28 Ocak 2017

Biraz Şefkat Lazım Bize

Tek ihtiyacımız biraz şefkat. Derdi anlaşılmak, benim derdim de aynı ama anlaşamıyoruz bir türlü. Köprü üstündeki iki inatçı keçi gibiyiz; o ben geçeceğim dedikçe olmaz, ben geçeceğim diye diretiyorum. Aklımızla yaklaşmaya çalıştıkça uzaklaşıyoruz birbirimizden…

İstediği öyle akıl almaz ki benim için kabul etmeme imkan yok, baştan reddediyorum. Değil tartışmaya, konuşmaya bile tahammülüm yok, oluru yok, mümkün değil, kestirip atıyorum! Sanki içimde biri daha var, o sadece izliyor ve tepki verdiğimi görüyor, biliyor. İzleyenle uğraşacak gibi değilim hiç şimdi, canım çok yanıyor. Sözleri bıçak gibi saplanıyor içime, konuşmaya devam ettikçe derine daha derine gidiyor, yarama dokunuyor. Yaramın farkındayım uzun zamandır aslında ama ne zaman açılmış, neden açılmış bilmediğimden iyileştiremiyorum bir türlü.

Küstahlığını yabancı oluşuna veriyorum. Sonuçta farklı coğrafyalarda doğup farklı kültürlerde büyümüşüz, değer yargılarımız farklı doğal olarak. Eğer Türk olsa bir daha asla görüşmem diye geçiyorum içimden. Modern bir insanım, farklılıkları olgunlukla karşılıyorum filan hikaye oluyor, bildiğin milliyetçi kesiliyorum! Diyor ki; “İstediğim normal bir şey burada, neden böyle davranıyorsun? “ Bizim orda hiç normal değil diyorum. Sizli bizli oluyoruz birden. Kısa zaman öncesine kadar çok yakın olduğumuzu hissederken yıldızlar kadar uzak olduğumuzu hissediyorum şimdi. İki taraf haline geliyoruz, sanki düşmanız birbirimize.

Kafamın içi “Bana bunu nasıl yapar!” “Hakkımda nasıl böyle düşünür!” cümleleriyle dolup taşıyor. Dünyanın en mağdur insanıyım ve davamda yüzde yüz haklıyım. Haklı olduğumu duymak, onaylanmak istiyorum hemen. Şimdi bir arkadaşımı arasam, durumu anlatsam, arkadaşım “Aman bırak,  adam deli herhalde!” dese, rahatlasam. Yapmıyorum, sorunun ikimiz arasında olduğunun farkındayım en azından, üçüncü şahısları karıştırmaya gerek duymuyorum. Yatıp uyuyorum.

Sabah uyandığımda gönderdiği mesajı görüyorum. O da üzgünmüş, dün geceki tartışma için, özür diliyor. Kalbim yumuşar gibi oluyor ama ağzımdan kötü bir şey çıkar korkusuyla cevap vermek istemiyorum hemen. Dün geceki davranışımı bir gözden geçireyim, neden o kadar celallendiğimi önce kendim bir anlayayım, günlüğüme yazayım sonra e-mektupla ona durumu açıklarım diye karar veriyorum.

Birkaç saat sonra başka bir mesaj geliyor. Aynı isteği detaylandırıp, katmerlendirip tekrar yollamamış mı? Gözlerime inanamıyorum, dalga geçiyor olmalı benimle! O kadar sinirlerim bozuluyor ki kahkahayı yapıştırıyorum ve artık daha fazla konuşmamıza gerek yok diyorum. (İzleyen sırra kadem basmış çoktan, ara ki bulasın!) Karşımdaki boş durur mu, suçlamaya geçiyor hemen, sen zaten şöylesin, böylesin diye saydırıyor. Şimdi onun yarası konuşuyor, biliyorum. Neyse ki talimliyim. Canı acıdığında ortalığı yakıp yıktığına şahit olmuşluğum var birkaç kez, oyuna gelmiyorum. Öyle olduğumu düşünüyorsan yapacak bir şey yok diyorum, hayatta başarılar.

Diyorum demesine de, içim içimi yiyor. Biraz yoga yapsam iyi gelir mi ki acaba? Yoga yapmak için fazla duygusal bir durumda olduğumu bilsem de oturuyorum matımın üstüne. Isınma hareketlerinden ilkinde göğsümü sola çevirir çevirmez gözyaşları süzülüyor gözlerimden, göğüs kafesimde sıkışmışlar gibi. Hay Allah, ne yapmalı? Gözyaşlarım dinene kadar bekleyip devam ediyorum.  Devam ettikçe drama kayboluyor yavaş yavaş, geniş bir alan açılıyor içimde. Oturuyorum sonrasında. Hayal meyal da olsa olaya dair düşünceler süzülüyor zihnimin derinliklerinde.

