28 Haziran 2014

Sevgili Günlük - 4. Gün

4.GÜN


Renk: Beyaz
Duygu durum : Dingin

Motto: Başkası olma kendin ol.
Özlü söz : Mutlu kişilerle dost olmak, mutsuz kişilere merhamet duymak, erdem sahibi iyi kişilerden zevk almak ve kötü kişilere ilgisiz kalmak yoluyla; zihin hiç bir zaman bozulmayan bir sükunete ulaşır. Patanjali

Norah Jones - Come away with me

Bu sabah tatil olması sebebiyle geç kalktım 7.30. Sabah uyanır uyanmaz kitap okumayı çok seviyorum, zihin boşken. Yoga sutra okudum, kitap bitti. Son bölümü anlamak kolay olmadı. Bu tarz kitapları özümsemek zaman alıyor. Biraz zaman geçtikten sonra bir daha okuyacağım. Yoga dersim olduğu için evde yoga yapmadım. Yoga hocam kendi hocasıyla buluşmak üzere Almanya'ya gittiğinden başka biriyle yaptık dersi. Hocanın adı Duygu, bu bir tesadüf mi acaba? Ayakta başladık derse ve tüm nefes egzersizlerini ayakta yaptık. Bu benim için bir ilk oldu. Ayakta nefes almak daha zormuş, onu anladım. Bu nefes alıştırmalarını yaptıkça fark ediyorum ki günlük hayatımızda nefes almıyoruz biz. Kısa, kesik bir şeyler yaptığımız ama nefes almak değil kesinlikle. Ne tesadüftür ki denge hareketlerine geçtik nefesten sonra, biraz dengeye ihtiyacım var bu sıralar galiba. Stüdyonun karşısındaki ağacı seçtim odak noktası olarak. Ağaca bakarak ağaçta durdum, özdeşleşmeye çalıştım ağaçla. Filizlendim, gökyüzüne doğru açtım dallarımı sonra merkezime döndüm, duaya. Sonra kartal. Bugün pek zorlanmadım denge hareketlerinde. Duygu hoca fazla zorlamadı bizi, sakin sakin yaptık dersimizi. O kadar iyi geldi ki bu sakinlik, çok iyi hissettim kendimi. Bayağı derinleştim derste, baktım barış imzalanmış içimle, pek bir huzurluyuz.
Çıkınca öyle dingin bir haldeydim ki, ağzımı açmak istemiyor canım. Hava sıcak ama esinti de var, kapadım gözümü, hissettim rüzgarı tenimde.Bu aralar bir yakınlık var rüzgarla aramızda, yalnız bırakmıyor beni.Eve dönüş yolunun yarısını gözüm kapalı yürüdüm. Kalan yarısını da ağaçları izleyerek, kuşları dinleyerek. Saatlerce bir ağacı izlemek çekti canım, öyle bir hissiyattaydım ki sanki ağacı izlesem yaprak çıkarışının sesini duyacağım. Seviyorum yoga kafasını.
Hava sıcak, dışarı çıkmadım gün boyu. Sanal sosyalleştim, arkadaşlarla yazıştım, telefonla konuştum. Osho'nun Yoga kitabına başladım. Bu adamın tarzını beğeniyorum çok; basit ve çarpıcı. Öyle bir yerden girmiş ki, vejetaryen olmayı düşündüm ciddi. Balkonda akşam okuması pek keyifliydi, eşlikçim rüzgar yine.
Yemekten sonra yürüyüşe çıktık bizimkilerle.Şehir merkezine taşındığımdan mı bilmiyorum bu yıl çok kalabalık geliyor Kaleiçi, Işıklar bana. Bu geceyse anlam veremediğim daha büyük bir kalabalık vardı. 23.00 olmasına rağmen tüm mağazalar açıktı, Ramazan sebebiyle sanırım. Kalabalığı sevmiyorum, rahat etmek için geniş alanlara ihtiyaç duyuyorum.
Bugün de böyle geçti sevgili günlük, sevdim bu günü. Bu rüzgar meselesine eğileceğim biraz, hava elementiyle ilgili bir durumum var bu sıra anladığım kadarıyla, bakalım neymiş.
İyi geceler...


27 Haziran 2014

Sevgili Günlük - 3.Gün

3.GÜN

Renk: Mavi

Duygu durum : Minnettar

Motto: Mutluluğuna sahip çık.
Özlü söz : Başkalarını anlamak bilgeliktir, kendini anlamaksa aydınlanmaktır. Lao Tzu

