28 Aralık 2016

Bir Yıl Daha Biterken – Kısa Bir Özet Yaşama Dair


İşte bir yıl daha bitiyor. İnsan yaş aldıkça zaman daha hızlı geçer derlerdi de inanmazdım. Bu yıl fırtına gibi geçti adeta. Ne çok şey oldu; hem kişisel hem ortak tarihlerimizde. Dünyaya bakıyorum da; zıvanadan çıkmış gibi geliyor. O kadar fazla olumsuz şey oldu ki; daha fazla kötüye gidemez artık diyorum, bundan sonra muhakkak iyi bir şeyler olacak. Her şeyin kökten değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Değişim devinim demek, kolay olmayacak elbet.

Yoganın ilk kolunun ilk ilkesi Ahimsa yani şiddetsizlik. Var olan her şeye karşı şiddetsiz olma durumu. Öyle geniş bir tanımı var ki nasıl açıklanır bilmiyorum. Yoga felsefesi öğretmenimin söylediği, bu prensiple çelişir gibi görünen bir cümle çok hoşuma gitmişti; şiddet olmasaydı dünya olmazdı. En basitinden; bir ağacın oluşabilmesi için tohumun ölmesi gerek. Öyle basit bir ölüm de değil üstelik tamamen parçalanması, tüm potansiyelinin, özünün toprağa karışması gerek ki bundan ağaç gibi yeni bir şey ortaya çıksın. Dalları göğe uzanan, milyonlarca yapraktan oluşan heybetli bir ağaç düşünün, tohumdan kat be kat büyük. Tüm bu büyüklük işte o küçücük tohumun içinde saklı ve tohum ölmediği sürece hiçbir işe yaramayacak, ne ağaç olacak, ne çiçek açacak ne meyve verecek.

2012 yılında marduk dünyaya çarpacak ve kıyamet kopacak diye ortalık birbirine girmişti. Marduk dünyaya çarpmadı ama benim kıyametim o yıl koptu kesinlikle. Başıma gelmesinden korktuğum her şey üst üste başıma gelince gerçeklik algımı yitirdim tamamen. Ben dediğim kişinin bir yabancı, hayatım dediğim şeyin kurmaca olduğunu fark ettim, bir de hayatlarımız üzerinde hiçbir kontrolümüz olmadığını. Böyle büyük bir değişimle karşı karşıya kaldığınızda eskisi gibi yaşamaya devam etmenize olanak yok. Araştırdım, okudum, yardım aldım, anlamaya çalıştım neden böyle olduğunu; öyle ya, sebepsiz kuş uçmuyor. Tüm başıma gelenler uyandırma çağrısıymış meğer.

2013 kendimi tanıma ve yeniden yapılanmayla geçti. Etrafımızda sevdiklerimiz, ailemiz, eşimiz, arkadaşlarımız olsa da hayatta yalnız olduğumuzu derinden kavradım. Mevlana’nın dediği gibi; “Bu yol senin ve sadece senin yolun. Başkaları seninle yürüyebilir ancak senin için yürüyemez.” Ben de yalnız yürümeye başladım yolumu. Kolay olmadı hiç yıllarca beraber yapmaya alıştığım tüm o şeyleri yalnız yapmak. Canım o kadar yanıyordu ki ölüyordum sanki. Sonra fark ettim ki ölmüyordum, küllerimden yeniden doğuyordum Anka kuşu gibi,  doğum sancılı geçiyordu sadece. Bebektim yeniden ve tüm dünya yabancıydı bana, ağlıyordum ben de. Elime ne geçerse ağzıma götürüyor tadına bakıyordum ne olduğunu anlamak için. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Sonra emeklemeye başladım ve adım atmaya. Bir yıl sürdü yeniden ayağa kalkmam.

2014 yılında büyülü şeyler oldu; coştum, taştım kendimden, çiçek açtım adeta. Tüm duyularım keskinleşti; renkler daha parlak yemek daha lezzetliydi. Ortak bir dil keşfettim var olan her şeyle, ağaçların, hayvanların sesini duyuyordum sanki. BİRdim tüm yaradılışla. Yoganın anlamını kavradım.

2015 geldiğinde yerimde duramıyordum. Gitmem gerekiyordu bir yerlere ama korku elimi kolumu bağlıyordu, hareket edemiyordum. Bir gayret topladım tüm cesaretimi ve çıktım yola, ne iyi etmişim! Daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyu deneyimledim o yolculukta: özgürlük. Korkunun gözünün içine bakmayı becerebildiğimizde ne muhteşem hediyeler bekliyormuş bizi yolda. Sistemin kölesi olmayı reddeden, başka hayatlar yaşayan insanlar gördüm. Evleri, arabaları, paraları yoktu ama özgürdüler. Hayatları müzikle, dansla, şiirle, yaratarak, yardım ederek, paylaşarak geçiyordu. Derinde bildiğim bir gerçeği yaşam tarzlarıyla yüzüme vuruyorlardı, hayatımı para karşılığı satmak zorunda değildim. Hayat sevmediğim şeyleri yaparak harcayamayacak kadar kısaydı.

2016 da ne yapmam gerektiğini biliyordum, sadece nasıl yapmam gerektiğine karar vermem gerekiyordu. İlk yarı denemelerle geçti. Ben ille de şöyle olsun dedikçe, sabırsızlandıkça olmuyordu bir türlü, nerden tutsam elimde kalıyordu. Hayat diretmeye gelmiyor. Çaresiz bıraktım ben de… Bırakır bırakmaz bir afan bir tufan neye uğradığımı şaşırdım. Çorap söküğü gibi her şey öyle hızlı gelişti ki! Nasıl olduğu önemsizdi, istediğim olmuştu sonuçta.