Üzgünüm. İkimizde kafalarımızdan çıkıp ortak bir noktada buluşamadığımız için,  kendimizi koruma içgüdüsüyle söylemek istemediğimiz şeyler söylediğimiz için üzgünüm. Gökyüzü üzüntüme eşlik etmek istercesine gri. Çok seviyorum böyle havaları, üzüntümü gönlümce yaşayabilirim şimdi.

Dün gece olan biteni anlamak istiyor bir yanım. Hemen Defne Suman’a koşuyorum. Her insanda insanlığın bütün halleri var ya; bloğu açıp hallerden hal beğeniyorum kendime. Fazla uzun sürmüyor aradığımı bulmam. Okudukça rahatlıyorum, oh be, sadece ben değilmişim böyle hisseden. Yalnız olmadığımı, senin, benim, tüm insanlığın ortak ıstıraplara sahip olduğunu görmek iyi geliyor. Bu kadın bana inanılmaz ilham veriyor. Varlığına şükür edip dışarı çıkmak üzere hazırlanıyorum.

Kulaklığımı takıp yürümeye başlıyorum. Rikşalar, sebze meyve satan satıcılar, rengarenk sarileri içindeki kadınlar. Sahi, ben Hindistan’daydım değil mi? Unutmuşum üzülürken; üzüntünün ülkesi olmaz çünkü. Kaleye doğru yürüyorum bilmem kaçıncı kez ve hiç sıkılmıyorum bu tekrardan. Bugün bambaşka bir gözle görüyorum etrafımdakileri çünkü. Mekân aynı olsa da bakan gözler aynı değil hiçbir zaman.

Kalenin içindeki evleri, giysi satan dükkânları, kitapçıları, kafeleri, sarayı, tapınakları izliyorum hayranlıkla. Sonra bir şarkı çalıyor ve ah diyorum, nasıl da severdi bu şarkıyı. Ona karşı bir şefkat yayılıyor içimden, kızgın değilim artık hiç. İkimizin de ihtiyacı olan bu şefkati o anda gösterebilseydim ya!  Öyle hızlı olmuyor o işler, içerde küçük bir kız çocuğuyum hala biliyorum. O küçük kız çocuğunu anladıkça, sarıp sarmaladıkça büyüyorum yavaş yavaş. Şefkat duydukça daha iyi anlıyorum; Amerikalı-Türk, erkek-kadın, yaşlı-genç olsak da insanız hepimiz…

23 Ocak 2017

My Mind and Me - An Attempt to Write in English

It’s time; time to write. I didn’t write for days. Does it count to write to my diary? Maybe doesn’t. I am waiting for some inspiration. In Turkish we have the term of “Inspiration angel.” Seems like my angel is far far away from me…

Feels like something is missing but I know that isn’t.  Here I sit, trying to write, at the same time watching the pigeon at the balcony which is eating leaves of the flower, kites fly on the sky. While people are sharing snow photos and freezing in my country, I sit outside. Sun is burning my face but a light breeze cools it down. There is nothing that I have to do. Everything is just perfect.

Problem is we are not used to do ‘nothing’. Seems like we programmed to do something every single moment that given to us. God forbid if we have little bit spare time! We don’t know what to do with it, feel uncomfortable. What would you do on your spare times; read, write, watch, walk, wait for inspiration? Is there a term of ‘doing nothing’ on your dictionary?

I am not at ease and I think I know why. We are used to live on our comfort zones. Sometimes I am brave enough to get out of there. I quit my job not so long ago to do the only things matters to me; like travelling, yoga, and writing. It is incredible how quick human beings are adapting to new conditions. It is a blessing and a curse at the same time. I am about to leave the place which have been home for me over a month and here I am again, realizing the new comfort zone that I created for myself in a short time. I know it is time to leave. I am excited about the new places I’ll see still feel uncomfortable about leaving it.

There are long term issues too. My mind is full of thoughts; wants to be sure about the things which can’t be sure of. Life is unpredictable, right? That is the beauty of it but tell about it to my mind.  I don’t know if I’ll be alive next moment but he wants to calculate years of later. How to avoid be slave of him; meditation, yoga? Oh yeah, now I understand why is it like that, didn’t practice yoga for two days. He never misses the chance.