Şarkı : King of Convenience – Misread

Dün gece geç yattım, hava sıcaktı uyuyamadım bir türlü. Yine de sabah 5:45 te kalktım. Rüya gördümse de hatırlamıyorum. Erken kalkmam iyi oldu, yoga yapacak bolca vakit var. Geçtim matın başına. Nefes al, nefes ver, derin, derin, daha derin. Kafamın içi kalabalık, nefes yalnız değil bu sabah, düşünceler eşlik ediyor. Uzaklaştırmaya çalışmıyorum, kabul ediyorum, bırakıyorum bu sabah ta beraber takılsınlar. Ayağa kalkıyorum, tadasana. Biraz duralım mı? Duralım. Biraz durmak zamanı şimdi. Bu pozu çok seviyorum. Dışardan hiçbir şey yapmıyor gibi görünüyor, duruyorsun sadece,  içerdeyse neler neler oluyor. Durgunluğun içindeki devinim. Vücudumdaki enerjinin dolaşımını çok net hissediyorum, ayaklarım yere basıyor, güçlüyüm.  Aylar önce bir olumlama okumuştum, “Merkezimde, tam ve bütünüm.” diye.  Pek  bir şey anlamamıştım o zaman. Tadasanada anlıyorum . Bırakıyorum dışardakileri şimdi, merkezimdeyim, olmam gereken yerde. Ordan denge hareketlerine geçiyorum. Ruhumda bulamadığım dengeyi bedenim bulmak istiyor anlaşılan, oldukça makul. Titriyorum, sendeliyorum ama vazgeçmiyorum. Savaşçıya geçiyorum. Geçince fark ediyorum genel olarak savaşçı pozlarından kaçındığımı, çok az yaptığımı. Neden? Zorlandığım için. Ama bugün öyle değil, içimdeki savaşçı dimdik ayakta. Zorlanıyorum, titriyorum, kaslarım yanıyor ama direniyorum pozda kalmak için. Bacaklarımdan aldığım enerjiyi tüm vücuduma yayıyorum. Biraz da güneşe selam veriyorum. Dışarda hava çok sıcak, doğal bir Bikram yoga ortamı var, içerisi de ısınıyor şimdi hatta yanıyor. Bu aralar ters duruşlara merak saldım, onları deniyorum. Kollarım biraz güçlenmiş ama karnım zayıf hala. Zamanla güçlenecek, sorun yok. Biraz öne bükül sonra geriye ve şavasana. Duada teşekkür ediyorum farkındalığım için. Dışarda ne olursa olsun eve dönüş yolunu biliyorum artık.
Hiç değişmeyen insan tabiatı olur mu? Elbette üzüleceğim, kırılacağım, kızacağım, küseceğim, deneyeceğim, başarısız olacağım, yine deneceğim, seveceğim, ağlayacağım, güleceğim, bu böyle devam edip gidecek. Ama ne olursa olsun özümden bir şey kaybolmayacak, dönüp dolaşıp merkezime geleceğim. Dışarda olanlar rüzgârın denize yaptığı gibi küçük bir bulanıklık yaratacak belki yüzeyde ama dip hep saf, temiz, berrak, dingin, huzurlu olacak.
Bugün biraz sakinleşip günlerdir yaptığım duygu çorbasından tattım, pek hoşuma gitmedi. Kızgınlığı çıkardım önce içinden, ihtiyacım yok ona, fazla bir değişiklik olmadı. Alınganlığı çıkardım sonra, o senin egon dedim, baktım bir şeyler eksik gibi. Anlayış kattım biraz, hem kendim hem öteki için, tadı değişir gibi oldu. Ah dedim beklentisi fazla kaçmış bunun, çıkardım, olacak gibi bu iş. E kabullenme koymayı unutmuşum! Hah şimdi lezzetlenir gibi oldu ama tadı bozan bir şey var gibi; hayal kırıklığı mı o? Onu da çıkarınca baktım gayet lezzetli olmuş. Olmamasına imkân var mı zaten, ana malzemesi sevgi çorbamın.
Bugün annemler için dönüş biletim alacaktım ama annem arayıp bilet alma abinler gelecekmiş dedi. Çok mutlu oldum tüm aile bir araya geleceğiz diye. Bebişleri görecek olmanın heyecanı sardı, 1 yıldır görmüyorum onları. Abimle konuşunca henüz kesinleşmediğini, belki haftaya gelebileceklerini söyledi. O da bir şeydir, en azından gelme ihtimalleri var.

Akşam zorunlu okey mesaisinden sonra dolaşmaya çıktık bizimkilerle. Şehir Ramazana hazırlanıyor, standlar, ışıklar, panayır bile kurulmuş; gondol, çarpışan otomobiller. Hoş geldin Ramazan. Ramazanın insanların birbirine daha hoş görülü olduğu bir ay olmasını diliyorum, bu aralar biraz daha fazla ihtiyacımız var gibi sanki farklılıklarımıza rağmen birbirimizi kucaklamaya, anlamaya. Şu an balkonda oturmuş bunları yazarken annem yasin okuyor yanımda. Duanın gücü iyileştirsin hepimizi.

İyi geceler...

26 Haziran 2014

Sevgili Günlük - 2.Gün

2.GÜN

Renk: Yeşil

Duygu durum : Sakin, coşkun, sabırsız

Motto: Suçlu hissetmek zorunda değilsin.

Özlü söz : Tereddüt ettiğin şey her ne ise yapma. (Yoshida Kenko)

Şarkı : Bonobo – Black Sand

Bu sabah diğer sabahlara nazaran biraz geç uyandım. Sebebi boğuştuğum rüya olabilir mi? Tam olarak hatırlayamıyorum ama beklediğim tarz bir macera yaşamıyordum sanırım rüyamda. İş görüşmesi yapıyordum bir adamla. Saatler süren sinir bozucu görüşmenin sonunda maaşın 703 TL olduğunu söyleyince işin olmamasından çok harcadığım vakte üzüldüm, saatlerce boşuna mı konuştum ben duygusu hakimdi. Hayır olsun diyelim.
Matımın başına geçtim. Fazla vaktim yok nefes kısmını kısa keseyim diye düşündüm ama olmadı. Yogaya ilk başladığım zamanlarda nefes kısmı sıkıcı gelirdi bana, bir an önce bitsin de asanalara geçelim diye sabırsızlanırdım. Bu sene nefes kısmının ayrı bir önemi var benim için. Zor zamanların ardından hayatımda gerçek anlamda nefes almaya başladığımı hissettiğim bir dönem yaşıyor olmam sebebiyle sanırım. Nefesten sonra güneşe selam, tam ısınıyorum derken alarm çaldı, üzüldüm resmen. Yoga ve bedenimin flört ettiği bir dönemdeyim. Mümkün olduğunca beraber vakit geçirmek, birbirilerini tanımak ve anlamak istiyorlar. İkisi de pek bir meraklı bu ilişkinin sonu nereye varacak diye, tabi ben de. Merak baş gösterdiğinde sonucu düşünme Serap diye hatırlatıyorum kendime, deneyimi yaşa sadece, izle.
Bir süredir okumalarım da yoga üstüne yoğunlaştı. Bugün bir değişiklik çekti canım, roman okumak istedim. Tom Robbins’in kitabına başladım. İlk sayfalardan aşık oldum romanın karakteri Amanda’ya, tam bir çılgın, olmak isteyip de olamayacağınız cinsten.
Sınavdayım bu aralar, sınanıyorum. Sabır benim en büyük sınavım diyebilirim, hep öyle oldu. Ve  bugün ben sınavdan kaldım. Üstelik tereddüt ettiğim şeyi de yaptım. Hamlığımı tescilledim uzun lafın kısası. Ama bunun için kendime kızmayacağım. En azından ne yaptığımın farkındayım, bir daha yapmamaya çalışacağım.Peki, bir daha aynı şeyleri yapmayacak mıyım? Kesinlikle yapacağım. Yılların alışkanlıklarını değiştirmek kolay şey değil, farkındayım. Hemen olmayacak ama bir gün muhakkak başaracağım.

Yine yatma vakti geldi sevgili günlük, şimdi muhakeme zamanı. Başını koyduğun yastıktan daha katı yargıç var mı? Ama ben yastıkla barışma taraftarıyım bu gece.

İyi geceler...

25 Haziran 2014

Sevgili Günlük - 1.Gün

Bugün yeni bir projeyle karşındayım sevgili okur. Hikâye yazmaya başladığımdan bahsetmiştim daha önce ama nasıl başladığımı anlatmamıştım. Geçen ay kısa bir tatil için Çıralı’ya gittim ve bir arkadaş edindim kendime orada. Aslında bu arkadaşı sima olarak tanıyordum, 2 ay kadar aynı spor salonuna gitmiş ancak hiç konuşmamıştık. Kaldığım yerde görünce yanına gidip tanıştım, pek çok ortak noktamız varmış meğer.  Hatta aynı yerdenmişiz, hemen kaynaştık. Laf lafı açtı ve yazmayı ne kadar sevdiğimizden bahsettik. Ben o dönem yazmalıyım ama ne yazmayalım diye kıvranıp duruyordum, yeni bir blog açmıştım kendime. Nil de öykü yazıyormuş, hatta yayınlanmış bir öyküsü bile varmış. Antalya’ya dönünce öyküsünü bana yollamasını rica ettim. Öykü geldi, okudum ve çok beğendim. İkimiz de yazmayı seviyorduk ancak biraz motivasyona ihtiyacımız vardı. Belli bir süre belirleyip hikâye yazıp birbirimize teslim etmeye karar verdik. 1 haftada belirlediğimiz kelime üzerine ilk hikâyemi yazmış oldum böylece. Oldukça kısa oldu ama ben çok sevdim, ne de olsa ilk göz ağrısı.

Proje devam ediyor. Nil 2. hikâyeyi teslim etti, ben henüz tamamlayamadım. Son bulaşmamızda yeni bir tarz deneme önerisiyle geldi Nil, günlük yazmak. Biraz gündelik yaşamdaki farkındalığımızı arttırmak amacıyla 1 hafta boyunca günlük yazmaya ve blogta yayınlamaya karar verdik. 
Girizgâhı yaptığıma göre ilk güne başlayabilirim artık.
1.GÜN
Renk: Gri
Duygu durum : Dalgalı
Motto: Dengeli ilişki kurmayı dene.
Özlü söz : Bir şeyi nasıl yaptığın her şeyi nasıl yaptığını gösterir.
Şarkı : Parov Stelar – The Sun
Sabah 6’ya doğru uyandım ve yoga yapmak üzere matımın başına geçtim. Nefes kısmı iyiydi. Küçük hareketler ve 12 güneşe selamdan sonra iyice ısındım. Cumartesi öğrendiğim ters duruşu denedim, biraz zorlansam da başarılı oldum. Hazır bunu yapmışken sirsasana deneyeyim dedim, birkaç takladan sonra yarım yapabildim, bacakları kaldırmaya biraz daha var. Havalar sabahtan sıcak artık, klimasız olmayacak gibi bundan sonra. Serviste Patanjali Yoga Sutralarını okudum. Stüdyolarda öğrendiğimiz yoga tamamen asanalar üzerineyken bu kitabı okurken insan asanaların yoganın ne kadar küçük bir kısmını oluşturduğuna şaşırmadan edemiyor.
İşe geldiğimde gayet dinamik ve neşeliydim. (Şarkıdan da anlaşılabilir.) Sonra ne olduysa oldu enerjim yavaş yavaş düşmeye başladı. Bu düşüş arkadaşımın da dikkatini çekmiş olacak ki bugün çok durgun ve keyifsiz göründüğümü söyledi. Yorumu üzerine biraz durup anlamaya çalıştım ne hissettiğimi. Biraz huzursuzdum evet. Arkadaşımla konuşurken fark ettim ki durgun filan değilim bildiğin kızgınım hatta biraz öfkeli. Peki, ama neden? Hani başka insanların davranışlarının beni etkilemesine izin vermeyecektim ben.
Benim çok sevdiğim bir arkadaşım var, yurt dışında yaşıyor. Tatil için kısa bir süreliğine buraya geldi. Onunla konuşmaktan, beraber vakit geçirmekten çok keyif alıyorum. Ancak bu arkadaşımın hiç hoşlanmadığım bir davranışı var, aramalara geri dönmüyor bir türlü. Kısa bir süreliğine burda, Türkiye’ye gelmişken halletmesi gereken işleri, onunla görüşmek isteyen başka arkadaşları, akrabaları, ailesi var, anlıyorum ama tüm bunlar sorulan bir soruya ya da görüşme isteğine cevap vermeye engel mi? Bir insan iki kelime yazacak ya da bir alo diyemeyecek kadar meşgul olabilir mi gerçekten?
Benden kaynaklanmayan şeyler için üzülmenin gereksizliğinin farkındayım, nasıl davranacağı arkadaşıma kalmış elbette ama yine de kızmadan edemiyorum işte. Rahatsızlığımı dile getirmekten başka yapabileceğim fazla bir şey yok bu konuda. Ondan cevap alamadığımda kendimi önemsenmemiş, dikkate alınmamış hissettiğimi defalarca söyledim ona ama sonuç değişmiyor. Kızgınlıktan bir süre aramayı reddedip, kızgınlığım geçince tekrar arıyorum, bir şekilde görüşüyoruz. Görüştüğümüzde anlatıyor şöyle oldu, böyle oldu, onu sevdiğimden samimiyetinden şüphe duymuyorum hiçbir zaman ama neden aynı şey sürekli tekrar ediyor? Sadece bana böyle davransa benim onunla olmaktan aldığım keyfi o almıyor diyeceğim ama diğer ortak arkadaşlarımız da aynı dertten mustarip.
Biraz düşününce fark ediyorum ki kızgınlığım ona değil kendime aslında. Bu kişi yıllardır ve herkese karşı böyle davranıyorsa bu saatten sonra değişecek hali yok. Biraz gayret etse değiştirebileceği bu davranışı kişiliğinin bir parçası zannederek özümsemiş olması muhtemel ama bu onun problemi. Peki, ben niye ısrarla onu aramaya devam ediyorum? Benimle görüşmek istese zaten arar değil mi? İnsanların bize davranışlarından bağımsız davranmamız mümkün mü gerçekten? Ne yapalım yani, bu arkadaşım da böyle desem ve takmasam olmaz mı? Böyle zamanlarda kendi davranış tarzımı değiştirmenin zorluğu altında eziliyorum, bu da beni huzursuz ediyor.

Bugün işler fazla yoğun değildi, ofisteki çoğu kişi de seyahat nedeniyle şehir dışında olduğundan sakin bir gün geçirdik. Açık ofiste çalışınca kişi azlığı ciddi fark yaratıyor.

Ailem ziyaretime geldi, bir süredir bende kalıyor. Bunun en büyük nimetlerinden biri evdeki düzeni sağlamak için bir şey yapmak zorunda olmamak. Akşam eve geldiğimde yemek hazır oluyor, çamaşırlar yıkanıp düzenleniyor, ev toplama derdi yok. Bu akşam baktım yemekte balık var, bayılırım balığa. Denizden çıkan her şeyi daha doğrusu denizle ilgili olan her şeyi çok seviyorum ben. Hava çok sıcak olmasına rağmen bir esinti geliverdi ben sofrayı hazırlarken. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım ve rüzgara bıraktım kendimi. Radyoda güzel bir müzik çalıyor, mutfakta annem balık kızartıyor, mutluluğun resmi bu olsa gerek Abidin. Çekirdek aile balkonda yedik yemeğimizi. Yemekten sonra ikinci mesaim başladı. Annemler geldiğinden beri her gece sektirmeden okey oynuyoruz. Tüm yıla yetecek kadar okey oynamış olmaktan sıkılsam da annemin hoşuna gidiyor diye sesimi çıkarmıyorum.

Ve işte günün sonuna gelmiş bulunmaktayız sevgili günlük. Birazdan duş alıp yatacağım. Bakalım rüyalar aleminde beni ne maceralar bekliyor. Yarın görüşmek üzere, iyi geceler...

24 Haziran 2014

Ruh Yıkama Seansı

Sizin ruhunuzu ne yıkıyor? Ben birkaç şey sayabilirim ama ilk sırayı müzik alır herhalde. Dinlerken içinde kaybolup gittiğim o kadar çok şarkı var ki. Hani sorarlar bazen hayatında ne olmazsa yaşayamazsın diye ya da ıssız bir adaya düşsen yanına alacağın 3 şey nedir? İnsan öyle muhteşem bir yaratık ki her durum ve koşulda yaşayabilir bence, o yüzden olmazsa yaşayamayacağımı düşündüğüm bir şey yok hayatımda. Ama hayatından ne eksik olmasın derseniz müzik diye yanıtlarım sizi. Her anımda benimledir müzik. Sabah kalkar kalkmaz ilk iş müziği açarım. Kitap okumuyorsam serviste müzik dinlerim, iş yerinde de öyle. Her anın muhteşem bir tamamlayıcısıdır müzik, yoksa eksikliğini duyarım muhakkak. Dinleme imkânım yoksa kendim söylerim.

Harika bir zaman makinesidir aynı zamanda. Notaların üzerine oturup yıllar yıllar geriye giderim bazen. Tüm dünyaya kızgın olduğum ergen zamanlara, yurttaki ranzama, arkadaşlarla oturduğum bir bara, sevdiğimle denizi izlediğim sahile, yolculuk yaptığım bir ana. Bazen de zamanda yolculuk farklı bir yön kazanır, daha sonra gideceğim yerler midir oralar? Önceden hiç görmediğim dağ başlarına çıkarım, kuş olup ormanların üzerinden uçarım, denizlerin dibine inerim. Bunların hepsi müzik sayesinde olur, bir melodi yeter de artar ayrılıp gitmeye. Beden aynı yerdedir de ruh kim nerelerde gezer durur o sırada.
Arka arkaya defalarca dinlediğim halde sıkılmadığım şarkılar vardır. O şarkıları sevmem gerçekten şarkıdan mıdır yoksa o şarkıyı dinlerken hissettiklerimi tekrar etme isteğimden midir ayırt edemem bazen. O sadece bir şarkı değildir artık, şarkıyı dinlerken tenimde hissettiğim rüzgâr, duyduğum koku, ağzımdaki tat, karnımdaki histir. Bambaşka bir anlam kazanmıştır. Onu besteleyen, çalan, söyleyen kişiden bağımsız bir şeydir, değişmiştir, dönüşmüştür. Benim deneyimim onu farklı bir hale getirmiştir artık. Hayat da öyle değil midir zaten, herkes özünde aynı şeyi yaşar da ondan başka bir anlam çıkarmaz mı?
Dinlerken kendimden geçtiğim bir kadın var benim. Onu dinlerken kelimenin tam manasıyla müziğin içinde kaybolup gidiyorum ben.  Söylediği şarkının her aşamasını, yüreğindeki notaların ciğerlerine doluşunu, ordan boğazına geçişini ve son olarak ağzından çıkışını iliklerime kadar hissediyorum. Canlı dinlediğimdeyse ağzıyla değil tüm bedeniyle şarkı söylediğine tanıklık ediyorum. Ne müziği, ne sesi beni etkileyen, yaptığı şeyi yapışındaki aşk belki. Mevcudiyetindeki her bir hücreyle yaptığı şeyin içinde oluşu.
1 yıldır hiç sıkılmadan dinliyorum Buika’nın La Noche Más Larga albümünü. Bangkok seyahatim sırasında sıklıkla dinlemem sebebiyle  de ayrı  bir yeri var gönlümde. Uzak Doğu’da Akdenizli bir kraliçe. Çok zıt gibi dursalarda harika bir ikili oldular bence. No lo se dinlerken Chao Phraya üzerinde tekneyle giderken yüzüme sıçrayan damlacıkların ıslaklığını hissedebiliyorum hala ya da Los solos dinlerken Koh Kret’in yemyeşil, bomboş sokaklarında yürürken içimde duyduğum huzuru. Como era dinlerken hissettiklerimi ise tarif etmem imkânsız, kelimeler kifayetsiz kalıyor. Müzik muhteşem bir şey.
Size veda ederken, ruhumu müzikle  yıkayıp kaybolmaya gidiyorum ben.


16 Haziran 2014

İçimdeki Derya

Su oldum bu aralar coştum içten, gidiyorum aka aka. Biraz dingin, biraz doludizgin, bir ritimdir tutturdum ahenksiz de olsa. Bu temkinsiz gidişte korktukça; başlıyorum eski, tanıdık bir iz aramaya akışta. Yandaki dereye sesleniyorum hemen, katılır mısın bana? Davet eder etmez dere hatırlatıyor, akış yalnız, başka kimseye yer yok burada. Benim yolum ayrı senden diyor bana, kendi girdaplarımla boğuşurken eşlik edemem sana.  Çare yok, yolunu kendin bulacaksın korksan da. Olur diyorum, ben devam ederim girdiysem bu yola. Bugüne kadar beraber aktık senle ama sen gelmesen de bulacağım elbet yönümü sonsuza.

Dere diyorum, akar da varır mı Deryaya? Derya; ne engin, ne derin, ne bilinmez. Bulunur mu küçücük de olsa bir yer orada bana? Yoksa kaybolur gider miyim niceleri gibi arada? Küçük aklınla bileceğini mi sanırsın Derya ne ola? Bilmez misin, akılla gelinmez bu yola! Madem sevdalısın kaybolmaya Deryada, bırakacaksın ardında geçmişte bildiğin ne varsa.
Bırakırım diyorum eğer varsa bir yer bana da. Hem belki vardır benim gibi birkaç ham daha. Buluruz birbirimizi, vaktiyse pişeriz beraber orada. Nedir senin ötekine sevdan budala! Dedik ya, ancak yalnız gelinir bu yola. Ama ben kendimi görmedim ki ötekinin aynasında daha. Nasıl ulaşacağım öteki olmadan bendeki bana? Merak etme, zamanı gelince kavuşacaksın Ona. Pişmek ki ne pişmek, kavrulacaksınız içinizde aşkla. Bir yudum su için yalvaracaksın bana için yana yana. Bir yudum suyu neyleyim dedim Ona, benim içimde koskoca Derya var ya; susarsam eğer içerim ordan kana kana. Bildin mi artık dedi nerde Derya. Bunca yıl döndün durdun, aradın Onu hep dışarda. Sanır mısın ki O seni yalnız bıraktı o arada. Bekledi durdu dönüp geleceksin diye bir gün Ona.

Geldim işte dedim Deryaya, teslim oluyorum şimdi sana. Yalnız küçük bir şey daha, bu hakikatin özü ne ola? Kaldır dedi gözündeki perdeyi bana, bilmez misin BİRİZ biz ezelden bu yana..

Babalar ve Kızları

İşte yeni bir özel gün daha, Babalar Günü kutlu olsun. Yılın 364 günü göstermediğimiz sevgimizi, özeni bugün gösterelim babamıza lütfen. Reklamların emrettiği gibi ona hediyeler alalım, alalım ki birileri daha fazla para kazansın.Yarın ya da sonraki gün onu aramayı unutsak da sorun yok, yeter ki bugün iyi bir evlat olduğumuzu gösterelim, vicdanlarımızı rahatlatalım.

Dün kuaförde 45 yaşındaki bir kadının ölü babasıyla yüzleşmesine tanık oldum, gerçekten çok etkileyiciydi. Kadının ağırbaşlı, kendinden emin tavrı daha içeri girer girmez dikkatimi çekmişti.Diğer kişilerin aksine ne sırada kaç kişi olduğunu, ne kadar bekleyeceğini sordu ne de ne yaptırmak istediğini söyledi.Belli ki bu kuaföre kuaförün söylediği hiç bir şeyin söylediği şekilde olmayacağını bilecek kadar uzun süredir geliyordu. Sessizce oturdu, gözlüğünü taktı, gazetesini açtı ve beklemeye başladı.Sıra ona geldiğinde oldukça seyrek ve kısa saçlarını göstererek, kes hepsini dedi, çok ağırlık yapıyor, dayanamıyorum. Kesim başladı. Kuaförün 3 yaşındaki kızı ara ara gelip babasına laf atıyordu. Babası biraz önce gelen müşterinin küçük kızının saçlarını yaptığı için babasına acayip kızgındı. Gelip gidip ama niye onun saçını yaptın diye babasına bozuk atıyor, babası da ben yapmadım onun saçını, zaten kovdum onu dükkandan diyerek kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Kadın dile geldi, çekeceğin var senin bu kızdan. Boşandıktan sonra kendinde kalan kızından bahsetmeye başladı kuaför, bunalıyorum dedi, bana çok düşkün, çok seviyor, çok kıskanıyor. Dikkatli ol diye cevapladı kadın, bu ilişki hep böyle kalmayacak ve başladı anlatmaya.

Ailemin beş çocuğundan en küçüğüyüm ben. Babamı çok severdim. Babam da beni çok severmiş, anneme hep bu eve geliyorsam bu kız yüzünden dermiş ben küçükken. Çocukken aşıktım ben babama, her gece baş ucuma gelir bana kitap okurdu. Babamın bana kazandırdığı en önemli özelliklerden biridir, kitap okumayı çok severim ben. Babam etrafında çok sevilen sayılan biriydi. Belediye başkanının, kaymakamın makamına randevusuz gider, ayakta karşılanırdı. Bir ara muhtarlık da yapmış, Antalya'nın o yıllarda elektrik, su olmayan semtine elektrik su getirtmişti. Yaşım büyümeye başladıkça babamdan uzaklaşmaya başladım. Annemin kırılan kolu, dişleri içimde nefret biriktirmeme sebep oluyordu, babam annemi dövüyordu.13 yaşımda anneme buna katlanmak zorunda değilsin, boşan dedim. Ablam 16 yaşındaydı. Daha küçüksünüz, sizi yetiştirme yurduna verirler, yapamam dedi. Ben genç kızken babam abimi sırf ailesi zengin diye istemediği bir kızla evlendirmeye çalıştı. Abim nişandan kaçtı. Babam onu döverek nikah salonuna götürdüğünde 22 yaşındaydı. Ondan iyice nefret etmeye başladım. Sonra ben evlendim, benim de bir kızım oldu. Çalıştığım için ailemden yardım istedim kızıma bakmaları için. Babam kızıma bakmak için benden para isteyince onunla tüm bağlarımı kopardım. Babam kızlara çok düşkündü. Ona çok kızdığım için ben de kızımın yüzünü bir daha ona göstermeyeceğimi söyledim. Oysa kayın validem öyle miydi? O kadar sevgi doluydu ki. Kayın babamla harika bir ilişkileri var. Şu anda 67 yıllık evliler, daha bir kere birbirlerine seslerini yükselttiklerini duymadım. Çok destek gördüm onlardan. Bir yanda kan bağım olmayan bu insanlar, diğer yanda çocuğuma bakmak için benden para isteyen babam.Nasıl nefret etmez insan? Onu nasıl affedebilirdim? Yaptıklarının cezasını çeksin istedim hep bu yüzden yıllarca kızımı göstermedim ona. Bir gün kızım dedemi çok özledim dedi. Ben babamla konuşmuyordum.Aradım evi, annem çıktı,babamın bahçede olduğunu söyledi. Dönünce arasın torunu konuşmak istiyor dedim. Aradı sonra, konuştular, ben konuşmadım. Ertesi gün kalp krizi geçirip ölmüş. Annem beni hiç affetmedi, baban senin yüzünden öldü diye beni suçladı hep. Ben isterdim ki daha çok yaşasın, daha çok eziyet çeksin. Ama yine dört ayağının üzerine düştü, erken öldü. Ben Allah'a inanıyorum ama cennet cehenneme inanmıyorum. Bence cennet de cehennemde bu dünyada. O bize cehennemi yaşattı, eğer öbür dünya varsa o da cezasını çekiyordur umarım dedi. Kısa bir an gözleri dalıp gitti. Yarın da babalar günü diye  sayıkladı. Ama  içindeki nefret bitmiyordu. Birden çocuk oldu yine affetmeyeceğim işte affetmeyeceğim. Bir erkeği değerli kılan dışarda gördüğü saygı olmamalı, evinde karısına, çocuklarına gösterdiği saygı olmalı dedi. Biz beş kardeş yıllardır anti depresanlarla ayakta duruyoruz, hayatımızı mahvetti.

Çok üzüldüm kadının haline. Bunca yıl içinde bu kadar öfke biriktirmek ve çoktan toprak olmuş bir varlık sebbeiyle hayatını böyle sefil bir halde yaşamak. Talep edilmeyen bir tavsiye vermemek için zor tuttum kendimi . Bırakın hanımefendi, bırakın, onun için değil, kendiniz için affedin onu, kendinize daha fazla acı çektirmeyin demek istedim ama demedim.
Son söylediği cümle bana çok dokundu. Babası onlara hep dermiş ki, ben görmediğim sevgiyi size nasıl gösterebilirim ki? Babam bana bugüne kadar bir fiske vurmamış, hatta sesini bile yükseltmemiştir. Ancak ne beni kucağına aldığına, ne sarılıp öptüğüne, ne de elimden tutup parka götürdüğüne dair tek bir anım yok ne yazık ki. Bunun eksikliğini hep duymuşumdur, sanki hayatımda yokmuş gibi. Ne zaman ona bu yüzden kızacak olsam kendi babasının ne kadar sert olduğunu, onu dövdüğünü, istediklerini yapmasına asla izin vermediğini anlattığı zamanlar gelir aklıma. Görmediği sevgiyi bana nasıl gösterebilirdi ki derim. Davranışında kesin haksız değildir de, bu kaç kuşak daha böyle devam eder, zincirin halkasının bir yerde koparılması gerekmez mi?

Kadın çıkarken kuaföre bugün kızına nasıl davrandığına çok dikkat et, şu andaki davranışların onun tüm hayatını etkileyecek dedi. Bana da dinlediğiniz için çok teşekkür ederim dedi ve çıkıp gitti. Kuaförle birbirimize baktık ve uzun süre hiç bir şey konuşmadık.

Bugün babalar günü ve şükürler olsun ki babam yanımda. Eminim beni yetiştirirken elinden gelenin en iyisini yaptı, bu yüzden ona müteşekkirim.

Bu babalar gününde tüm babaların çocuklarına sevgilerini gösterebilmelerini ve zincirin halkasını artık koparmalarını diliyorum ben.

Babalar günü kutlu olsun.

Sevgiyle

13 Haziran 2014

Cuma

Tanrı 6 günde tüm evreni yaratmış,  7. Gün istirahat etmiş.

O gün hangi gün acaba? Bana kalırsa Cuma.  Nüfus çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yetişmiş biri olarak Cumanın kutsal bir gün olduğu hafızama kazındığından mı, ertesi gün Cumartesi dolayısıyla tatil olduğundan mı bilmem çok severim ben Cumaları. Cuma hayırlıdır ne de olsa.

Bugün Cuma, hem de 13.Cuma, üstelik de dolunay zamanı. Ne olmuş yani diyebilirsiniz. Siz 13.Cuma filmini izlediniz mi? O filmi izlediğim geceyi hiç unutmuyorum. Mevsimlerden bahar, günlerden Cumaydı, ben çocuktum. Çocukların çoktan yatması gereken bir saatte televizyonun karşısına kurulmuş TRT’de yayınlanan (O zamanlar başka kanal yoktu zaten) filmi gözlerim korkudan fal taşı olmuş, kalbim heyecandan deli gibi atarak izlemiştim. Bıçağı ranzanın altından soktuğu o sahne, ahhh. Filmi izlerken çişim gelmiş, o zamanlar dışarda olan tuvaletimize gitmek üzere yalnız başıma dışarı çıkmıştım. Eve dönüşte bahçedeki elektrik kabloları kısa devre yapıp ateş çıkarınca kalbim duracak gibi olmuştu korkudan.

Bugün ay dolunay, duygular yoğun, duygular coşkulu, duygular sabırsız, olsun diyor bir an önce ne olacaksa. Suçlu dolunay mı? Her şeyin sorumlusu başka bir şey, başka biri, başka bir olay değil mi zaten? Bugün inatçıysak, bencilsek anne babamız, matematikte başarısızsak matematiği bize sevdiremeyen öğretmenimiz, işimizden memnun değilsek bize hak ettiğimiz maaşı vermeyen patronumuz, mutsuzsak bizi anlamayan sevgilimiz,  içimiz sıkılıyorsa dağılıp gitmeyen gri bulutlar, başımız ağrıyorsa sıcak hava yüzünden hep. Zaten arıza insanlar da bizi buluyor her daim. Sorumluluğu üzerimizden atarak rahatlayacağımızı düşünmek ne büyük yanılgı.  Hayatımızdaki olaylarda elbette dış koşulların, diğer insanların da etkisi var ama rahatsızlığımı dışımdakilere bağlayıp olayı çözümsüz hale getirmektense konunun benim bakış açımla alakalı olduğunu kabul etmeyi tercih ediyorum ben. Bu sebeple diyorum ki, ey dolunay bırak içimi bulandırmayı J

Farkındayım, hayatımda bir şeyler değişiyor ama aksi düşünülebilir mi? Durağan, değişmeyen bir hayat mümkün mü? Aynı ırmakta iki kez yıkanılır mı? Zamanında dolabımdaki fincanların yerini bile değiştirmezdim. Zannederdim ki;  dolabımdaki fincanın yeri aynı olduğu sürece, ben her elimi attığımda onu nerde bulacağımı bildiğim sürece güvende olacağım.  Hâlbuki hayatta garanti olan ne var? Liseden kalma pantolonlarım olmasa o yılları yaşadığımın bir kanıtı olmayacakmış gibi gelirdi. Olmasaydı ne olurdu?  Hayat değişiyor, ben değişiyorum. Ve şimdi teslim oluyorum, bırakıyorum, değişmesi gereken ne varsa değişsin. Amaca hizmet etmeyen ne varsa bitsin, gitsin. Üzülmüyorum. