelip çöreklendi içime. Hiç de bilmiyoruz ki ne, neden oluyor. Bazen iyi hissediyorsun kendini bazen de böyle belirsiz duygular salınıp duruyor ruhunda. Ne yapalım; insanın doğası böyle. Belki de nedensiz değil. Birkaç gün arayla iki arkadaşımın söyledikleri takılmış aklıma belki. Biri demişti ki geçen gün ; “Bu yaşıma geldim, başardığım hiçbir şey yok, sen de böyle hissediyor musun?”  Konuşunca başarıdan kastının bir şeyler icat etmek ya da ünlü olmak gibi şeyler olduğunu anladım. Hayır dedim, bana göre dünyada herkesin görevi ayrı. Bugün de başka bir arkadaşım dedi ki; “Hayat bazen çok anlamsız geliyor.” İnsanın anlam arayışından bahsetmeyeceğim şimdi burda ama bir süredir hayatın anlamlandırmak için değil yaşamak için olduğuna kanaat getirmiş bulunmaktayım. Bu demek değil ki hayatın anlamını hiç sorgulamıyorum. Zihin dediğin öyle bir mekanizma ki; boş bir anını bulmayagörsün, düşünce seline boğup gidiyor seni. Bu akşam da son günlerde konuşulanlardan mı, tamamen sebepsiz mi bilinmez aldı beni bir sıkıntı. Bir huzursuzluk, bir anlamsızlık hali üzerimde.

Eve gidince ne yapacağımı düşünürken yemek yapayım bari dedim, iyi gelir. Alışveriş yapmaya üşendiğimden markete gidip her şeyi ordan almaya karar verdim.  Baktım domates bitmiş. İsabet! Sebze marketten alınmaz ki, ekmeği marketten almayı zaten sevmiyorum. Üşenme Serap dedim ve bir hışım fırladım marketten. İstikamet mahalle fırını. Tazecik ekmeği alıp dilimlettim bir güzel. Sıra bakkalda, yemeği hazırlarken soğuk bir bira fena olmaz. Ordan apartman altında konuşlanmış pazar çakması manava geçtim. İnce kabuklu pembe domatesleri görünce dayanamadım, paraya kıyıp attım torbaya. Biraz yeşillik gerek, dipdiri semizotları bana gülümsüyor. Roka istedim, manav “Yaramaz, tere al” dedi, eyvallah. Kocaman kıvırcığı da kapınca alışveriş tamamlandı.

Üzerimi değiştirip mutfağa girince ilk iş Üniversite Fm ile buz gibi birayı açtım. Bol domates soslu patates kızartması ve ton balıklı salata yapmaya karar verdim. Ne alaka demeyin, öyle geldi içimden işte. Patatesleri doğradım itinayla önce. Onlar kızarırken domates sosu hazırlamaya geçtim. Canım domatesler  sarımsaksız yapamaz elbette. Bir tane kuru acı biberi de tohumlarıyla beraber içine doğradım. Son olarak geçen hafta saksıya ektiğim biberiyeden ekleyip dostluklarını pekiştirmek üzere kısık ateşle baş başa bıraktım hepsini.  O arada yeşillikleri yıkayıp doğradım. Salatam da bol domatesli elbette. Dün mutluluğun yumurtalı ekmekle bağlantısı olduğunu düşünüyordum, bugün bağlantıya domatesi de ekledim, o kadar güzeller ki. Fatih Sultan Mehmet’e çok üzülüyorum. Adam koca İstanbul’u fethetmiş de bir domates yiyemeden göçüp gitmiş bu dünyadan. Neyse ki onun kadar şanssız değilim.  Zeytinyağı ve nar ekşisiyle güzel bir sos yaptım salataya. Ton balığı ve son dokunuş olarak birkaç siyah zeytini de koyduktan sonra voila, salatam hazır. Patateslere ek kızarttığım birkaç biber ve üzerlerine döktüğüm bol domates sosuyla kızartmam da hazır olunca balkondaki masaya kuruldum. Tazecik ekmeği domates sosuna banıp ağzıma attığım o an hayatın anlamını tüm hücrelerimde hissettim. Tam o sırada karşı apartmanın arkasından dolunay yükselmesin mi yavaş yavaş? Hani derler ya; sendeki keyif beyde yok, tam öyle bir hal. Mutluluğun resmi böyle bir şey galiba Abidin.