Amerika’ya ayak bastığımda öğrendim ki; Türkiye’de ben uçağa bindikten 1 saat sonra darbe girişimi olmuş. Yani uçağım 1 saat geç olsa orda olamayacakmışım! Bir kere daha anladım ki hayat planlanabilir bir şey değil. Demek belli yerlerde olmam, belli insanlarla tanışmam gerekiyormuş, tüm işleyiş buna göre programlanmış.

İnsanız ve ölümlüyüz, sınırlı zamanımız var dünya denen bu gezegende. Her birimiz öyle ya da böyle bir anlam arıyoruz hayatlarımızda. Bu boşuna bir arayış değil elbette, her bir ruhun belli bir sebepten burda olduğuna inanıyorum ben. Bazılarımız şanslı, içgüdüsel olarak biliyor neden burda olduğunu. Bazılarımızın da benim gibi araştırması gerekiyor bu anlamı bulması için. Geçen yıl bu zamanlar bir yazı yazmıştım Işığını Parlat diye, o zaman biraz malum olmuş gibi sanki bana ama bu yıl Ganj nehri kıyısında bir sabah geçirdim ki derinden anladım neden burda olduğumu. Dilerim tüm ruhlar bulsun hayatlarının anlamını ki acı çekmesinler daha fazla…

Şu anda Hindistan’dayım. Mardin’e inanılmaz benzeyen, kendimi evimde gibi hissettiğim bu güzel şehirde (Jaisalmer) ışıklarla aydınlatılmış kaleye bakarak yazıyorum bu satırları, fonda Ayten Alpman çalıyor. Hafiften bir esinti var ama tişörtümle üşümeden oturabiliyorum dışarda.

Yeni yıla bu çöl şehrinde, uzun zamandır hayal ettiğim yoga eğitmenliği sertifikamı almış olmanın huzuruyla gireceğim için mutluyum. Yarın ne getirecek hiç birimiz bilmiyoruz, elimizde sadece şu an var. O zaman şu an burda olalım hepimiz.


Mutlu yıllar…

21 Aralık 2016

Hindistan Postası - Jaisalmer

Çölden merhabalar, Jaisalmer’den bildiriyorum. Birkaç gün oldu geleli. Hava gündüzleri 25 derece, şaka gibi. Sanki kış ayında değiliz. Kursu bitirdikten sonra geçen yıl kaldığım hotelden yoga öğretmem için teklif gelince buraya gelmeye karar verdim.


Rishikesh’ten ayrılmak kolay olmadı. Orda bulunduğum süre zarfında kursta tanıştığım sonrasında da oda arkadaşlığı yaptığım Sophie’yle oldukça yakınlaştık. Hiç sahip olmadığım bir kız kardeş gibiydi benim için. 2 yıldır seyahat ettiğinden inanılmaz renkli hikâyeleri var. Öyle doğal, kibar olma zorunluluğu hissetmeden öyle doğrudan konuşan biri ki; benimle ilgili yaptığı birkaç yorum resmen aydınlanma yaşattı bana. Dolunayın pek bir gümbürtülü geldiği bu ay, her şey tepetaklak olup neye uğradığımı şaşırdığımda Sophie’nin söyledikleri olaylara tamamen başka açıdan bakmamı sağladı. Varlığına şükürler olsun.

Hindistan’daki para problemi devam ediyor hala. İlk zamanlar tek derdim elimdeki rupileri yenileriyle değiştirmekti ki çetrefilli yollardan da olsa bunu başarabildim. O zamanlar kurstaydım ve kalacak yerle yemek fiyata dahil olduğundan paraya fazla ihtiyacım olmuyordu. Kurs bitince de elimdeki yeni rupileri kullanmaya başladım ancak onlar da suyunu çekti. Sorun şu ki; hiç bir yerde para yok, ATM ler boş. Banka, döviz bürosu, western union fark etmiyor.  Hesabınızda milyon dolarınız olsa faydası yok yani. Saatlerce kuyrukta bekleyip sıra size geldiğinde ATM de hala para kalmış olacak kadar şanslıysanız bile sadece 2000 rupi çekebiliyorsunuz ve sağ olsun bankanız bunun %10 unu komisyon olarak kesiyor her seferinde!

Her şeyde bir hayır var diyorlar ya, ben de inanmak istiyorum buna. Amerika’dan Hindistan’a gelişim oldukça maceralı oldu. Önce Qatar’ın kredi kartı ödemesiyle ilgili enteresan kuralları gereği Dallas’taki aktarma uçağına kabul edilmedim ve gözümün önünde kalkan uçağa el sallamak suretiyle 1 gece Dallas’ta mahzur kaldım. Konaklamayı kendim karşıladım. Ertesi günkü uçağa binmek istiyorsam bilet parasını tekrar ödemek zorunda olduğumu, Hindistan’a ulaştığımda 2.kez yaptığım ödemeyi Delhi ofislerinden geri alabileceğimi söylediler. Çaresiz kabul ettim. Dallas- Doha uçuşumda biri kalp krizi geçirince Oslo’ya iniş yapmak zorunda kaldık ve Doha-Delhi uçuşumu kaçırdım falan filan. Velhasıl buraya ulaşana kadar acayip eziyet çektim. Hindistan’da para krizi olunca dedim ki; demek tüm bunları burda para sorunu yaşamamak için yaşamışım. Delhi’ye gideceğim ve beni en az 1 ay idare edecek kadar para alacağım, 1 ay sonra da para sorunu çözülmüş olur belki. Delhi biletimi aldım. Bu arada da Qatar’a yazdım parayı nerden alacağım diye. Gerekli prosedürler tamamlanmadığından parayı ödeyemeyiz diye cevaplamasınlar mı! Bileti almış olduğumdan mecbur gittim Delhi’ye yine de. Ofislerinde öğrendim ki büyük miktarları elden ödemiyorlarmış zaten. İşlemler tamamlandığında karta iade yapacaklarmış. Jaisalmer’e aynı güne bilet bulamadım elbette. 2 günlük Delhi çılgınlığını boşu boşuna yaşamak zorunda kaldım anlayacağınız. Belli ki başka bir hayır var bu işte!

Rishikesh safi huzurmuş Delhi’ye gelince daha iyi anladım. Doğanın kucağında, sağın Himalaya, orman, solun Ganj nehri, et yok, alkol yok, her yerde yoga, gül gibi yaşayıp gidiyordum. Delhi’ye gelir gelmez inanılmaz bir kalabalık, kirli hava (İlk geldiğimdeki kadar kötü değil Allah’tan!), saatler süren trafik çilesi derken kendimi biraaaaaa diye ağlar halde buldum. Anladım ki; şehir bizi bu hale getiriyor. Doğal halimiz doğayla iç içe olduğumuz halimiz. O halde dışardan hiçbir şeye ihtiyaç duymuyoruz iyi hissetmek için, zaten hep iyiyiz.

Delhi-Jaisalmer tren yolculuğu 18 saat sürdü. Tekrar burda olmak garip bir duygu. Bir yandan hiç gitmemişim gibi, sanki hep buradaymışım onca zaman. Öte yandan çarşıya adımımı atar atmaz kendimi sadece Jaisalmer’e değil Hindistan’a adımımı ilk kez atmış gibi hissettim. Çarşıda inanılmaz bir hareketlilik, dükkanlarda asılı rengarenk kıyafetler, sokaklardaki inekler, kulakları küpeli Rajastan erkekleri, sarileri ve takılarıyla ışıl ışıl parlayan Rajastan kadınları, sokaklardaki rengarenk sebzeler, meyveler…

Jaisalmer Pakistan sınırına 50 km uzaklıkta. 5 ay sonra ilk kez burda ezan sesi duydum. Halk Hindu ve Müslümanlardan oluşuyor. Sabahları Hinduların mantraları ezan seslerine karışıyor. Şehir mimari olarak Mardin’e inanılmaz benziyor. Tepedeki kaleyle güzel bir gölden den başka gezecek fazla bir yer yok burda. Çöle yakın olduğu için safari turları yapılıyor. Belli bir süre jiple gittikten sonra develere binip çöle geçiyorsun. İster doğrudan çölde yıldızların altında, istersen biraz daha lüks olan çadırlarda kalabiliyorsun. Kaldığım otelin sloganı “Zamansızlığı deneyimleyin.” Şehrin ruhuna oldukça uyuyor.

Burada work away diye tabir edilen, günde belirli süre çalışma karşılığı ücretsiz olarak kalıyorum. Aynı zamanda talep eden müşterilere yoga dersi vereceğim. Para sorunu çözülene kadar bir süre ekmek elden su gölden yaşama niyetindeyim bakalım…

12 Aralık 2016

Rishikesh’te Yoga - Surinder Singh

Kurs bitti ancak Rishikesh’ten ayrılmadım henüz. Rishikesh’in tanıtımı dünyanın yoga başkenti olarak yapılıyor ancak biri Rishikesh için aşırı yoga pornosu yazmış çok güldüm okuyunca. İkinci tanıma büyük oranda katıldığımı söylemeden edemeyeceğim. Sebebini birazdan anlayacaksınız.

Burası küçük bir kasaba ancak bu küçücük yerde en az 200 yoga okulu olduğu söyleniyor. Adımınızı attığınız her yerde yoga dersi bulmanız mümkün. Sokaklar, kafeler yoga, meditasyon, ayurveda, masaj ilanından geçilmiyor. Bu kadar bolluğa rağmen ciddi, gerçekten yoga yapılan yer, iyi öğretmen bulmak zor. Okul deyince aklınıza büyük yerler gelmesin, hemen her misafirhanenin, otelin terasında yoga dersi verilen küçük odaları var. Dünyayı gezen bir arkadaşımın dediği gibi Hindistan’da yoga Türkiye’deki dürüm gibi aramana gerek yok hiç, her yerde karşına çıkıyor.

Hal böyle olunca nereye gideceğine karar vermek oldukça zor. Neyse ki ben biraz haberdardım durumdan gelmeden önce o yüzden şok olmadı. Uzun ofis saatlerinde yapmıştım araştırmamı. İlk o zaman karşıma çıkmıştı Surinder Singh ismi bir blogta, çok iyi bir öğretmen olduğundan bahsediliyordu.

Hindistan’a bu gelişimde Delhi’den otobüsle geldim Rishikesh’e. Yanımda oturan İngiliz bayanla yoga eğitmenlik kursunu yapacak okulu seçmenin zorluğundan konuşuyorduk. Kendisinin çok şanslı olduğunu, kursunu Mart ayında Surinder Singh’le tamamladığını söyledi. İnternet sitesi çalışmıyor, e-postalara yanıt vermiyor, genelde Çinli gruplarla çalışıyor ama ben bir şekilde başardım kursuna katılmayı dedi. Ondan her bahsedişinde gözlerinde bir ışıltı parıldıyordu. Gerçekten iyi bir öğretmen olmalı diye düşündüm ancak kursu bir an önce almak istediğimden Surinder Singh’i denemedim bile, en az 6 ay önceden rezervasyon yapmak gerekiyormuş.

Biri Hintli diğeri Kanadalı iki arkadaşım Rishikul Yogshala’yı tavsiye edince oraya gitmeye karar verdim. Okulum söylenene göre Rishikesh’teki ilk üç okuldan biriymiş. Öğretmenler oldukça gençti. Okulla ilgili memnun olmadığım şeyler oldu ancak Hindistan’a ilk gelişim olmadığı için bunları tolere etmeyi başarabildim. Hindistan çok iyi bir öğretmen; beklentiye girmemeyi, olanı kabul etmeyi beklemeyi öğretiyor insana. Tevekkülün anlamını hazmetmek için daha iyi bir yer olamaz.

Kurs bitince yoga derslerine devam etmeyi planlamıştım zaten. Bu sebeple Surinder Singh dersine gidecektim mutlaka. İngiliz bayan yerini bulamanın kolay olmadığını söyleyip yolun önce krokisini çizmiş sonra da fotoğraflı bir açıklamanın olduğu bir blog adresi vermişti Allah’tan.  “Kendisi çok iyi bir öğretmen olduğundan dersleri çok kalabalık olur, bu sebeple 1 saat önceden gidersen iyi olur.” diye de tembihlemişti. İlk başta krokiyle aradım buladım. Blogu burda paylaşıyorum ki gitmek isteyen kolaylıkla bulabilsin.

Fotoğrafları hafızama kazıyıp sabah 7.30 da çıktım yola. 15 dakikalık yürüyüşün ardından kolaylıkla buldum yerini. Ders terasta veriliyormuş, başladım merdivenleri tırmanmaya. Daha yarıya gelmemiştim ki baktım üst kat merdivenleri insanlarla dolmuş bile. Dersin başlamasına daha 1 saat var. Çöktüm merdivenlere bende, açtım günlüğümü yazmaya başladım. 45 dakika sonra içerdeki yoga eğitmenlik kursu öğrencileri dışarı çıkmaya başladı, biz merdivendekiler onların yerini aldık.

Fazla geniş olmayan salon beş dakika içinde ben diyeyim 35 siz deyin 40 kişiyle doluverdi. Herkes dip dibe, kolunu uzatacak kadar bile mesafe yok.  Bu kadar kalabalığa rağmen içerde çıt yok. Öğretmen olmamasına rağmen böyle bir disiplin beni inanılmaz heyecanlandırdı. İyi bir yoga dersi yapacağımdan kesinlikle emindim artık.

Surinder tam vaktinde geldi. (Hindistan’a pek alışık olmadığımız bir özellik!). Açılış mantrasını söyledik beraber, bizi selamladı, ders başladı. Surinder’ın dersini tek kelimeyle anlat deseler “Hiza” derim. Hizaya gerçekten çok önem veriyor. Sınıfın bu kadar kalabalık olmasına rağmen herkesle tek tek ilgileniyor, gerek sözlü gerek dokunarak düzeltmeler yapıyor. Beni ne sözlü, ne dokunarak, sadece bir kaş hareketiyle düzeltti ki hayran kaldım! Konuşmasa bile mimiklerinden nereyi düzeltmeniz gerektiğini anlıyorsunuz hemen. Sözlü düzeltme yaptığı zamanlar o kadar sessiz konuşuyor ki nerdeyse yanınızdaki kişi bile duymuyor; başkasının haberdar olmadığı, sadece size özel, şefkat dolu düzeltmeler. Gerekli düzeltmeyi yaptıktan sonra hafifçe sırtınıza dokunuyor aferin dercesine, cesaretlendirici şekilde.

Asanayı ne şekilde yapman gerektiğini detaylı şekilde açıklıyor. Açıklamalar sadece fiziksel bedenle ilgili değil, hareketin spritüal boyutunu da anlatıyor. Arada sırada birini seçip onun üzerinde gösteriyor daha iyi anlamanız için. Arada verdiği küçük bilgiler inanılmaz hoşuma gitti benim. Savasana da bazı olumlamalar söylüyor. Öyle bir relaaaaaaaaaaaaax deyişi var ki, sesindeki titreşimden dolayı inanılmaz rahatlıyorsun. Savasana bitip oturduğunda konuşmaya başlıyor. Neden yoga yapıyoruz, meditasyon nedir, çakralar, bilimsel hayat ve spritüal hayat arasındaki denge gibi pek çok konudan bahsediyor ki yoganın sadece bedensel bir hareketten ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorsun. Benim dersinin en çok hoşuma giden yanı bu.

Ders ücreti şu an 200 rupi ve para toplayan kimse yok, ders bitiminde kenardaki kâsenin içine koyup çıkıyorsunuz. Aynı eğitmenlik kursuna gittiğim arkadaşım ders bitimi Surinder’e gidip “Eğitmenlik kursunu sizden almak hayalimdi ancak yer bulamadığımdan başka kursa gitmek zorunda kaldım, şu an çok pişmanım.” deyince üzülme dedi, kursu nerde yaptığın önemli değil. Kursu sizinle tekrar yapmak istiyorum deyince ne gerek var o kadar parayı tekrar ödemeye, sen kurs haricindeki derslerime gel, sormak istediklerin olursa ben yine cevaplarım dedi. Günde sadece bir ders mi veriyorsunuz, tüm derslerinize gelmek istiyorum dedi arkadaşım. Eğitmenlik kursu bitince akşam da ders vereceğim ama bana kalırsa benden günde iki ders alma, sadece bir dersime gel, diğer ders saatini kendi pratiğin için harca ki öğrendiklerini anlayabil dedi ve gönlümü kazandı.

Bugüne kadar pek çok yoga dersine katıldım. Bir yanda mesleği yoga öğretmenliği olanlar var; bu kişiler yoga hareketlerini yapabiliyor ve bu hareketleri öğreterek bundan para kazanıyorlar. Bu tarz öğretmenlerle yoga sadece bedeni çalıştırmak için yapılıyor, spor salonundan farksız yani. Diğer yanda yogayı hayatının parçası haline getirmiş insanlar var, bu insanlar yogayı yaşıyor. Buna ek olarak öğretmenlik yapıyorlar ve para kazanıyorlar. İşte bu ikinci gruptakilerin yüzüne baktığınızda bunu hemen hissedebiliyorsunuz. Bu yüzlerde bir aydınlık, hafif bir tebessüm oluyor her daim ve hiçbir şey yapmadıklarında bile sadece yanlarında bulunmaktan dolayı huzur doluyorsunuz. Surinder Singh’in dersine her gittiğimde şefkatle dolup taştığımı hissediyorum.

Uzun lafın kısası derslerini canı gönülden tavsiye ediyorum. Her yerde bulamayacağınız harika bir öğretmen kendisi. Aynı zamanda Hulusi Kentmen gibi adam, kucağına atlayıp sarılmamak için kendinizi zor tutacaksınız…






6 Aralık 2016

Kursun Ardından

Gideceğim, gidiyorum, yoruldum, hastalandım derken kurs bitti bile. 1 ay nasıl geçti anlamadım. Fiziksel, zihinsel, duygusal olarak öyle yoğundu ki her şey, üzerimden kamyon geçmiş gibi hissediyorum. Boşluk duygusu var birde. Yapacağın, yiyeceğin hatta içeceğin her şey planlıyken her şeyi planlamak zorunda olduğun normal dünya düzenine geçince insan bir garip hissediyor kendini.

1 ay boyunca sabah 5.30 da kalkıp akşam 19.00 a kadar ders gördük. Derslerin hepsi yerde oturarak yapıldığından ilk hafta bel ağrısıyla geçti. Günde en az 3 saat bazen daha fazla bedensel çalışma, 1 saat meditasyon, 1 saat pranayama, felsefe, anatomi derken bilgiyle dolduk ta dolduk. Akşamları bırakın ders çalışmayı, yemeği yedikten sonra kendimi yatağa atmaktan başka bir şey düşünmedim uzun süre. Bazı geceler 20.30 da yattım.

1 ay boyunca et, yumurta, peynir yemedim, kahve içmedim. Et sorun değil de; kahve içmeden ve peynir yemeden duramayacağımı zannederken garip şekilde aklıma bile gelmedi hiç biri. Sebzenin bu kadar lezzetli olabileceğini düşünmezdim. Yemeklerde az baharat vardı, acı hiç yoktu. Haşlanmış-çiğ sebze, bolca meyve, bitki çayıyla sürdürdük beslenmemizi. Arada sırada tatlı çıktı, harika helvalar yedim. Yemekler öyle lezzetliydi ki; kilo vereceğimi düşünürken almış bile olabilirim.

Kapanış seremonisinin yapılacağı gün salona girmeden içimi bir hüzün kapladı. Birbirimizden ayrılacağımızdan mı yoksa bu kadar süre hayal etmiş olduğum bir şeyin sonunda gerçekleşmiş olmasının yarattığı boşluktan mı bilmiyorum. Seremonide herkese 1 ay sonunda burda olmakla ilgili ne hissettiklerini sordular tek tek. Herkes öyle açtı ki kalbini nerdeyse tüm tören boyunca gözyaşlarımı tutamadım. İnanılmaz ilham aldım bu güzel insanların hikâyelerinden.

Sonra herkes birer birer ayrılmaya başladı. Geride kalan olmak kolay değil, içim acıdı da acıdı. Birkaç kişi ayrılırken bana sarılıp öyle şeyler söyledi ki yine gözyaşlarımı tutamadım. Kalbim söylenenlerin güzelliğinden eridi sanki. Bu kurs bana verilen bilgilerin dışında öyle şeyler öğretti ki insan ilişkileri hakkında, paha biçilmez.

Kurstan ben dahil 5 kişi yeni bir yere taşındık. Hepimiz aynı duyguları paylaşıyoruz; başımızdan geçen bu deneyimin ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken yeni dünyaya alışmaya çalışıyoruz. Herkes iç muhasebesini yapmakla meşgul şimdi.

Öğrenme hiç bitmeyen bir şey, son nefesi teslim edene kadar öğreneceğiz hepimiz. Yoga benim hayatımda inanılmaz bir değişime vesile oldu. Öğrendiklerimi paylaşarak sadece bir kişinin hayatında bile küçücük bir fark yaratabilirsem dünyanın en mutlu insanı olacağımdan kuşkum yok.

OM shanti 

19 Kasım 2016

Burası Hindistan!

Ömür olmuş buraya yazmayalı. Neler oldu neler yazmadığım dönemde ama anlatamam şimdi belki sonra. Sonuç olarak Rishikesh’teyim şu anda ve yoga öğretmenlik kursuna gidiyorum. Kursu yarıladık, iki hafta daha var önümde. Aslında burdaki deneyimlerimi günlük olarak yazmayı çok isterim ama program çok yoğun olduğundan vakit yok hiç. Sadece dünkü gibi bana ilham veren bir şey olursa yazacağım.

Sizin haberiniz yok tabi; bir sabah uyandık ki Hindistan hükümeti 500 ve 1000 rupilik banknotları tedavülden kaldırmaya karar vermiş! Hal böyle olunca elimizde su almaya bile yaramayan binlerce rupiyle kalakaldık. Banknot değişimi bankadan yapılacak, her gün belirli miktar para değiştirilecek dendi ama önlerinde öyle bir kuyruk var ki bankalara yaklaşmak bile mümkün değil. Birkaç gün bekledikten sonra pasaport kopyası ve bankanın verdiği formla beraber ilk para değişimini yaptım. O gün öğrendim ki, bir bankadan sadece bir kere para değiştirebiliyormuşuz! Birkaç gün sonra başka bankaya gittim. Para değiştirmek için insanların üst üste olduğu bir kuyrukta minimum bir ila bir buçuk saat beklemeniz gerekiyor.

Yaşadığım yere yakın sadece iki banka bildiğimden dün sabah resepsiyona banka sormaya gittim. Kursumuzda gönüllü olarak çalışan Nitin “Benim köprünün diğer yanında işim var, gidişte seni bankaya bırakırım dönüşte de alırım.” deyince atladım motosikletin arkasına.
Hindistan’daki trafiği görmeyen bilmez. Bir yanda inekler, diğer yanda insanlar, karşı şeritten (şerit dediysem sınırı belirli bir alan düşünmeyin sakın) üzerinize gelen diğer motosikletler filan. Lakshman Jhula’dan motosikletle geçtik ki yine görmeyen bilmez! Bankaya ulaştık nihayet. Önünde uzuuuuun bir kuyruk. Dedim, soralım önce para değiştiriyorlar mı diye, boşuna beklemeyeyim. Değiştirmiyorlarmış! Şu bankaya gidin dediler, o bankaya gittik. Banka para yok dedi, ne zaman geleceğini de bilmiyoruz. Ders saatine yarım saat kalmıştı. Nitin, istersen seni köprüye bırakayım dedi, yürürsün. Yürüsem nerden baksan kırk dakika sürecek. Sen nereye gidiyorsun diye sordum, tapınağa bir şey bırakıp okula döneceğim dedi. Ne kadar sürer dedim, burdan sonra 10 dakika daha deyince derse yetişeceğimi hesaplayarak ben de seninle geliyorum dedim.

Şehirden uzaklaştıkça kalabalık azaldı, ağaçlar, doğa derken manzara güzelleşmeye başladı. Motosiklet üzerinde, üzerimde tişört, sabah serinliği iyice bir yokladı vücudumu. Ne bırakacaksın tapınağa dedim, mishri dedi. (Mishri bir çeşit şeker.) Bizim oğlan önceki gün tapınağa dua etmeye gitmiş. Tapınağın kapısını açık unutunca maymunlar tapınaktaki mishirileri çalıp kaçmışlar. O da çok kötü hissetmiş kendini. Gitmiş sabah erkenden bir torba mishri almış. Bu kadar yolu bunun için mi gidiyorsun yani dedim, evet dedi.  Sonra anlatmaya başladı; “Bu tapınağı fazla kişi bilmez, çok güçlü bir tapınaktır.” Nasıl yani diye sordum. “Bu tapınakta ne dilediysem hepsi oldu. Genelde insanlar dilekleri olunca tapınağa bir daha gitmezler; ben her ay en az bir kere geliyorum bu tapınağa.” dedi. Tapınağın en değerli Babası birkaç sene önce ölmüş. Çok muhterem bir şahsiyetti, karşısına oturduğunda yüzüne bir kere bakar, tüm geçmiş yaşamlarını anlatırdı dedi. Şu an on Baba yaşıyormuş tapınakta.

Oldukça dik bir yokuştan aşağı indik. Ganj nehri kenarında küçük bir tapınak. Etraf konunun kahramanı maymunlarla dolu, sabah temizliğinde hepsi de. Şekeri vermek için babanın gelmesini beklerken Nitin istersen tapınağa girebilirsin dedi. Merdivenleri çıktım. İçerde büyük bir Hanuman heykeli ve birkaç küçük heykelden başka bir şey yok. Oturdum, dileğimi dileyip çıktım. Baba geldi, şekeri verip ayrıldık.

Okula dönüş yolunda, ne niyetle çıktım yola nerde buldum kendimi diye düşünürken Nitin; hayatta her şey bir sebepten oluyor, öğrenme hiç bitmiyor, sen mesela bu sabah bu tapınağa gideceğini bilmiyordun dedi aklımı okumuş gibi. Ben de; belki bu tapınağa gelmem gerektiği için kapıyı açık unuttun dün dedim.

Nitin sadece yirmi yaşında. Yoga öğrenme karşılığında 1 yıldır gönüllü olarak çalışıyor okulda. İlk geldiğinde İngilizcesi çok kötüymüş, zamanla konuşmaya başlamış. Geçen gün Avrupalı kızlardan biri; ben senin için çok üzülüyorum, işleri yapmak için çok erken kalkıyorsun deyince neden üzülüyorsun, ben çok muyluyum burda çalışmaktan çok değerli bir şey öğreniyorum dedi. Bu yaşta böyle bir olgunluğa sahip olması duygulandırdı beni. Çok fazla olumsuz şey söylense de Hindistan için,  bu ülkenin en sevdiğim yanı insanların çoğunlukla Nitin gibi naif, alçak gönüllü ve yardımsever oluşu.

Tapınak ziyaretinden sonra on dakika gecikmeyle okula ulaştık. Bugün gittiğim iki banka da para olmadığı için hala değiştiremedim elimdeki paraları.

Şimdi yatıyorum ben, sabah 4 te kalkacağım. Himalayalarda güneşin doğuşunu izleyip yoga yapacağız…

14 Haziran 2016

İnsanın Doğası


15 Ocak 2016

Dün gece yılanlarla ilgili bir belgesele rastladım televizyonda. Başını kaçırdığım için içeriği kesin bilmiyorum ama Hindistan’da yılanlarla ilgili araştırma yapan bir klinikte yaşanan olaylar anlatılıyor anladığım kadarıyla. Klinikte çalışan Hintli delikanlı yılan tarafından sokulduğu anlardan birini anlatıyor.  Zehir çok çabuk yayıldığı için bir motosikletin arkasına bindiriyorlar delikanlıyı. Yarı baygın olmasına rağmen düşmeden hastaneye yetiştiriliyor motosikletle, hemen müdahale ediliyor. Yarım saat gibi kısa bir süre içinde müdahale edildiği için delikanlı ölmekten kurtuluyor. Ancak yılanın soktuğu elinde ömür boyu hasar kalacağını söylüyor sunucu ve delikanlının elinin görüntüsü geliyor ekrana.  O kadar kötü bir görüntü ki ne kadar acı çektiğini tahmin bile edemiyorum. Batılı sunucu soruyor : “ Siz yılana yardım etmek isterken yılan sizi soktu, ne hissediyorsunuz?” . Delikanlı yüzünde kocaman bir gülümsemeyle cevap veriyor : “ Kızgın değilim, sokmak yılanın doğasında var.”


Yılanın doğasında sokmak var peki, insanın doğasında ne var?

Boşluk

Yazmıyorum ne zamandır. Yazıyorum da buraya değil; günlüğümün sayfaları eksiliyor gün geçtikçe. İçe dönmüşüm besbelli bir süredir. Birkaç yazı buldum bilgisayarda. Onları yayınlayayım bari. Dışarı çıkma zamanı gelmiş içeridekilerin demek ki…

15 Nisan 2016

Bugün bir sakinlik var üzerimde, ta sabahın erken saatlerinde başladı. Kalktım yogamı yaptım. Bir süredir dengesi şaştı ya pratiğin, nasıl da özlemişim. Neden şaştı derseniz kafa çok dolu, sürekli bir aksiyon planında; şöyle mi yapayım, böyle mi? Hayatınızın seyrini değiştirmeye niyetlendiyseniz işiniz pek kolay değil, diyeyim baştan.

Hazırlanıp bindim servise, baktım hava gıp gri. Böyle havaları ayrı seviyorum; içime dönme isteğiyle dolu oluyorum, daha yaratıcı hissediyorum kendimi. İşe gelince Defne Suman okumak istedim. Uzun süredir bloğuna yazmıyor aslında. (2.Romanını yazmaya başlayınca bırakmıştı bloğa yazmayı, şimdi roman yayınlandı, inşallah tekrar başlar yazmaya) Eski yazı serilerinden birine tıkladım; boşluk serisi. Bu kadının yazdıklarını her okuduğumda yazma isteği ile doluyorum. Boşlukla dolmak, yoga filan derken benim beyin dalgaları da alfaya indi hemen, sakinleştim, dinginleştim.

Genel olarak hepimizin hayatımızdan bir memnuniyetsizliği var ya; şikâyet eder tondan sürekli sızlanan, dram dolu, eğer duygusal bir günümüzdeysek “ Hayat beni neden yoruyorsun!”  lara varan, lanetleyen, konu başlığının değiştiği ama içeriğin hep aynı kaldığı o hal, bildiniz mi? Geçen yıllarla beraber şikâyet performansım hatırı sayılır derecede düştüyse de, ben de bir süredir döndürüyorum plağı bir konuda. Döndürüyorum da bir türlü harekete geçemiyorum; nasıl yapayım, nerden başlayayım karar veremiyorum. Kolay değil; yılların ataleti var üzerimde. Toplumca kanıksadığımız mağdur olma hali tüm genlerime işlemiş sanki. Edilgenlikten etkinliğe geçme sürecindeki sancıları yaşıyorum. Neyse ki evren yardımcı oluyor. Hiç aklımda olmayan şekilde de olsa bir yol beliyor önümde, hayırlısı. Yeni dünyada yeni bir hayat belki, kim bilir?

21 Nisan 2016

Dolunay

Hava bir garip bu akşam. Rüzgar önüne gelen her şeyi savurup yerini değiştiriyor. Bunu öyle bir ılıklıkla yapıyor ki ne bu hareketten korkuyor ne de kızıyorsun. Tek yapabildiğin yüzünde bir tebessümle kendini ona teslim etmek. Ne diyorlardı adına; lodos mu?  Rüzgâr anıları taşıyor, sonra kokuları; yemek, parfüm, deniz, her şey birbirine karışıyor. Sanki kırk yıldır bildiğin o yolda değil de başka bir yerdesin. Gökyüzünü delecekmişçesine yukarı uzanan ışıltılı binaların arasında yürüyorsun misal. Terleyecek gibi olmuş bedenin köşedeki amcadan aldığın ananası ağzına atmanla serinliyor birden. Poşetten meyve yemeyi kimse yadırgamıyor. Ya da kulağında müzik uzayıp giden Konyaaltı sahilinde yürüyorsun hızlı hızlı, aynı albümü yüz milyonuncu kez dinleyerek ve dinlediğin müziğin seni zamanın çok güzel olduğuna inandığın belli bir noktasına taşımasını umut ederek. Olmasını çok istediğin ama olmayacağını bildiğin o şeyin hüznü kalbini deliyor. Sonra eski bir ev görüyorsun; çiğ sarı ışıkla aydınlatılmış odada gece olmasına aldırmadan çalışan işçiler “yeni”lemek için “yine”liyorlar yaptıklarını; bir çekiç, bir çekiç daha.  Her şey değişiyor, dönüşüyor...


Neden kıymetlenir her şey tam da bırakmaya niyet ettiğinde? Bedenim kaldırmıyor artık, bırakacağım derken daha da bir tatlanır sanki meret. Artık yürümediğini, bitirmen gerektiğini bilirsin de çektiğin acıyı değil güzel anları hatırlarsın hep.  Ve gezmenin, yeni yerler görmenin hayalini kurarken mor salkımların baygın kokusu şüpheye düşürür seni; gittiğim yerde böyle kokacak mı acaba? 

22 Ocak 2016

*Işığını Parlat

İletişim bilgilerimi verdiğim yogayla ilgili bir siteden e-posta geldi geçen gün; konusu: Işığın dönüşü. Birkaç gün sonra onunla alakasız, müzikle ilgili başka bir siteden e-posta geldi; konusu: Işığını parlat. Dedim ne oluyoruz? Aralık ayı mütemadiyen mesaj kutuma gelen, gözüme görünen, duyarak, yazışarak aldığım çok ilginç mesajlarla geçti. Aslında biraz evveliyatı var mesajların, doğum günümde beklenmedik şekilde yurt dışından gelen kitapla başladı: Şimdi burada ol!  Sağım, solum, arkam, önüm mesaj. Evren bana bir şey söylemek istiyor ama ne?

Şimdi bir şey diyeceğim ama delirdiğimi filan zannetmeyin sakın; akıl ve ruh sağlığım uzun süredir olmadığı kadar yerinde zira. Korkmayın, Mesih filan olduğumu iddia etmeyeceğim. Mesaj şu ki çağırılıyorum! Ben çağrıyı ilk başlarda “Çağıran bir şeyler var hep, beni uzak şehirlerde” şeklinde algıladığım için kalktım uzak şehirlere gittim önce; hem de tüm korkularıma rağmen. Gördüm ki korkacak bir şey yokmuş, uzaklar da en az bizim buralar kadar güzel. Özgürlük diye bir duygu varmış, şöyle bir ucundan tadına bakıp döndüm geri.  Döndüm de bir rahat bırakmıyorlar ki yaşayayım eskisi gibi. Taşlar oynamış bir kere, mümkün değil oturmuyor yerine. Üstelik sadece dışardan gelmiyor mesajlar, bilinçaltım dile gelmiş rüyalarımdan konuşuyor benimle. Tüm evrenin işi gücü yok beni uyandırmaya adamış kendini; hem dışardan hem içerden.

Mesajı aldım. Klişenin dibine vurmak zorunda kalsam da söyleyeceğim; potansiyelimi gerçekleştirmek üzere çağırılıyorum! Yolu yarıladıktan sonra potansiyel keşfetmek pek zormuş, çocukluğuma dönüyorum ben de. Küçükken ne olmak istemiştiniz? Ben doktor olacaktım büyüyünce, bir de şarkıcı. Belli ki önemli biri olmak istiyormuşum; insanların hayatını kurtaran bir kahraman, tüm dünyanın tanıdığı biri! Hayat kurtarmak için illa dalak dikmek gerekmediğinin farkındayım şimdi. 6 yıllık eğitim, uzmanlık, yüksek filan bir sürü yıl kardayım böylece. Oh! yolu boşuna yarılamamışım. Eşin dostun tavsiyesine uyup O Ses Türkiye‘ye mi katılsam acaba? Ya ünlü olursam! Peşimde bir sürü paparazzi filan uğraşamam şimdi, yıldızımı başka türlü parlatayım ben en iyisi. Önemli biri olasım yok artık, mutlu biri olayım istiyorum.

Birkaç yıl önce bir belgesel izlemiştim; küçük bir kasabada bıçak yaparak geçimini sağlayan bir amcayla ilgili. Amca sabahtan küçücük dükkânına gidip başlıyor bıçak yapmaya, akşama kadar.  Ayrıntılarıyla anlatıyor, bıçağın sapını hangi ağaçtan nasıl oyarak yaptığını. Anlatırken gözleri ışıl ışıl parlıyor. Çeliği diyor böyle döveceksin, böyle bileyeceksin. Bilerken zor oluyordu diyor o yüzden şöyle bir alet yaptım. Dükkânı işini daha kolay yapabilmek için kendisinin geliştirdiği aletlerle dolu. Şimdi fabrika üretimi bıçaklar çok ucuz diyor eskisi gibi el yapımı bıçak almıyor insanlar. Ama ne gam, amcanın gözlerindeki ışık sönmüyor. Elbette ekmeğini bundan kazanıyor ama belli ki amca bıçağı sadece insanlar alsın diye yapmıyor; amca bıçak yapmayı çok ama çok seviyor. Onu izlerken yaptığı işe duyduğu sevgi oluk oluk içime akıyor, gözlerim doluyor. Yanına koşup ben de böyle bıçak yapmak istiyorum, beni çırak alır mısın diye sormak istiyorum. Farkına varıyorum ki bir şeyi iyi yapmak için yaptığın şeyi sevmek gerekiyor.

Şimdi yıllar öncesine gitsem ve küçük Serap’ın kulağına fısıldayıp sorsam “Ne yapmayı seviyorsun? Ne yapmak istiyorsun?” diye.  İnsanlar yapmak istediklerinden önce yapmak zorunda olduklarını beynine kazımadan önce. Başarının tek tarifi olmadığını anlatsam. Yoksunluktan değil bolluktan bahsetsem; “Para ağaçta yetişir kızım, sen sevdiğin şeyleri yaptıkça gidip ağaçtan toplarsın. Hayatta garanti olan hiçbir şey yoktur ama korkma, bu çok eğlencelidir; fırsatlar sonsuzdur ” desem. “Hani diyorlar ya iş sıkıcı bir şeydir diye külliyen yalan, işini sevmeyen insanların uydurması. Orda bıçak yapan bir amca var ya git ona sor istersen” desem.


Siz bu yazıyı okuduğunuzda yeni yıla girmiş olacağız, yeni yıl yeni umutlar demek. Madem mesaj ışıktan geldi, madem öyle ya da böyle çalışacağım, yeni yılda Işık İşçisi olayım ben, aydınlığı yayayım. Çok mu iddialı oldu? Yüreğimin götürdüğü yere gideyim o zaman; şöyle güzel bir karnıyarık yapayım da oturup yiyelim beraber. Kalbimize giden yol midemizden geçmiyor mu ne de olsa?

*Bu yazı Kuraldışı Dergi‘de yayınlanmıştır.