What if I come to the moment? Nothing is wrong with this moment and this moment is the only thing that counts on our lives. I can be aware of the things around me. Rickshaw noises and horns are coming from the street, Coldplay is playing at background, imam is calling for pray from mosque, and here pigeons come back again to balcony. Ray of sun comes on the knife on table and reflects to the wall, painting of whirling dervish enlightens immediately. 


This is my first writing in English. My mind is worrying about grammar and everything, I don’t give a damn. It is such a perfect day…

10 Ocak 2017

Gadisar Gölü’nden Evrene Yolculuk

Bugün bir garip haller var üzerimde, evrenin sırrına ermiş gibiyim. Göle gitmek üzere otelden çıkıyorum. Dilimde bir şarkı “ Hey hey, I saved the world today, everybody’s happy now, bad thing’s gone away...”

Beş dakikaya varıyorum göle, güneşin batmasına var biraz daha. Oturmayayım diyorum yürüyeyim biraz. Tozlu yoldan gölün diğer tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Hemen biri Namaste diyerek yanıma yanaşıyor,  gençten bir çocuk. Nasılsın muhabbetinden sonra bir restorandan bahsediyor, ilgilenmediğimi söyleyerek yoluma devam ediyorum. Gölün etrafındaki envai çeşit kuşu izliyorum hayranlıkla, gözüm yükseklerde. Yerdeki pembe çiçekler dikkatimi çekince çömeliyorum, o kadar küçük, o kadar narinler ki, çöl gibi yerde nasıl yerden bitmişler şaşıp kalıyorum. Renkleri inanılmaz canlı. Aynı çocuk yanıma geliyor yine. Ne kadar zamandır burdasın diye soruyor, 3 hafta diyorum. Kısa süreli gelen turistlerden olmadığımı anlıyor. Nerde kalıyorsun diye soruyor, söylüyorum. Otelin sahibinin adını söylüyor, küçük yer tabi, herkes birbirini tanıyor. Birkaç soru daha soruyor, cevaplıyorum sıkılmadan. Gözüme oturacağım bir yer kestirip çocuğa dönerek kusura bakmazsan kendimle kalmak istiyorum biraz diyorum, tabi deyip gidiyor hemen.

Oturuyorum taşın üstüne. Batmaya başlayan güneşin renkleri boyuyor gölü boydan boya. İçimde tarifsiz bir huzur var. Uzun zamandır kafamda soru işareti olarak duran bir mevzunun cevabı net olarak karşımda hem de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, malum olmuş gibi. Hani geleceği kimse bilmiyor ya; o an geleceği görüyorum sanki. Ah diyorum, nasıl da yormuşum kendimi bunca zaman düşünerek, içime baksaymışım ya, işte orda duruyor! İzliyorum; gölü, batan güneşi, kuşları, gölde tekneyle gezen insanları, içimi…

Şarkı değişiyor, caza dönüyor, My funny Valentine… Mırıl mırıl mırıldanıyorum. Şarkının her bir notası bedenimde titreşiyor, ordayım, tarifi imkânsız olan o yerde. Yürümeye başlıyorum tekrar, güneşi tam karşıda batıracağım o noktaya doğru. Oturuyorum varınca. Kordan dev bir top karşımda, onun karşısında da dolmaya meyletmiş ay duruyor. Sevdalı iki âşık birbirine bakıyor, ben onlara bakıyorum, bakışıyoruz. Batan gün ne güzel…

Güneş gözden kaybolunca dönüş yoluna geçiyorum. Tapınaktan gelen sesler yolumdan çeviriyor, yönümü değiştiriyorum. Girişteki köpek yavrusunu görünce eğiliyorum yere. Öyle zayıf ki, kemikleri sayılıyor. Aç olan bedeni değil de ruhuymuş gibi sevmeye başlıyorum, başını okşuyorum. Gözlerimin ta içine bakıyor sanki ruhumu görmek istiyormuş gibi. Ben de onunkilere bakıyorum, tanışıyoruz sanki önceden.

Tapınağa doğru yürüyorum, çan ve ilahi söyleyenlerin sesi çınlıyor dört bir yanda. Din, dil önemsizleşiyor, herkes aynı yaratana dua etmiyor mu sonuçta? İçim ilahi duygularla dolup taşıyor. Tapınağın önünde duran bir adam elindeki kovadan göle bir şeyler fırlatıyor. Yaklaşınca adamın attığı şeyi yakalamaya çalışan kocaman balıkları fark ediyorum.


