17 Nisan 2020

Corona Günlükleri 8 - Sevgili Bahar



Sevgili Bahar

Görüyorum ki  gelmişsin

Sen geldin ama biz başka yerdeyiz bu bahar

Evdeyiz!

Evim temellerinden sarsılmakta, göz gözü görmüyor toz topraktan

Yıllardır farkında olmadan giydiğim maviler derman olmuyor boğazımdaki yumruya artık

Direniyorum teslim olmaktan başka çarem olmadığını bile bile

Son bir umut, tutunmak için eskinin tanıdıklığına

Ama nafile; yıkılıyor her şey gözümün önünde, hem de gümbür gümbür

Yerle bir olunca her yer , hatırlıyorum yeri

Toprak hani bildin mi, ANA, her şeyin doğduğu yer

Benden öncekiler dikiliyor karşıma

Yok diyorlar öyle ezip geçmek bizi

Halimizi hatırımızı sormadan yürüyemezsin bu yolda

Tamam diyorum, söyleyin o zaman, nasıl gidilir bu yoldan?

Onu ancak sen bilirsin diyorlar, herkesin yolu kendine

Ancak biraz ölüm fena olmaz başlamadan önce

Ah diyorum, ne çok yatırım yaptım ”ben” dediğim o şeye, nasıl öldürürüm onu şimdi?

Alışkanlıktan başla diyorlar, o gitsin ki,  heyeCAN  gelsin yerine

Tazelensin hayat yeniyle...

8 Nisan 2020

Corona Günlükleri 7 - Süper Dolunay


Bugün Terazi’de dolunay, hem de süper dolunay .(Dünyaya daha yakın ve %30 daha büyük).

Sabahları  5.30 gibi kalkıp sadhanama  başlıyorum normalde . Bu sabah da  dolunayın gerçekleştiği saatte (5.35) uyandım  ancak yataktan kalkmadım. (Dolunay ve yeni ay günleri  yoga yapmıyorum.) Aslında kalkıp meditasyon yapabilirdim ama uyku kollarına çekti. (Neden bilmiyorum, erken yatmıştım dün gece halbuki.) Gözümü açar açmaz bu sabah dolunay dedim ve  şu an ne olduğunu net olarak hatırlamadığım bir şeyi bırakmaya niyet ettim. Ben şu an ne olduğunu hatırlamasamda niyetim çok net ve belirgindi o an. Sonra tatlı bir uykunun derinliklerine daldım. (Bir kere uyandıktan sonra uyumaya devam edemem halbuki.)

Gözümü tekrar açtığımda saat 7.00 olmuştu. Bir şeyler okudum biraz. Sabahın körü olmasına rağmen film izlemek için dayanılmaz bir istek duydum. “Arrival” diye bir film seçtim. İzlemeye başladım. Filmde uzaylılar dünyanın 12 yerine kapsülleriyle iniş yapıyorlar ve Amerikalı dil uzmanı kahramanımız onlarla iletişim kurmaya çalışıyor. 18 saatlik aralıklarla kapsüle gide gele aralarında bir dil geliştiriyorlar. Bu kısmı bile benim için yeterince ilginçken uzmanımız sembollerin anlamlarını rüyalarında çözmeye başlıyor. Sonra onların aslında rüya olmadığı, gelecekteki yaşantısından kesitler olduğu ortaya çıkıyor. Tüm bunları izlerken  zamanın doğrusal olmadığıyla ilgili bir şeyler öyle bir yerine oturuyor ki; birden her şey anlamını yitiriyor. Şu an yaşadığımız hayatın gerçekliğinden şüpheye düşüyorum. Sanki bir simülasyonun içindeyiz hepimiz, bir filmdeymişçesine rollerimizi oynuyoruz.

Bu virüs hadisesi çıkalı beri en farkında olmayanımız bile uyanmaya başladı ya artık hepimiz BİRiz ve BİRlikte hareket etmediğimiz sürece çıkmayacağız bu batağın içinden filmdeki uzaylıların vermeye çalıştığı mesaj da bu; kapsülün iniş yaptığı dünyanın değişik yerlerindeki 12 ülkenin beraber hareket etmesi gerekiyor. Tövbe bismillah!

Zamanda kayma yaşanmışcasına garip hallere girmiş banyonun paspasına manasız gözlerle bakarken dışardan müthiş bir gürültü geliyor. Balkona çıkıyorum. Nerdeyse 2 aydır boş duran karşımdaki apartmanın  tepesine bir iş makinesi konmamış mı kuş misali? Görüntü pek bir sürreal geliyor. Ah diyorum, nasıl da manidar zamanlama, tam da dolunay vakti!

Odaya geri dönüp filmi izlemeye devam ediyorum. Telefon çalıyor; arayan komşum. Rahatsız olduysan bize gel diyor. Neyden rahatsız olduysam diyorum. Sesten diyor. Ne sesi diyorum. Öyle dememle beraber binanın tepesindeki iş makinesinin yıktığı apartmandan gelen seslerin farkına varıyorum. Dışarda kıyamet kopuyor, ben filme kendimi öyle kaptırmışım ki hiç bir şey duymuyorum :D Komşuma ben artık dış koşullardan etkilenmeyi bıraktım deyip şaka yapıyorum.

Film bitiyor. Telefon yine çalıyor. 6 aydır sürüp giden bir mevzu var. Ne zaman bitti artık desem canlanıp karşıma çıkıyor. Son 1 haftadırsa gelen her telefonla ne çıkacağını asla tahmin edemeyeceğim şekilde kötüye gidiyor durum sanki. O yüzden korkarak bakıyorum telefona, açmasam mı acaba? Açıyorum. Tamam diyor telefondaki, sorun çözüldü. Derin bir OHHH çekiyorum. Konu öyle saçma ki! Yine de mutluyum kaybettiğim eşeğimi bulduğum için. Sen çok yaşa emi dolunay.

Coronoya müteşekkir olduğum pek çok konu var. Kendimle ilgili olanlardan en önemlisi her şeyi mükemmel yapma çabama son vermiş olması. Dün canlı yayından evvel kafamın içindeki ses yine “Acaba görüntü iyi olacak mı, ses yeterince çıkacak mı, yayın kesilir mi?”  diye vır vır konuşurken sese “Olmazsa ne olur yani?” diye sordum. “Ben bu işi acaba birine faydası dokunur mu diyerek yapıyorum, elimdeki imkanlarla da yapabildiğim bu kadar. Önemli olan niyet, gerisinin önemi yok.” diye devam ettim. Baktım çıt yok.

Bugün şehir dışına taşındığı için uzun süredir görüşmediğim öğrencilerden biri yazmış; yayın çok güzeldi, evde gibiydiniz diye. OHHHHH be.

Benim dolunay işte böyle; seninki nasıl gidiyor?

1 Nisan 2020

Corona Günlükleri 6 – Doğum



Dün ilk canlı yayınımı yaptım; insanlık için küçük benim için dev bir adım. Kolay olmadı çünkü ben defalarca kolay olmayacağını düşünmüş ve dile getirmiştim. Deneyimlediğimiz hayat kafamızda dönüp duran düşüncelerin somutlaşmış hali. Her gün çoğunun farkında olmadığımız binlerce düşünce geçiyor zihnimizden ve bunların çoğu da aynı düşünceler. Bunu durmaksızın dönen bir plak gibi düşünün; biz iğneyi kaldırmadıkça aynı şarkı dönüp duruyor. (Meditasyon bu iğneyi kaldırma çalışması, bundan başka bir yazıda bahsederiz.) Bu sebeple; neyi çok tekrar edersek o hayatımızın gerçekliği oluyor. Kendimize bir şeyi yapabileceğimizi söylediğimizde  yapabiliyoruz, aksini tekrar ettiğimizde işi zorlaştırıyoruz. Kolay olmasa da, ilan ettiğimiz şekilde Antalya Yoga hesabından olmasa da canlı yayın gerçekleşti. Olaydan aldığım ders cebimde, canlı yayın tamam. Teknolojiyi seviyorum. (Artık canlı yayın düşünsün!)

Dün canlı yayında ki derste kelebek pozunu anlatırken içinde bulunduğumuz durumu kastederek; hepimiz bir kozanın içindeyiz şu anda dedim. Bu cümle sabah ki meditasyonumda ziyaret etti beni yine; kozanın içindeki kelebekleriz hepimiz.

Evdeyiz; her zaman olmasa da eskisinden daha fazla. Durduk; çeşitli nedenlerle tam olarak duramayanlar da yavaşladı en azından. Korunaklı bir ortamda beklemedeyiz.
Bu dünyaya annemiz vasıtasıyla geliyoruz; başkasının bedeniyle. Onun rahminde geçirdiğimiz 9 ay süresince dünyanın nasıl bir yer olduğuyla ilgili sinyaller alıyoruz. Annemiz korku ve stres içindeyse dünyanın güvenli bir yer olmadığını hissederek doğuyoruz. Annemiz planlamadığı ve hazır hissetmediği bir hamilelik yaşıyorsa dünyada istenmediğimiz hissiyle doğuyoruz.

Dünyaya geldikten sonra annemizin (Ya da bize bakım veren kimsenin) bize karşı davranışlardan nasıl biri olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Sevilebilir biri miyiz? Onun bizimle kurduğu ilişkiden (Ne yaparsak bizi seviyor?) davranış kalıpları geliştiriyoruz.
Okul zamanı geliyor. Bu sefer öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın bize davranışlarına göre yeni davranış şekilleri geliştiriyoruz. Sonra iş, komşular, toplum derken kendimiz dışındaki herkesin sözleri ve davranışlarından bir KİMlik oluşturuyoruz kendimize ve o KİMliğe BEN diyoruz.

Hayatta sormamız gereken çok önemli bir soru var ve biz o soruyu sorana kadar hayatı gerçek manada yaşayamıyoruz. Nefes alıyoruz, sürekli bir şeyler yapıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz. Hayat otomatik pilottan çıkmamız için bize sürekli sinyaller gönderiyor ama biz çok meşgul olduğumuzdan görmüyoruz, duymuyoruz, ta ki; uçak yere çakılana kadar. Sonra soruyu hatırlıyoruz; BEN KİMİM?

Geçen gün nasılsın diye sorduğum biri ben kendimi sorgulamazdım, kendimi sorguluyorum dedi. Kendini sorgulama hayatın en önemli parçası bence. Bu sorgulama geçmişte yapmış olduğumuz ve artık değiştiremeyeceğimiz şeyler için kendini eleştirme, yargılama, suçlama değil kesinlikle, yanlış anlaşılmasın. Bu en temel seviyede, ben dediğimiz şeyi ben olmayan şeylerden ayrıştırarak BENlik idrakine varmak. Ben yaşım değilim, ben mesleğim değilim, ben düşüncelerim değilim, ben duygularım değilim, ben bedenim değilim.

Asıl doğum annemizin bizi dünyaya getirdiği zaman değil, kim olduğumuzun farkına vardığımız zaman.

Doğum kolay iş değil ağrılı, sancılı bir süreç. Doğum sancısı çeken anneye kızıp bağırır mısın? Şu anda kendini yeniden doğuruyorsun; zorlanıyorsan endişelenme, üzülme, şefkat göster kendine. Kendine sor, zamanı geldiğinde o kozadan nasıl bir kelebek olarak çıkmak istiyorsun?

29 Mart 2020

Corona Günlükleri 5 – Pazar



Balkondan bildiriyorum.

Bu sabah güneş gökyüzünü muhteşem renklere boyayarak doğdu. Çiçek açmış kayısı ağacı yeşermeye başladı. Antalya'nın en sevdiğim zamanları başlıyor. Burada tüm caddeler turunç ağaçları ile doludur. Şehre yeni gelenler bunları portakal zannederek pek bir heyecanlanır, toplamaya çalışırlar hemen. Turuncun acı tadını alınca da hayalleri yıkılır. Her yıl Nisan'a doğru bu ağaçlar çiçek açmaya başlar ve şehri dayanılmaz bir koku sarar, tatlı ve baygın. Sokaklarda yürürken şehrin orta yerinde olmama rağmen sanki doğa beni kucaklıyormuş hissine kapılırım bu koku sayesinde. Bu yıl sokaklarda özgürce yürüyemiyoruz ama napalım, başka bahara artık. (Varsa şayet yaşanacak bir baharımız daha).

İşte bu sabah, apartmanın bahçesindeki turunç ağacından gelen koku beni kendimden geçirince yaşasın dedim, bahar geldi. Tüm mevsimleri seviyorum ama ilkbaharın yeri başka. Doğadaki uyanış beni büyülüyor. Tüm kış toprak altında uyuyan tohumlar, filizlenmeye, yeşermeye başlıyor. Cansız gibi duran bir formdan capcanlı bir şey meydana çıkıyor. Bu bana içimizdeki potansiyeli hatırlatıyor her seferinde.

Kuş dilini çözmek üzereyim. Psikologlar demiş ya; bu dönemde hayvanlarla konuşmanız normal, onlar sizinle konuşmaya başlarsa sorun diye, kuşlar benimle konuşur mu bilmem ama ben onları anlamaya başlıyormuş gibi hissediyorum. Zaten anlaşmak için ille de konuşmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Terk edilmiş apartmanın yanındaki apartmanın 3.katında bembeyaz bir kedi vardı bu sabah pencereden dışarıya bakan. Hali pek bir hüzünlü göründü gözüme; sanki dışarı çıkmak istiyormuş da çıkamıyormuş gibi.  Onun bir ev kedisi olduğunu hatırladım sonra, dışarı çıkmıyordu ki hiç! (Kendi duygularımızı nasıl da dışarı yansıtıyoruz hemen.) Zaten  bir süre sonra perdeyle oynamaya başlayıp çıldırdı, hüzünlü olduğunu düşündüğüm halinden eser kalmadı.

Sanırım iki yıl kadar önce annemin evinden bir kaç sardunya ve cinsini bilmediğim bir kaç çiçek getirip ekmiştim balkonda duran saksılara. Sardunyalardan biri eker ekmez açmıştı, bugüne kadar bir sürü çiçek verdi. Bu ana kadar hiç açmayan bir tanesinin tomurcuklandığı fark ettim bu sabah ve çok sevindim, ne renk çıkacağını çok merak ediyorum. Uzun süredir kurtarmaya çalıştığım bir tanesi ise ölmek üzere.

Balkonun aynı yerinde duran ve eşit güneş alan, eşit şekilde suladığım bu üç çiçeğin farklı gelişmesinin sebebi neydi? Çiçeklerin iradeleri var mıydı acaba ya da hisleri? Onca yoldan gelip yeni yuvalarına yerleştiklerinde biri “ Yaşasın, yeni bir şehir, üstelik geldiğim yerden çok daha güneşli” deyip rengarenk açmaya mı karar vermişti? Diğeri geldiği yeri yadırgayıp “Dur bakalım, açmaya değecek mi?” diyerek kendini korumaya mı almıştı? Ve sonuncusu kendini ait hissetmediği bu yerde, memleket hasretiyle çürümeye mi bırakmıştı bedenini?

Dünyada (dışarda) çok fazla şey oluyor, içimde çok fazla şey oluyor. Bir kaç gündür okuduğum ya da duyduğum bir cümlede, izlediğim bir şeyde başlayan kahkahalarım ağlamaya dönüşüyor. Ya da tam tersi , ağlarken gülmeye başlıyorum. Gün içinde farklı farklı haller, duygular beni ziyaret ediyor. Bu gülme ve ağlamaların içimde sıkışmış duyguların dışa vurumu olduğunu bildiğimden endişelenmiyorum, aksine seviniyorum. İçimizde sıkışmış her şeyin bizi zehirlediğini bildiğimden onlara dışarı çıkmaları için yollar veriyorum. Bedenimdeki sıkışıklık için yoga asana yapıyorum, kalbimdeki sıkışıklık için mantra söylüyorum. Bu ara sürekli Maha Mantra ve Gayatri Mantra söylüyorum, çok ama çok işe yarıyor.

İnsan olmak, böyle bir kırılganlıkla yaşamak nasıl da zor. Kendimizle savaşımız bitmiyor. İçimizdeki savaş bitmedikçe dışardaki savaş da bitmiyor. Kendimize ettiğimiz zulmü  fark etmedikçe doğaya, başka insanlara zulmediyoruz. İçimizdeki acıyı görmekten kaçtıkça duyu tatminine veriyoruz kendimizi; yiyoruz, içiyoruz, seks yapıyoruz, film izliyoruz, alış veriş yapıyoruz. Bunları yapınca  biraz iyi hissetsekte günün sonunda fark ediyoruz ki olmuyor, içimizdeki o boşluk bir türlü dolmuyor.

Kendimize söylediğimiz yalanların sonu gelmiyor. En büyük yalanlardan biri sevgiyi hak etmemiz gerektiği. Sevgiyi hak etmek için deliler gibi uğraşıyoruz; okuyoruz, öğreniyoruz, başarılı, faydalı, üretken olmaya çalışıyoruz, sevilmek için sınırlarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz, olmadığımız biri gibi davranıyoruz, yeter ki herkes bizi sevsin. Ama olmuyor, kimse kendini sevemediğinden başkasını sevemiyor. Kendimizi kabul edemediğimizden kimseleri kabul edemiyoruz. Ben evde oturuyorum, sen niye dışarı çıkıyorsun diye bağırıyoruz avaz avaz. Öyle yapma böyle yap diyoruz çünkü en doğrusunu biz biliyoruz.

Halbuki seviliyoruz hiç bir şey yapmadan da, sadece var olduğumuz için. Yaratan sevgiyse aksi nasıl mümkün olabilir ki? Yaratan her şeyiyle bütün ve eksiksizse biz nasıl farklı olabiliriz?

Ev  -şu an  içinde çokça sıkışmış  hissettiğimiz- dört duvardan oluşan bir yer değil. Ev, içinde bulunduğumuz bu beden değil. (Şu an öyle gibi görünebilir ama bu kısa bir süreliğine böyle.)
Ev gözünü kapadığında gittiğin, bağlantıda, BİR hissettiğin o yer, her daim huzurlu, sonsuz mutluluk içinde. Sat Chit Ananda

Şu anda ev bizi çağırıyor...

27 Mart 2020

Corona Günlükleri 4 – Kriz

Dün bir sürü arkadaşımla konuştum.

Corona hadisesi arkadaşlarımdan birini Mısır Seyahati sırasında bulmuş. Türkiye’ye zorlukla dönebilmiş ve Sivas'taki bir yurtta 14 günlük karantinaya alınmış. Yurtta binlerce kişiymişler. Test hala yapılmadığı için pozitif olup olmadığını bilmiyor.

Yıllardır Tayland’ta yaşayan ve turizm sektöründe çalışan bir arkadaşım bölümünde çalışan herkesi eve göndermek zorunda kalmış. (Ücretsiz izin) Kendisi evden çalışıyor ve iptal olan rezervasyonlarla ilgili otellerle görüşüyormuş tüm gün.

Dubai’de turizm sektöründe çalışan başka bir arkadaşım da evdeymiş. Böyle giderse bizim burdaki bölümü kapatırlar, 2 aya Türkiye’ye dönmüş olurum dedi.

Seyahat etmeyi  ve konuşmayı çok seven Hintli bir arkadaşım Hindistan’da sokağa çıkma yasağı ilan edilince depresyona girmiş. İzole olmak zorladığı için kendini alkole vermiş.

Hindistan’da seyahat eden Kanadalı bir arkadaşım sokağa çıkma yasağı öncesi  son dakika zorlukla bir yer bulabilmiş kendine. (Mekan sahipleri yabancıları kabul etmek istemiyormuş.)

Hindistan’da ashramda kalan Macar bir arkadaşım toplu dua etmenin yasaklandığını söyledi. Maksimum 5 kişilik gruplar halinde (Sadece ashramda kalanlar, dışardan kimse kabul edilmiyor.) aralarındaki mesafeyi  koruyarak dua ediyorlarmış.

Kelimenin tam anlamıyla DURMAKSIZIN çalışan  bir arkadaşım evde durma denemeleri yapıyor.  Artık çok daha sık iletişimdeyiz birbirimizle.

Hangi milletten olursak olalım ve dünyanın neresinde bulunursak bulunalım bir deneyimden geçiyoruz şu anda. Her birimizin deneyimi bilinç seviyemize ve yaşam tarzımıza göre ufak tefek farklılıklar gösterse de oldukça ortak bir yanı var bu deneyimin; hiç birimiz BİLMİYORUZ.  Bir şeyler oluyor; izliyoruz, okuyoruz ama o şeyin neden olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bu şeyin önümüzde nasıl bir yol açacağını da bilmiyoruz. Tam bir “Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim.” durumu içerisindeyiz.

Bunları düşünürken neden bilmem, yıllar önce yaşadığım  bir kriz geldi hatırıma. İşimi bırakma kararımın ardından Amerika’ya gitmiştim. Düşününce; aslında kriz yola çıkmamla başlamıştı sanırım.  15 Temmuz 2016 da uçağımın kalkmasından 2 saat sonra Türkiye’de darbe olmuştu. Gelişimin görkemli olması gibi Yeni Dünya’dan ayrılışım da muhteşem olmuştu. Önce kredi kartıyla ilgili bir sorun yüzünden uçağa kabul edilmemiş, uçak gözlerimin önünde kalkıp gitmişti. O gece Dallas’ta mahsur kalmış,  ertesi gün parası ödenmiş olmasına rağmen yeni bir bilet daha almak zorunda kalmıştım uçağa binmek için. Uçakta biri kalp krizi geçirince Oslo’ya iniş yapmak zorunda kaldığımızdan Doha’daki aktarmamı kaçırmıştım. Hava alanında geçen saatler sonunda  tam yeni bir uçağa binmek üzereyken dönüş biletim olmadığı için beni uçağa alamayacaklarını söylemişlerdi. Amerika bana gitme mi diyordu, Hindistan gelme mi diyordu bilmiyorum :D Kabus gibi geçen 2 günden sonra  güç bela ulaştığım Hindistan’da Rishikesh’e otobüs bulamadığım için Delhi’de mahsur kalmıştım bu sefer .

Konu çok uzadı, bahsedeceğim kriz bu değildi.  Rishikesh’e ulaştıktan sonra yoga eğitmenlik  kursuna başlamıştım. Aylarca Amerika’da kaldıktan sonra Hindistan’a , eğitimdeki  müthiş yoğun programa alışmaya çalışırken bir sabah uyandık ki  ne öğrenelim,  Hindistan hükümeti 500 ve 1000 rupilik banknotları tedavülden kaldırmış! Kurs ücretimi ödemek için yüklü miktarda para çekmiş olduğumdan elimde 500 ve 1000 lik banknotlardan oluşan binlerce rupi vardı. Banknotların belirli miktarda olmak üzere bankalardan değiştirileceği söylendi. Herkes bankalara koştu doğal olarak. Ucu bucağı görünmeyen kuyruklarda saatlerce bekleyip sıra geldiğinde öğrendik ki; tek seferde 2000 rupi değiştirilebiliyor  ve bir bankada birden fazla kere değiştirme yapılmıyor. Rishikesh banka sayısı belirli küçük bir kasaba. Halk sabah erkenden bankaya koşup sıraya giriyor.  Biz dersten çıkıp kuyruğa giriyoruz, iki saat bekliyoruz, bize sıra gelene kadar bankada para çoktan bitmiş oluyor. Bankamatiklerde de 2000 rupi sınırı var ve para konulur konulmaz bittiğinden yeni para  çekilemiyor. Bakkallar, alışveriş yaptığımız yerler eski para kabul etmiyor. (O döneme ait detayları "Burası Hindistan" yazımdan okuyabilirsiniz.)

Kriz anları verdiğimiz kararlar gerçekten önemli. Aldığım eğitime konaklama ve yemek dahil olduğundan ben nispeten şanslıydım. Okulla konuşarak ödemeyi belli bir komisyon karşılığı kredi kartımdan yaptım önce. Böylece elimde o an kullanamayacak olsam da bir miktar para kaldı. Yavaş yavaş değiştiririm diye düşündüm. Ben ancak bir ya da iki kere değişim yapabilmiştim ki Hindistan Hükümeti bundan böyle sadece Hindistan vatandaşlarının paralarının değiştirileceğini açıkladı. Paralar elimde kalmıştı! Ne yapacağımı bilemiyordum ama panik yapmamaya çalışıyordum.(En azından başımın üstünde bir çatı vardı ve karnım doyuyordu, değil mi?) Tek çözüm parayı Hintli birine vermek gibi görünüyordu. Öğretmenimle konuştum. Böyle bir durumda vaktini ve enerjisini böyle bir şeye harcamak isteyip istemeyeceğinden emin değildim. Neyse ki Hintliler gerçekten çok yardımsever bir millet, kabul etti. Paranın hepsini ona verdim. O da gün be gün, azar azar değiştirip bana verdi.

Sorun çözülür gibi olmuştu ama eğitimin de sonuna gelmiştik. Artık konaklama ve yemek için de paraya ihtiyacım vardı. Elimdeki para 2 hafta idare edecek kadar var yoktu. Ülkedeki para sıkıntısı devam ediyordu, küçücük kasabada para bulunan bankamatik bulmak çok zordu. Başka bir yere mi gitsem, orda kalmaya devam mı etsem karar veremiyordum bir türlü. O sırada  bir  önceki yıl Hindistan seyahatimde konakladığım otelin sahibi "Serap, ülkede para sıkıntısı  var ve devam edecek gibi görünüyor. Artık sertifikanı aldın, buraya gel ve yoga dersi ver, kalacak yer ve yemek için para vermene gerek yok." dedi. Nasıl rahatladım anlatamam. Böylece ülkenin kuzeyinden en batısına gittim ve orda geçirdiğim 40 günün sonunda para sıkıntısı nispeten azalınca seyahatime devam ettim.

Tüm bunlar neden şimdi aklıma geldi bilmiyorum, belki içinde bulunduğumuz ne yapacağını bilememe hali bir çağrışım yarattı.

4 yıl önce yaptığım o yolculuk bana çok ama çok şey öğretti. (O yolculuğa çıkma kararını almak başlı başına ayrı bir konu.) Bu çokluktan birini seç derseniz hiç düşünmeden "Hayata güvenmek ve onunla beraber akmak." derim. Kişisel gelişim  öğretilerinde pek klişe duran bu tanımın anlamını o yolculukta deneyimledim ben. O yolculuğa bakıp gözümü bu ana çevirdiğimde aklıma gelenler;

- O yolculuk gibi hayat ta bir yolculuk ve bu yolcuğun bir sonu var.

- Her türlü sıkıntı gelişim için müthiş bir fırsat. İnsan rahatken kendini geliştirme ihtiyacı duymuyor. Kısıtlı imkanlar, zor durumlar insanın yaratıcılığını güçlendiriyor.

-Kriz anlarında uzun vadeli plan yapmak anlamsız. Koşullar durmaksızın değişiyor. Gelecek belirsizken bugünden başka bir zaman yok. Aceleye gerek yok, tek seferde tek adım. Öncelik günü kurtarmak.

- Hayata güvenmenin hediyesi çok ama çok büyük. Bunu defalarca deneyimledim. Ne zaman endişeye kapılsam, korksam ve o duygularla karar alsam işler hep daha kötüye gitti.  Ne zaman o duyguları biraz aralayıp, sakin bir yerde durup, hayırlısı neyse o olsun desem yaşam aktı. Yardım değişik vesilelerle bana ulaştı.

-Hayat bizden çok büyük. (Ben burda hayat hayat diye bahsediyorum, siz içinizde o çağrışımı yapan, size daha uygun olan bir kelimeyle değiştirebilirsiniz bunu.) Benim hayattan bekleyebileceklerim ve isteyebileceklerim çok sınırlı. Bunu o yolculukta, daha önce hissetmediğim coşkunlukta ve taşkınlıkta duyguları hissedince anladım. Bizim isteklerimiz hep geçmiş yaşantımız doğrultusunda sınırlı, halbuki hayatta sonsuz seçenekler, sonsuz var olma biçimleri mümkün.

-Evren kesinlikle dost canlısı bir yer. (Biz öyle hissetmediğimiz zamanlarda bile öyle.)

-Hayat her zaman bizim yanımızda. Onun müthiş bir kurgusu ve dengesi var. Olan her şeyin ardında müthiş bir zeka ve bizim hesaplayamayacağımız bir matematik var.

-Her şey ama istisnasız her şey geçiyor.

Bu yazdıklarımın dışarda neler oluyor, kadın ne anlatıyor gibi algılanmasını istemem. Biliyorum; insanlar hastalanıyor, ölüyor, yakınlarını kaybediyor . Farkındayım, insanlar  (Ben dahil, tuzum kuru bir yerden yazdığım düşünülmesin.) işlerinden oluyor. Sadece diyorum ki; bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında hiç bir şey. Hayatımızın altı mı iyi üstü mü iyi bilmiyoruz.

Ancak hücrelerime kadar biliyorum ki; zaman yıllardır öğrendiğimiz metotları, teknikleri uygulama zamanı. Yogayı instagramda like almak için öğrenmedik, şimdi yogayı, meditasyonu, pratiği kullanma zamanı.

Korku senaryoları üretip yaymanın kimseye faydası yok, zaman enerjimizi, titreşimimizi yükseltme zamanı. Önümüzde nerden baksak 6 aylık bir süreç var, zaman bu süreci değerlendirme zamanı. O zaman hadi, hep birlikte...

24 Mart 2020

Corona Günlükleri 3


Yeni ayınız kutlu olsun.

Bugün Koç’ta yeni ay. Astrolojik yeni yılın başlangıcı aynı zamanda. Doğa uyanışta.
Balkondan bildiriyorum. Antalya’da müthiş, ışıl ışıl bir gün, hava ılık.  10 gündür evdeyim.  Bu süreç içinde bir kaç kez yiyecek alışverişi için dışarı çıktım, 4 gündür ise evden dışarıya adımımı atmadım. İlk zamanlar her gün batımı yaptığım 1,5 saatlik yürüyüşleri özlesem de kısa sürede alıştım. İnsan evladının müthiş bir uyumlanma kapasitesi var; yeni koşullara hızlı bir şekilde alışıyor.

Balkondan katılıyorum hayata. Bahçede- karşımdaki terk edilmiş binanın önündeki - kayısı ağacı çiçek açtı, yanındaki dut ağacı ise yeşerdi.  Güvercinlerle kanka olduk.  Balkona yiyecek bir şeyler koyuyorum zaman zaman onlar için, koymadığım zaman uyarmaya başladılar artık. Önceden ben balkona çıktığım an uçarlarken benimle kalmaya başladılar. Geldikleri an hoş geldiniz, ne var ne yok diye konuşuyorum, onlar da ötüyor. Geçen gün bir metreden az bir mesafede yan yana oturduk. Her gün aynı güvercinler mi geliyor, yoksa değişiyor mu çok merak ediyorum.

Sabah uyanır uyanmaz nefes çalışması yapıyorum, ardından japa meditasyonu  ve en son asana pratiği. Bunların süreleri nasıl hissettiğime göre değişiyor ama genelde toplamda 1-1,5 saat kadar sürüyor. Matımı odada serili tutuyorum ve vücudumun esnemek istediği her an üzerine geçip bir şeyler yapıyorum.

Tüm bunları yaptıktan sonra  üzerime çöken huzur halini bozmamak için sevdiğim mantraları dinleyerek hazırlıyorum kahvaltımı. Hava güzelse balkonda yiyorum. Kahvemi içerken geceden kapattığım telefonumu açıyorum. Ben yıllardır televizyon izlemiyor, haber  okumuyorum. Corona gündemimiz olduğundan beri günde bir kez vaka sayısı kaç olmuş bakıyorum sadece.

Bunların çoğu gündem değişmeden önce  yaptığım şeyler olsalar da  gerek instagramda geçirdiğim sürenin artması gerekse  arkadaşlarımı ve ailemi daha sık arama isteği duymam böyle bir zamanda bağ kurma, iletişimde olma ihtiyacımın arttığını gösteriyor.

Düzenli biri olmama rağmen temizlik hastası olmadım hiç ve kapı kollarını çamaşır suyuyla silme aşamasında değilim. Kendimce makul ölçülerde ellerimi yıkıyorum. Kolonya baş ucumda duruyor. Alışverişten döndükten sonra bir kaç kez nereye dokundum, oraları yıkayayım, sileyim diye aklımdan geçse de takibinin imkansızlığını fark edince vazgeçtim. Yine de dışarı çıktığımda giydiğim tüm kıyafetleri  eve girer girmez çıkarıp yıkadım ve kendim de yıkandım. “Dışarda bir virüs var ve dokunursak öleceğiz!” paranoyasının virüsün kendisinden çok ama çok daha tehlikeli olduğunu o zaman çok net bir şekilde fark ettim. Bunda böyle bir zamanda izlenmemesi gereken bir film olan “Salgın” filmini izlememin de etkisi var sanırım. Filmde günde binlerce kez  yüzümüze dokunduğumuzu duyduktan sonra yüzüme dokunduğum her anı fark etmeye başlayınca çıldıracak gibi oldum :D

Dün nihayet giysi dolabına el attım kışlık yazlık değişimi için. Kullanmadığım şeyleri ayırdım. Bunu düzenli olarak yaptığım için artık çok az eşya çıkıyor düzenlemelerde, buna seviniyorum. Gerçekten çok fazla şeye ihtiyacımız yok bu hayatta.

Bu hadise meydana gelmeden önce Vedik öğreti ve mantralarla ilgili bir uzaktan eğitim imkanı sunulmuştu bana (Çok şanslıyım gerçekten). Bu eğitim kapsamında bana verilen ödevleri yapmaya başladım. İlk mantra sevdiğim ve söylediğim bir mantra çıktı. Ah, böyle zamanlarda her şey öyle güzel oturuyor ki yerine; ilahi sözler duymak kadar insanın kalbini açan bir şey yok.

Bu dönem rüyalarımda müthiş bir hareketlilik var ve mesaj içerikli rüyalar artmaya başladı. Rüyalarımı yazıyorum.  Onları yıllar sonra okuduğumda o dönemin tablosunu öyle not koyuyorlar ki ortaya. Bilinçaltınızda neler olduğunu merak ediyorsanız rüyalarınızı düzenli yazın.

Yazma isteğim arttı bu dönemde. Gerek buraya gerekse günlüğüme daha fazla yazar oldum ve bu beni çok mutlu ediyor. 

Japa pratiğimi günde ikiye çıkardım. Artık sadece sabahları değil akşamları da japa yapıyorum. Hatha yoga pratiğimde günde iki oluyor bazen.  Dört başı mamur, baştan sona planlı pratiklerden ziyade bedenimin ihtiyacına göre hızı ve süresi değişen pratikler bunlar.

Bu bir “Ben bunları yapıyorum, siz de yapın!” yazısı değil. Bunları yapmak bana iyi geliyor o yüzden yapıyorum.

Evde kalıyorsan tamam, herhangi bir nedenle dışarı çıkıyorsan tamam.

Korku, endişe, panik içindeysen tamam, sakin ve merkezinde hissediyorsan tamam.

Günde bin beş yüz tane canlı yayına katılıyorsan tamam, hiç bir şey yapmadan yayıyorsan tamam.

Kendini yiyeceğe boğduysan tamam, yediklerine dikkat ediyorsan tamam.

Evde her yeri bin beş yüz kere yıkadıysan tamam, evin darmadağınsa tamam.

Evde çocuğunla, ailenle vakit geçirmekten bunalmış, kendi alanını özlüyorsan tamam, onlarla vakit geçirmekten keyif alıyorsan tamam.

Virüsün insanlığı yok etmek için üretildiğine inanıyorsan tamam, bunun doğal olduğunu düşünüyorsan tamam.

Üzülüyorsan, ağlıyorsan, korkuyorsan tamam, kahkahalarla gülüyorsan tamam.

İsyan ediyorsan tamam, kabul ediyorsan tamam.

Dünyanın sonunun geldiğine inanıyorsan tamam, çok daha güzel günler yaşayacağımıza inanıyorsan tamam.

Her şey, hepsi tamam. Hepimiz değişik şekillerde baş ediyoruz stresle. Ne yaptığının önemi yok. Kendini hissetmediğin şekilde hissetmeye zorlama. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan bir insansın sadece.

Hepsi bu.

23 Mart 2020

Corona Günlükleri 2


Nasıl gidiyor karantina günleri? İnsanın böyle günlerde kendini demirleyecek bir yere ihtiyacı oluyor.

Bu kadar küresel boyutta olmasa da bireysel boyutta her birimiz en az bir kez büyük bir zorlukla karşılaşmışızdır hayatımızda. Yer ayağımızın altından çekiliyor gibi olmuş; her şey tepe taklak olduğundan ne yapacağımızı bilememişizdir. Böyle zamanlar da ya olanla baş edemeyip daha da dibe batarız ya da tutunacak bir dal buluruz. Bu dal benim için yoga olmuştu.

Sonrasında ne zaman dara düşsem, aklımı kaçıracak gibi hissetsem yoga pratiğim beni merkezime bağladı. Yavaş yavaş dışarda olanlardan daha az etkilenmeye başladım.

Bunu herkes yoga yapsın diye söylemiyorum, diyorum ki; hepimiz için en az bir yol var asıl olanla bağlantıya geçebileceğimiz.

Dün @snatamkaurkhalsa nın her gün (bizim saatimizle 18.00) yaptığı yayına katıldım. 
"Ra ma da sa sa se so hang" mantrasını söylüyor.

Ardından @devapremalmiten en her gün (bizim saatimizle 24.00) yaptığı yayının tekrarını dinledim. Gayatri mantrayı söylüyorlar.

Söyledim, söyledim, söyledim. Söyledikçe hafifledim. Hafifledikçe hatırladım.

Sıkıntı varsa ferahlık var
Hastalık varsa şifa var
Karanlık varsa aydınlık var
Boşluk var
Sonsuzluk var
Meditasyon var
Yoga var
Mantra var
Dua var
Namaz var
Zikir Var
Yol çok
İçeri bak, orada senin çağıran bir şey var
İçeri git, orada hiç dokunulmamış öz var
İlâhi olana dön yüzünü

Bu da geçer ya Hû

21 Mart 2020

Corona Günlükleri 1



Bugün ekinoks yani günün karanlığı ile aydınlığı eşit.

Dünyanın düzeni ikilik üzerine kurulu.  Bize göre karanlık varsa aydınlık yok. Bir şey varsa başka şey yok. Sınırlı zihnimizle ancak böyle anlam veriyoruz bir şeylere.  Peki, şu cümle nasıl hisettiriyor? İkisi de var ve hiç biri yok.

Hazır bugün karanlık ve aydınlık enerjisi eşitken soralım kendimize; neler oluyor?

DURDURULUYORUZ!

Durdurulan doğa değil elbette insanlar. Güneş yine doğuyor, batıyor. Toprak uyanıyor, yeni ayda ektiğim fesleğenler büyüyor. Kuşlar ötüyor. Geçen sabah meditasyona oturduğumda gökyüzündeki  ay  öyle muhteşemdi ki; gözlerimi alamadım. Yanı başına ilişmiş olan yıldız sonra ona eklenen başka bir yıldız (Bir kaç saat sonra okuduğum yazıda tesadüfen öğrendim ki; onlar yıldız değil Mars ve Jüpitermiş.) derken gözümü kapayıp içerdeki güzelliği mi izlesem yoksa dışardakini mi bilemedim. Demem o ki; doğa corona filan dinlemeden tüm zarafetiyle döngüsüne devam ediyor.

Biz ne yapıyoruz? Bazılarımız çalışmaya devam etse de çoğumuz evlerimize kapandık. Eve kapanınca durduk mu? Hayır. Bir yandan olan biteni takip ediyoruz, bir yandan temizlik yapıyoruz. Okuyamadığımız kitapları okumaya, izleyemediğimiz filmleri izlemeye, yarım kalan işleri bitirmeye verdik kendimizi. DURAMIYORUZ.

Kendi adıma; instagramda daha fazla vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Şu an gördüğüm tablo akıllara zarar. İlgi alanlarım doğrultusunda takip ettiğim hesaplarda müthiş bir faaliyet var. Öyle ki; dünyanın dört bir yanından yoga hocalarının verdiği online yoga derslerine mi, toplu mantra çemberlerine mi, mindful sohbetlere mi katılayım bilemiyorum. Ekranda aynı anda belirerek yanıp sönen canlı yayın ibareleri beynimi yakınca kapatıyorum telefonu. 6 gündür evdeyim ve hiçbir şeye katılamadım. Katılamıyorum. Herkes kendince hediyelerini paylaşıyor ve bunda yanlış olan bir şey yok. Konu benimle ilgili; artık dışardan gelenleri toplamaya değil fazla olanları bırakmaya ihtiyacım olduğunu görüyorum. Çoğaltmak değil de sadeleşmek zamanıymış gibi geliyor.

Yine kendi adıma gidişattan endişe duymadığımı söyleyebilirim. Yıllardır yaptığım çalışmalar tam da bunun içinmiş gibi hissediyorum. Dünya çapında bir salgın var ve evden çıkmayıp kişisel temizliğime dikkat etmekten başka yapabileceğim hiç bir şey olmadığını biliyorum. Depolayacağım tuvalet kağıdı ve makarnanın hiç bir işime yaramayacağının farkındayım. Bunu yapanlar yanlış yapıyor diye söylemiyorum. Şu an en ilkel yanımızla temas içindeyiz. İsteğimiz her şeye  anında erişme noktasındayken atalarımızdan asırlardır bize aktarılmış olan hastalık, kıtlık, yokluk bilincinin tadına bakmak zorunda kaldık bir anda. Kolay iş değil, yalpalayacağız elbet.

Yaşadığımız zorlukları tekamülümüzün yakıtı olarak görüyorum. İnsan zorlanmadan gelişme ihtiyacı duymuyor. Acıdan daha büyük bir motivasyon aracı bilmiyorum. Bu ister fiziksel, ister, ölümlü ve kırılgan olmaktan kaynaklanan psikolojik acı olsun. İnsan olmak böyle bir şey, kolay değil. Zaman bize atalarımızın korkularını dönüştürmekle görevli savaşçılar olduğumuzu hatırlatıyor.
Bunu nasıl atlatacağız? Kabul ve teslimiyetle, tevekkülle. Gezegenleri, galaksileri, evreni, uzayı düşünün. Şimdi kendi varlığınızı düşünün, ne kadar önemlisiniz? Sizce böyle bir yapıda sizin endişeleriniz, üzüntüleriniz, planlarınız ne kadar etkili? Dünya hakkında endişelenmeyi bırakın, o başının çaresine bakacaktır. Salgında ölenler için üzülüyor musunuz? Neden? Siz ölmeyecek misiniz?

O zaman her şeyi boş verip hiç bir şey yapmayalım mı? Elbette hayır. Sorumluyuz; elimizden gelen her şeyi yapacağız. Hem kendimiz hem diğerleri için gerekli önlemleri alıp gerisini bizden büyük olan güce teslim edeceğiz. İlahi planda ne, ne için oluyor bilemeyeceğimize göre yapabileceklerimizi yapıp kalanını bırakacağız.

Ben şu an olanlardan ziyade tüm bunlar bittikten sonra olacakları merak ediyorum asıl. Hiç bir şey olmamış gibi hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edecek miyiz? Bence hayır. Bu UYANDIRMA çağrısı herkesi hayatlarına bakmaya yöneltecek bana kalırsa. Herkes kendi idrakine göre değişiklikler yapacak yaşam tarzında. Hayat bir tetris oyunuysa insanlık bir  level atlamış olacak tüm bunlar bittiğinde.

Hayatın  bizi (zorla da olsa!) ANda yaşamaya yönelttiği bu zamanların kıymetini bilelim. Buraya belirli nefes sayısıyla geldik ve bittiğinde gideceğiz.

Korku, endişe, panik anlarında doğumundan ölüme kadar sana eşlik eden nefese ver dikkatini. Nefes al (1,2,3,4), tut (1,2,3,4), nefes ver (1,2,3,4) ve dışarda tut (1,2,3,4). Dışarı çıkamıyorsan, içeri gir. Hepsi bu kadar.

Yalnız değilsin.

Seviliyor ve destekleniyorsun.

Her zaman...




25 Şubat 2020

Yeni Ay


Yeni ay etkileri nasıl gidiyor? 23 Şubat’ta Balık burcunda bir yeni ay gerçekleşti.  Ay, güneşle dünya arasına girdiği için bize görünen yüzü ışık alamadı, gökyüzü karardı. 

Yeni aylar beni  dolunaylardan daha fazla etkiliyor. Sebebini bu yeni ayda çok daha iyi anladım; gökyüzünün zifiri karanlığı beni kendi karanlığıma götürüyor.

Bu dünyada her şey zıddıyla mevcut, aydınlığa giden yol karanlıktan geçiyor. Karanlığa bakış da kolay iş değil; çokça cesaret, sabır ve güç gerektiriyor.

Yeni ay günü,  duygularımın bulandığı bir anda zihnimde çamur imgesi belirdi.  Bakmaya çalıştığım yer bir bataklıktı sanki ve benim ordan bir şey bulup çıkarmam gerekiyordu.  Sonra ardından lotus çiçeği geldi aklıma. Lotus ülkemizde yaygın olarak görülen bir çiçek olmamasına rağmen  birdenbire zihnimde belirmişti. Bu elbette bir tesadüf değildi.  Lotus çiçeğinin Hindistan ve Uzak  Doğu’dan gelen  pek  çok öğretide metafor olarak kullanıldığını biliyordum. İçimden; “ Köklerini çamurda daha da derine sal Serap, çiçek açabilmen için başka yol yok!” diye geçirdim.  

Duygularımın izini sürerek iki gün öncesine gittim.  İşte ordaydı. Birinin yaptığım işi eleştirdiği an içime bir kor ateş gibi düşmüştü. Korun ateşinden sebep önce kükremiş, zeytin yağı gibi üste çıkmaya çalışmıştım. Tam kendimi haklı çıkarmak için karşımdakini suçlamaya başlamıştım ki; eleştirinin küçük de olsa haklı olabileceğini kabul eden yanım suçluluk duymaya başladı. Bu, hazmı öfkeden çok daha zor olan bir duyguydu benim için.  İçimdeki  rahatsızlık dayanılmaz hale geldiğinden karşımdakine “Enerjimizi boşa harcamayalım!” diyerek konuşmayı bitirdim hemen.

Ertesi gün,  konuşma bitmiş ama içimdeki yankıları bitmemişti. Küçük bir eleştiri canımı neden bu kadar çok sıkmıştı? Daha önce eleştirildiğim anları düşündüm, hepsinde de çok sinirlenmiştim. Bu sadece eleştirilmekle alakalı bir konu olamazdı, derinde yatan başka bir şey vardı sanki.

Kişisel gelişim kitaplarında  -ben de  dahil olmak üzere yoga derslerinde- sıkça söylerler; duygudan kaçmayın, onunla kalın. Söylemesi kolay da, yapması! İnsan böyle bir durumda yaşadığı rahatsızlığı hissetmemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. İlk tepki tanıdık yollarla duygudan kaçış oluyor. Ben de kendimi yemeğe verdim. Bu farkında olmadığım bir davranış değildi kesinlikle ancak o anda bunu değiştirecek gücüm yoktu, hızlı bir çözüme ihtiyacım vardı. Tüm dünyayı bir çırpıda mideme indirdim. (Siz de mutluluğu sık sık pizza ve makarna yiyerek bulmaya çalışıyorsanız sindirilmemiş duygularınız olması ihtimali yüksek.)

Hepimizin belli durumlara karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları var ve bu mekanizmaların  çoğunluğu çocuklukta oluşuyor.  Kendimizi  yüzleşmeye hazır olmadığımız bir durumla yüzleşmeye  zorlamak  kendimize zarar vermemize sebep olabilir. Daha gelişmişleri oluşana  kadar bu ilkel mekanizmaları arada bir kullanmakta sakınca yok bence (Alışkanlık haline getirmeden elbette).  Fırtına kopuyorsa önce canınızı kurtarın, hasar tespitini sonra yaparsınız. Ben de öyle yaptım.

Sular durulduktan sonra, bu sabah okuduğum kitaptaki bir cümle tüm ışıkları yaktı birden. Eleştirilmek içimdeki büyük bir yarayı tetikliyordu; yetersizlik. Mükemmeliyetçi bir annenin çocuğu olarak yaptığım hiç bir şeyin “yeterince iyi” olmadığına inanarak büyüdüm.  Annemin standartlarına ulaşmak imkansızdı. Kendi dışında hiç kimsenin yaptığı işi beğenmezdi. Her şey onun istediği zamanda, onun istediği şekilde yapılmalıydı. Bu  imkansız olduğu için; ne yaparsam yapayım onu memnun edemediğimi hissederdim küçükken.

Aynı mükemmeliyetçiliğin bende de yerleşmiş olduğunu anlamam yıllar aldı. Kimsenin yaptığını beğenmemem sebebiyle her işi kendim yapmaya çalışıyordum. Yardım almak asla bir seçenek değildi! Hiç unutmuyorum;  çalıştığım iş yerinde bana yardımcı olması için bir eleman almışlardı. Adam o kadar baştan savma (Bana göre elbette.) iş yapıyordu ki; kendi işlerimi bitirdikten sonra onun yaptıklarını tekrar yapıyordum. Bir süre sonra ona hiç iş vermez oldum . Adam aylarca hiç bir şey yapmadan  para kazandı.

Mükemmeliyetçilik kontrolcülüğü yanında getiriyordu. İnsanları, durumları, olayları kontrol etmek için insan üstü çaba harcıyordum. Her durumu önceden planlamaya çalışıyordum. Tatile gitmeden önce gideceğim ülkedeki  şehrin sokaklarına varıncaya kadar ezberlemiş oluyordum. Bunun beni nasıl tükettiğini anlamam yıllar aldı.

Yaptığım işin eleştirildiği o an tepkiyi veren 41 yaşındaki Serap değil içimdeki küçük Serap’tı.  Çok büyük bir acı duyuyordu çünkü eleştirildiğinde yetersiz hissediyordu. Ona göre yetersiz olmak daha az sevilmekle eşdeğerdi.

Bunları annemi suçlamak için yazmıyorum. Herkesin elinden gelen en iyi şekilde, en doğru bildiğini yaptığına yürekten inanıyorum. Bedenlerimiz büyürken içimizdeki çocukları büyütmek bizim sorumluluğumuz. Önermesi gerçek olmasa da (Yetersiz olursam beni sevmezler ) o gün o küçük kızın hissettiklerinin gerçek olduğunu biliyorum. Onu sevgiyle kucaklıyorum. Kendimize sarılmayı öğrenmediğimiz sürece hiç bir kucaklamanın yeterli gelmeyeceğini çok iyi biliyorum.