Fazla kurcalamaya gerek yok yani anlam filan. Siz hayatınızı nasıl alırsınız, düşünerek mi, yaşayarak mı?

17 Şubat 2015

Kedi ve Sen

Sen konuşmayı seversin,  kedi yazmayı. Yazarken kendini daha iyi ifade ettiğini düşünüyormuş, öyle diyor. Kelimeler zihninden parmaklarının ucuna ulaşana kadar içeride işlenip olmaları gereken hale gelmeliymiş önce. Böylece sadece düşünceden değil duygudan da ibaret olacaklarmış.

Kedi uzun vadeli planlar yapmayı bırakalı biraz olmuş. Sahip olduğu tek şeyin “şu an” olduğunun farkına varmış çünkü. Gelecek belki de hiç var olmayacakmış. O yüzden hayatının amacını içinde bulunduğu anı kutlamak yapmış. Hiç değişmeyecek sandığı koşulların saniye gibi kısa bir sürede değiştiğine şahit olduğundan kararlarını içinde bulunduğu koşullara göre vermeyi de bırakmış. Her an her şey olabilirmiş. Bundan endişe duymak yerine olabilirliğin sağladığı özgürlüğün tadına varmayı seçmiş.

Kedi en uzak mesafenin birbirini anlamayan iki insan arasında olduğunu öğrendiğinden fiziksel mesafeler önemini yitirmiş. Birkaç cümlenin okyanusun ötesinde hiç tanımadığı birinin gözünde yaşa, karnının altında yaşadığı tatmine sebep olduğunu görünce uzaklığın ne kadar göreceli olduğunun farkına varmış. Mesafe zihindeki bir yanılsamadan ibaretmiş.
Kedi sevmenin tek bir formunun olmadığını anlamış. Kedi seni seviyor diye senin de kediyi sevmene gerek yokmuş. Pek çok şekilde sevmek mümkünmüş. Sevgi ruhun ışığıymış.
Sevmek tek başına da mümkünken karşıdaki de seni sevdiğinde biraz daha başkaymış yine de. Öteki izin verdiğinde görebilirmişsin kendini onun aynasında. İki yarımdan bir bütün oluşturmak değilmiş amaç, iki bütünün aslında ayrı değil “bir” olduklarının farkına varmalarıymış sadece.

Uyum iki kişi arasındaki enerji akışıymış. Bazılarıyla bu akışı yakalamak zaman ve çaba gerektirirken bazısıyla kendiliğinden oluverirmiş. Daha önce gerçekleşmemiş bir kavuşma anı. Aramaya gerek yokmuş, her şey yerli yerindeymiş. İki tarafta yolu biliyormuş, daha önce o yoldan geçmişler gibi. Kedi bunun çok sık gerçekleşen bir şey olmadığının farkındaymış, o yüzden çok kıymetliymiş onun için.

Kedi acı çekmemek uğruna yaşamaktan vazgeçtiği şeylerin sonrasında daha büyük acıya yol açacağını bildiğinden daha cesur olmaya karar vermiş. Kırılabileceğini bilmesine rağmen yüreğini sonuna kadar açacakmış artık.

24.06.2014

13 Şubat 2015

Gel Etme İki Gözüm


- Aaaa gözüne ne oldu?

-Nolmuş ki?

- Kıpkırmızı olmuş.

- Ayna var mı yanında?

-Al bak.

-Boşuna değil,  yanıyor sabahtan beri.

-Noldu ki acaba?

-Gerçek kaçmıştır içine.

-Gerçek mi kaçmış, o da ne demek? Neyin var senin bugün, deli deli konuşup duruyorsun.

-Gerçek kaçmıştır diyorum. Aslına bakarsan içine kaçmamış, dışarı çıkmış gözümden. Ne zamandır debelenip duruyordu içimde.

4 Şubat 2015

Cazdan Prangalara

Sizin de plak takılır mı zaman zaman? Hayatınızda bir şeyleri tekrar etmeye başladığınız dönemler olur. O dönemlerde değişik keşiflerde bulunursunuz bazen, mesela çok güzel bir film izlersiniz ve birden farklı görünmeye başlar her şey gözünüze. Takılma yön değiştirir birden, yönetmene takılırsınız, kimmiş, daha önce hangi filmleri çekmiş araştırır, diğer filmlerini bulur buluşturur izlersiniz. Biraz daha, biraz daha girmek istersiniz o dünyaya. Kim Ki-duk’la ilişkimiz böyle başlamıştı.

Ya da bir şarkı çalınır kulağınıza girdiğiniz kitapçıda, tüyleriniz diken diken olur.  Albümü alır dinlersiniz bir daha ve bir daha. Her dinleyişinizde başka şeyler duyarak ve bu tekrardan hiç sıkılmayarak, tüm duygusunu içinize alıp her bir hücrenize sindirerek. Önce birkaç şarkıdır takıldığınız, dönüp dönüp onları dinlersiniz. Sonra bu güzelmiş, bu da güzelmiş derken bir bakmışsınız tüm albümü benimsemiş, kişiselleştirmiş, kendinizden bir parça haline getirmişsiniz. Bu şekilde dinlediğim son albüm Buika’nın 2013 te çıkardığı La Noche Más Largas albümüydü.

2015 yılının ilk hediyesi güzel bir albüm oldu;  Ervah-ı Ezel. Ne kadar da güzel bir isim; ruhların ilk yaratıldığı zaman anlamına geliyormuş. Halil Sezai’nin albümünü dinleyene kadar hiç duymamıştım türküyü. Albüm çoğu duymaya alışık olduğumuz -bazıları da meraklısının bildiği- şarkı ve türkülerin yeniden düzenlemelerinden oluşuyor. Bilinen bir şarkıyı alışılmışın dışında bir yorumla söylemek oldukça riskli bir iştir; çoğu zaman sonuç pek başarılı olmaz, kulak alıştığı şekli arar durur çünkü. Bu albümde ise bu durumun tam aksi gerçekleşti benim için. Prangalar gibi normalde dinlemeyeceğim bir şarkı yapılan düzenlemeyle bambaşka bir hale büründüğünden içimde garip duygular uyandıran güzel bir şarkıya dönüşüverdi mesela. İki keklik türküsünü çok severim, en çok da Erkan Oğur yorumunu beğenirim.  Bu albümdeki yorumunda öyle güzel enstrümanlar kullanmışlar, enstrüman çeşitliliğini o kadar güzel bütünlemişler ki dinlerken alıp götürüyor. Halil Sezai şarkıları güzel yorumlamış ancak albümün başarısı büyük oranda Ekin Eti’nin düzenlemelerini yaptığı müziklerinden kaynaklanıyor bana kalırsa.
Şarkıların oldukça “Damar” olduğu bu albümü bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de içinde bulunduğum ruh hali muhtemelen. 
İtiraf ediyorum; benim çok fena bir damarım var sevgili okur!  Her daim şeylerin nasıl olması gerektiğine dair fikirleri olan ve bu fikirleri arsızca, olur olmaz zamanlarda, avaz avaz kulağıma bağırıp duran.  İstediği olmadığı zaman tüm dünyayı yakıp yıkmak isteyen, kızan, öfkelenen, küçük bir çocuk gibi yerlere yatıp tepinen. Ölümüne isteyen ve istediğini oldurmak için çırpınırken en çok kendine zarar veren, acıtan, kanatan, canı çok yanan ve yandıkça-sözüm ona-  buna sebep olanın canını yakmak isteyen. Tüm dünyanın yüzüne haykırdıklarını bilmezden gelen, hırsından gözlerimi kör, kulaklarımı sağır, dilimi lal eden. Her seni dinlemiyorum deyişimde “Ama bunlar hep senin iyiliğin için” diye kulağıma fısıldayıp duran. Benim bir damarım var, tuttu mu mümkün değil bırakmayan. Siz de tanırsınız, hatta belki sizin bile vardır bir damarınız adına EGO denen.

İşte benim damarım şahlandı bu sıralar ve beni kandırmaya çalışıyor. Öyle şekillere bürünüyor, kendini öyle ustalıkla saklamayı başarıyor ki az daha inanacağım söylediklerinin gerçek olduğuna.  Sen onu seviyorsun ama o seni sevmiyor diyor misal.  Sevgi bir alışveriş değildir diyorum, illa bir karşılığının olmasına gerek yok.  Seni senin onu sevdiğin kadar sevmiyor diyor bu sefer. Sevgi ölçülmez ki diyorum, hem neye göre karar vereceğiz kimin ne kadar sevdiğine. Kendisinden o kadar emin ki hiçbir cevabı kabul etmiyor;  sevseydi şöyle yapardı, böyle davranırdı ardı ardına sıralıyor. Ona göre sevmenin bir reçetesi var, içindekiler de mutlak ve değişmez. Bir tanesi bile eksik olsa kıyametleri koparıyor. Dayanabilecek gibi değil birinin hele de en kıymetlinin onu sevmiyor olabileceği ihtimaline, sanki ölecek. Arada bir bilge yanım başını kaldırıp bir laf edecek olsa hemen ağzının payını verip yerine oturtuyor. Ben de ikisi arasındaki bu çekişmeyi sisler arkasından, acıklı bir filmi izler gibi izliyorum.
Tüm bunlar olurken yüzüme tokat gibi çarpan bir cümle ilişti gözüme dün, diyordu ki  “ O da sevmeyiversin.” Bu kadar basit işte.  Sahi ne olur beni sevmezse? Kabulde olmak ne kadar da özgürleştirici ama bu kadar drama arasında mümkün mü? Düalizmin doruklarında gezinirken, sırf istediğim karşılığı alamıyorum diye “öteki”ni düşman ilan etmişken, yarayı sağaltacağım yerde kabuğunu defalarca kaldırıp onu derinleştirmeyi marifet sayarken mümkün mü? Gerek var mı gerçekten bu kadar acıya? Belki de var, belki de acı bizi büyüten.

Zor geçirdiğim bir günü anlatırken arkadaşım dedi ki bu kadar yoga yapıyorsun, nefes tekniği biliyorsun neden uygulamadın? İnsanım çünkü dedim.  Sanıyoruz ki yolu bilmekle yolda yürümek aynı şey, değil tabi ki.  İnsanın öğrendiklerini hayatına geçirmesi için iyice sindirmesi lazım. İnsan olmak kolay iş değil, kor ateşlerde yürümek, değirmenlerde öğütülmek gerekiyor bazen.  
Aynı arkadaşım Halil Sezai’nin albümünü çok beğendiğimi söyleyince kolay gelmedin sen de buralara dedi, cazdan prangalara. Hangimiz kolay geldik ki olduğumuz yere?

19 Ocak 2015

Duygu Halleri

Duygular, tıpkı mevsimler gibi;  birbirinin peşi sıra gelip geçerler. Ve hiçbir şey kalmaz, her şey gelir ve geçer… Bir varızdır bir yok! Nefes içeri girer, can bulur ruhta, sonra çıkar, bir sonraki nefese ölür. İkisi arasında bir şey olur; boşluk? Mevcudiyetin özü belki.  Ve hiçlik, sonsuzlukta bir nokta. Ürkütücü mü geldi? Bir daha düşün, özgürleştiricidir belki.

An gelir fırtına çıkar, her yer toz duman, göz gözü görmez. Acil tutunacak yerlere gideceksen eğer, fırtına dinip güneş açınca bir bak, neredesin?  Bak bakalım ne kadar uzağa savrulmuşsun merkezinden. Kendini sağlama aldığın yer başkasının yanıysa işin zor,  herkes kendi fırtınasında savrulur çünkü.  Yıkıntılar arasında yap hasar tespitini ama dürüst ol,  küçültme hasarı iyi hissetmek için kendini.  Derinse yaran aç bak acısa da, önce temizle sonra sar.  Ruh yara bandı tutmaz ne de olsa, bilirsin.
Yağmur yağar fırtınanın ardından, hüzünlenirsin.  Hep yalnız olduğunu sandığından, değilsin hâlbuki. Hatırla, sen hep orada olansın. Olmadığını sandıkların değil eksikliğin, tamsın sen birsin. Öyle bir hamur ki seninki, ne eşi var ne benzeri.
Kış geldiğinde buz keser içini.  Soğukta bir korku peyda olursa bil ki sevgisizliktir sebebi. Nefret diye öğrettiyseler de bize onun eksikliğini, değildir aslında.  Sakın ola savaşma korkunla, unutma, o da senden bir parça. Sadece sev biraz da anla.
Bir bakmışsın güneş açmış sonrasında, gökyüzü masmavi, yeryüzü ışıl ışıl. Coş o zaman, neşe ol, taş kendinden, aç bir çiçek gibi. Belki görürsün bir su birikintisinde evrenin sonsuzluğunu ve hissedersin derinde neden bu dünyaya geldiğini. Sen sen değilsindir artık her şeysindir ve de hiçbir şey. Farkında ol, her şey olması gerektiği gibi.
Belli mi olur âşık olursun belki, başka bir boyuta geçersin. Bedenin boş bir tuval, izin verirsin boyansın aşkın renklerine başka bir tenin fırçasıyla. O renkler ki hiç görmemişsindir hayatında öylesi parlağını. Resim o kadar güzeldir ki resimken ressam olursun birden, başlarsın sen de boyamaya. Nerde sakladığını bilmediğin yeteneklerini dökersin bir bir kendinden, yaratırsın ta derinden.
 

İşte böyledir duygular, günden güne bazen andan ana değişirler; havanın durumu gibi. Asıl olan unutmamak gökyüzü olduğunu, gerisi sadece hava şartları..


 

18 Ocak 2015

Kutlu Pazar

Kış ortası Ocağın gününde balkonda oturuyorum şu anda. Güneş yüzümü öyle bir yakıyor ki; sanırsınız yaz. Kuşlar erken bir baharı müjdelercesine cıvıl cıvıl, hararetle ötüşüp duruyorlar. Kulak kesilip dinlemeye çalışıyorum olur da mevzuyu anlar mıyım  diye. Bahçede komşunun kırdığı odunların sesi hatırlatıyor mevsimin kış olduğunu sonra ve götürüyor beni çocukluğuma.

Bir Pazar günü klasiği hafta içi çalışan babamın Pazar günü kırdığı odunlar. Çocukken hiç sevmezdim Pazarları. Ertesi gün okul olduğundan olamaz çünkü her zaman çok sevmişimdir okula gitmeyi. Daha çok bir hazırlık içinde geçmesinden sanırım, Pazartesi’ye hazırlık. Tam otomatik çamaşır makinesi yok henüz, annemin merdaneliye atmadan önce kaynattığı çamaşırlardan yayılan sabun kokusu doldurmuş evin her yanını. Biz abimle  Bob amcanın dünyanın en kolay şeyiymiş gibi nasıl resim yapacağımızı anlatışını izliyoruz TRT’de. Belki şurda küçük bir çalı yaşıyordur… Bomboş tuvalin üzerinde birden beliriveren ağaçları, dağları, dereleri, kulübeleri, çitleri izliyorum hayranlıkla. Babam dışarda odun kırıyor. Çamaşırlar asılıyor, bir önceki yıkamanın çamaşırları ütülenmeye başlanıyor. Annemin ördüğü, kara önlüğümün üzerine taktığım dantel yaka yıkanınca küçücük kalmış. Kurursa açılmayacağından asılma kısmını pas geçip doğrudan ütüye terfi ediyor. Ütü bitince yemek kokusu sarıyor bütün evi bu sefer. Babam bitmek bilmeyen maçları izliyor biz ödev yapıyoruz.

Aradan yıllar geçmiş, pek çok şey değişmiş, ben Pazarları sever olmuşum mesela. Güzel bir kahvaltının ardından Tanrı’nın yarattığı güzel şeylerden biri olan kahvemi yudumluyor ve yazıyorum balkonda. Radyoda çalan Seksen şarkılarını dinliyorum dudağımın kenarında hafif bir tebessümle. Kendimle olmanın keyfine varıyorum.

Bazı şeyler de değişmemiş, çamaşırları yıkamışım ben de, mis gibi kokuları sarmış her yanı. Balkona astığım çamaşırların üstüne bir güvercin kondu az önce, tüylerinin rengi o kadar güzel ki. Bakıştık bir süre. Sonra bir arkadaşı geldi, balkon kapısına kondu. Kendimle birlikteliğim zenginleşti gelişleriyle, 3 arkadaş “An“ı paylaştık birlikte. Bugün açan sümbülüm de katıldı bize tüm pembeliğiyle.

Yoga kafası nedir bilir misiniz? Yoga yapmaya başlamadan kafanızda milyon tane şey vardır; neden öyle oldu, niye böyle dedi, ama ben bunu istiyorum ve saire ve saire. Sonra başlarsınız yogaya, yavaş yavaş birlikte olmaya başlarsınız kendinizle, ana gelirsiniz, çok önemliymiş gibi gelen şeler anlamını yitirmeye başlar birer birer. Ve bitip de dua kısmına geldiğinizde sadece boşluk vardır. İsteyecek tek bir şey bile bulamazsınız, her şey o kadar güzel, o kadar olması gerektiği gibidir. Dışarı çıktığınızda o kadar “bir”sinizdir ki var olan her şeyle, ağacın bile sesini duyarsınız.

Yoga yapmadan yoga kafasını yaşadığım şu an sorarsanız yaşamak dediğin nedir diye; işte budur. 

Huzurlu Pazarlar…