Göle yansıyan grubun rengi, kuşlar, balıklar, köpekler, insanlar, çan sesleri, dualar. Evrene canlı bağlanıyorum…

6 Ocak 2017

Yoga Öğretmeye Ne Zaman Hazır Olunur?

Kendimi en rahatsız hissettiğim zamanlar ne yapacağıma karar veremediğim zamanlar. Hani diyorlar ya en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir diye, çok doğru. Kurs bittiğinden beri Güneye gitmek istiyorum ama ne zaman gideyim, nerden gideyim, uçakla mı trenle mi gideyim karar veremiyorum bir türlü. En sonunda kabaca bir tarih belirleyip uçak bileti bakmaya başladım. Kaldığım otelin sahibi bilet baktığımı görünce nereye gidiyorsun dedi, dedim gidiyorum ben. Neden diye sordu. Yoga öğretme niyetiyle buraya geleli 2 haftadan fazla oldu dedim, bir tane bile öğrenci yok, burda daha fazla kalmamın anlamı yok. Kafasını salladı bir şey demedi. Gözüme kestirdiğim bileti almaya davrandım. Türkiye’deki telefon numaram aktif olmadığından kredi kartım 3D secure engelini geçemedi. Banka kartımla alayım dedim, iki farklı yerden günler önce hesabıma yatırılması gereken paralar gönderilmemiş olduğundan hesabımda beş kuruş para yok. Dolayısıyla bileti alamadım, hayırlısı dedim. Bunu dediğim günün akşamı otel sahibi yanıma gelip yarın sabah 7 kişi yoga yapmak istiyor dedi. İnsanlar dalga geçiyor ya; “İste olsun”, ”İstediğimiz her şeyi evren veriyor.” diyenlerle, çekim yasası değildir de nedir şimdi bu! Elbette sözle söylendiği kadar basit değil olay ya da gerçekten o kadar basit.

Şimdi diyeceksiniz ki; hiç de kolay değil o işler öyle, ben yıllardır şunun olmasını istiyorum ama olmuyor. Siz de istediğiniz olmadığı için sevmediğiniz işlerde çalışıyor, sevmediğiniz insanlarla beraber yaşıyor, çok isteğiniz o evi, o arabayı bir türlü alamıyor, o tatile çıkamıyor, istemediğiniz kilolarınızdan kurtulamıyorsunuz bir türlü. Peki, bir şey isterken nasıl istiyorsunuz? Negatif tondan dır dır, sürekli şikâyet halinde misiniz? İstediğiniz şeyin olmasından çok olmamasından mı bahsediyorsunuz? İstediğiniz şeyin nasıl olacağından çok neden olmadığıyla mı ilgileniyorsunuz? İstediğiniz şeye layık olmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Kısacası kendi kendinizi sabote mi ediyorsunuz? Çok istediğinizi söylediğiniz bir şey olmuyorsa bilin ki o şeyin olmamasından bir çıkarınız var. Evet, yanlış duymadınız. Şimdi diyeceksiniz ki şişman olmaktan nasıl bir çıkarım olabilir, incecik olmak istiyorum ya da yalnızlığı hiç sevmem elbette bir ilişkim olmasını istiyorum. Bunların hepsi dilinizin söyledikleri, bilinçaltınız bambaşka şeyler söylüyor ve dilinizin değil bilinçaltınızın söylediği oluyor her zaman. Bunun bir de şunun olmasını hiç istemiyorum ya da bunun olmasından çok korkuyorum diye tekrarlayıp durduğumuz versiyonu var ki onda da aynı prensip işliyor. O zaman da korktuğum başıma geldi diyoruz. Yani enerjimizi neye verirsek -olumlu veya olumsuz-, onu kendimize çekiyoruz.

Benim durumuma dönecek olursak; buraya geldiğimden beri şikâyet etmedim öğrenci yok diye hiç hatta biraz memnum bile oldum. Altta şöyle bir düşüncem var çünkü -O kadar altta değil aslında bazen kafamın içinde duyabiliyorum bu düşünceyi - “ Yoga öğretmeye hazır değilsin.” Hazır olmam için ne gerekiyor peki? Zaman. Ne kadar zaman? Yıllar. Diyalog böyle uzayıp gidiyor.