Yeterliyim, yeterlisin, yeterliyiz. 

22 Ocak 2020

Yoga yapınca daha iyi insan olur muyuz?



                                 
Yoga yapanların sayısı her geçen gün artıyor. Yoga yapmasa bile herkesin en az bir -çoğu zaman birden fazla- fikri var yogaya dair. Hayatında hiç yoga yapmamış insanlardan duyduğum yoga tanımları arasında en sık geçen kelimeler huzur, arınma, dinginlik, esneklik, denge, sağlık. Yoga biraz şöyle algılanıyormuş gibi hissediyorum; yoga diye bir şey var, yapmaya başladığında birdenbire sağlıklı, huzurlu, hiç bir şeye sinirlenmeyen, her zaman dengeli, ayağını kafasının arkasına koyabilen süper esnek bir insan haline dönüşüyorsun. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

Geçen gün yoga eğitmeni bir arkadaşın yazdığı terzi kendi söküğünü dikemiyor yazısı kalbime inanılmaz dokundu. Bazı günler yataktan çıkmak, hiç bir şey yapmak istemediğinden, kendini doğru bildiklerini yapmaya zorladığından bahsetmiş. Çok samimi buldum yazdıklarını ve bunu açık yüreklilikle paylaşma cesaretine hayran kaldım. Yoga yapsın yapmasın pek çok insanın çoğu zaman böyle hissettiğini ancak kuyruğu dik tutmak adına bunu açıkça dile getirmek yerine “mış gibi” gibi yaşamaya devam ettiğini gözlemliyorum. Etrafınıza bir bakın; kendini mutlu etmeyen işlerde çalışmak, kendini mutlu etmeyen ilişkileri sürdürmek, kendini mutlu etmeyen yerlerde yaşamak için antidepresanlara, televizyona, telefona, alışverişe sarılan kaç kişi tanıyorsunuz? Sayının az olmadığından eminim.

Yoga yapmaya başladıktan sonra da üzüldüğünüz, mutsuz olduğunuz, sinirlendiğiniz zamanlar olacak. Dürüst olayım; yaşadığınız tüm olaylara azize farkındalığında bakacağınız zamanlara biraz var. Hiç bir şey değişmeyecekse neden yoga yapalım dediğinizi duyar  gibiyim. Yoga yapın çünkü yoga sizi hakikatinize yaklaştırır. Yoga size sinirlenmeyin demez, hobi olarak yine sinirlenmeye devam edebilirsiniz ama yoga sayesinde önce sinirli olduğunuzun farkında olur, kendinizi gözlemlemeye devam ederseniz neden sinirlendiğinizin de farkına varırsınız. Sizi sinirlendiren şeylerin farkına vardıkça sinirli olduğunuz zamanlar azalır ve sinirlenmenizin sebebinin yolda yürürken size çarpan kişi olmadığını anlarsınız, o sadece oradan geçen biridir. Mutsuzluğun, üzüntünün bir duygu olduğunu ve gelip geçeceğini bilirsiniz. Mesele her zaman mutlu olmak değil nasıl hissettiğinizin farkında olmaktır.

Yeni yıla hasta başladım. Oldukça ağır geçen hastalık sürecimde 13 yaşındaki yeğenim merakla “Hala, sen nasıl hasta olabilirsin ki?” diye sorduğunda çok şaşırdım. Neden hasta olamayacağımı sordum ona. Yoga öğretmenisin sen dedi, düzenli yoga yapıyor, sağlıklı besleniyorsun, hasta olmaman gerekmez mi? Birden suçlu hissettim kendimi; yoga yapan biri olarak hasta olmaya hakkım yoktu demek! Ona kızacak gibiyken yoga öğretmenliği ve  “Yoga Öğretmeni Nasıl Olmalı?” hakkındaki kendi yargılarımı düşündüm. Bir kaç kilo aldığında kendini sürekli “Sen nasıl yoga öğretmenisin?” diye sorgulayan ben değil miydim? Ya da ünlü bir yoga hocasının kanser hastalığına yakalandığını öğrendiğimde yeğenimin duyduğu aynı şaşkınlığı duymuyor muydum ben de? O kısacık anda tüm bunları düşünüp yeğenime yoga öğretmenlerinin de hastalandığını çünkü hepimizin insan olduğunu söyledim. Şişman veya hasta olabilirsiniz. (Burdaki şişman ve hasta kısmını kendinizi tanımlamak, çoğu zaman da yargılamak için kullandığınız kelimelerle değiştirin.) Bunlar sadece bir takım kelimelerdir ve asla kim olduğunuzu tanımlamaz.  Yoganın en büyük faydalarından birisi kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizi sağlamasıdır.

İnsan gerçekten de çok karmaşık bir varlık. İnsanı ve onun bu dünyadaki varlığını sadece mantık çerçevesinden anlamaya çalışmak yeterli olmayacaktır. 2+2 her zaman 4 etmeyebilir. Hayatınızda mantıksızmış gibi görünen şeylerin büyük anlamları olabilir.  Siz büyük büyük  annenizi tanımıyor olabilirsiniz ancak onun burnuyla beraber acılarını, hayal kırıklıklarını miras almış ve bedeninizde taşıyor olabilirsiniz. Ağaç kovuğundan çıkmadık hiçbirimiz. Hepimizin bir anne babası (bazen onları tanımasak da), içinde yetiştiği bir ortam (herkesinki “ev” olmayabilir) var. İnsanı bunlardan bağımsız değerlendiremeyiz. “Ben” dediğimiz şey yalnız başına bir varlık değil tüm  bunların bir toplamıdır. Hepimizin kişisel bir tarihi var ve bu tarih boyunca yaşadığımız şeyleri bir anda silemeyiz.

Büyürken anne babamızın sevgisini kazanmak için kardeşlerimizle rekabet etmek zorunda kaldıysak yoga sınıfına girdiğimizde yapacağımız ilk iş diğerlerinin nasıl yoga yaptığına bakıp kendimizi kıyaslamak olacaktır. Sadece başarılı olduğumuzda sevilmişsek hareketleri “en  iyi” yapma çabasında olacağızdır. Yoga yapıyoruz diye birdenbire ulvi bir insan olmayacağız yani. Kendimizle ve etrafımızla kurduğumuz ilişki yogayla olan ilişkimizi doğrudan etkileyecektir. Şu da bir gerçek ki; ne kadar yoga yaparsak yapalım  bir takım şeyler belki hiç değişmeyecektir. Bunu baştan kabul etmek bizi hayal kırıklığından kurtarır.

Sözün özü; yoganın bizi daha iyi biri yapmak gibi bir derdi yoktur. Yoga bizi katman katman soyarak sahte kimliklerimizden arındırır. Kim olmadığımızı göstermek yoluyla kim olduğumuz gerçeğine yaklaştırır an be an. Kendimizi bozuk, kırık, hatalı, tamir edilmesi veya değişmesi gereken bir şey olarak görmeyi bırakıp kabul etmeye ve sevmeye başlamalıyız bir an önce zira daha iyi biri olmaya değil kendimiz olmaya ihtiyacımız var.