Yoga yapmaya başlayalı çok uzun zaman olmasa da birkaç yıl oluyor. Bu zaman zarfında gerek aldığım dersler gerekse evdeki pratiğim oldukça yoğun aslında. Yoga eğitmenlik sertifikamı da aldım. Yani bilgi ve donanım açısından yetersiz sayılmam hiç. Gelin görün ki kafamda muhtemelen yıllar önce oluşmuş yargılar var mesela öğretmen dediğin deneyimli olmalı gibi. Bu yargı beni deneyimsiz öğretmenin iyi öğretmen olmadığı çıkarımına götürüyor ki kendim de ders alırken öğretmenim deneyimli olsun istiyorum hep, uzun süredir öğretmenlik yapmıyorsa tatmin olmuyorum. Dolayısıyla olaya öğrenci gözüyle bakıyor ve kendimi yeterli görmüyorum yoga öğretme açısından.  Öte yandan bunun çok saçma bir düşünce olduğunu biliyorum. 30 yıl yoga yapmış bile olsam ders verdiğim ilk gün deneyimsiz bir öğretmen olacağım. Kimse anasının karnından yoga öğretmeni olarak doğmuyor sonuçta. Bu demek oluyor ki öğretmeye başlamadığım sürece deneyimim olmayacak hiç. Kendimi öğretmeye tamamen hazır hissedeceğim o günün hiç gelmeyeceğini de çok iyi biliyorum. Ama egom bir şeyde o kadar da iyi olmamayı, ne yapacağını bilememeyi kabul edemiyor bir türlü.

İşte bilinçli/bilinçsiz tüm bunları düşünürken ve en iyisi kaçayım bari ben moduna girmişken evrenden mesaj geldi; hiçbir yere gidemezsin, öğrencin var! Artık istediğim mi oldu yoksa korktuğum başıma mı geldi bilmiyorum.

Ders vermek için bir yoga stüdyosu değil de otel seçişimin de bir sebebi var elbette. En azından dersler fazla kalabalık olmaz, bir iki kişi gelir, öğrencilerle daha samimi bir iletişim kurabilirim derken otelde benim gibi çalışan bir arkadaşımın da derse katılmak istemesiyle 8 öğrencinin olduğu bir derste buluyorum kendimi. İronik mi ne? Kimisi hayatında hiç yoga yapmamış kimisi muhtemelen benden daha uzun süredir yoga yapan karma bir grubum var.  Rahatsızlığı olan var mı diye soruyorum. Biri diyor, belimde sorun var, diğeri diyor dizimde, bir başkası yeni ameliyat geçirdim diyor, iki kişi zerre İngilizce anlamıyor. Tamam diyorum içimden, sakin ol. Bunun ilk dersim olduğunu, asla istediğim mükemmellikte geçmeyeceğini kabul ediyorum derse başlamadan. Bu bir süreç ve nasıl öğreteceğimi zamanla öğreneceğim. Bir rahatlama geliyor. Derse sakin bir şekilde başlıyorum ve aynı sakinlikle bitiriyorum. Ne harika ne berbat bir ders oluyor, tabi bana göre. Otelin çatısında yaptığımız ve havanın buz gibi olduğu dersin bitiminde öğrenciler bana teşekkür ederken gülümsüyorlar neyse ki.

Zamanı geri sarıyorum ve Moskova’da gittiğim ilk yoga dersini hatırlıyorum. 15 kişi kadar varız, benden başka yabancı kimse yok ve ders Rusça. Söylenenlerin tek kelimesini anlamıyorum, sürekli sağa sola bakıp gördüklerimi taklit etmeye çalışıyorum. Dersin sonuna doğru benim dışımdaki herkes sirsasana pozuna giriyor. Başlarının üstünde duran kalabalığa bakıyorum. Bunu öyle kolaylıkla yapıyorlar ki ben de deniyorum ama olmuyor bir türlü. Yoga hakkında hiçbir fikrim yok. Herkes yapıp ben yapamadığıma göre ben de bir sorun var herhalde diye düşünüyorum. Savasanaya geçtiğimizde belki müzikten, belki yogadan bana bir şeyler oluyor. Uçsuz bucaksız ormanların üzerinde uçuyormuş gibi hissediyorum.


O zamandan bu zamana bakınca, kim derdi ki bir gün yoga öğretmeni olacağım ve ilk dersimi de Hindistan’da vereceğim! Hayatın işleyişi inanılmaz gerçekten. İşimden ayrılıp, evimi bırakıp neden başka bir ülkeye geldiğime bir türlü anlam veremeyen ve yoga gibi şeyden para mı kazanılırmış diyen canım anneciğim; ben şimdi yoga öğretmeni oldum ve ilk paramı kazandım bile yogadan.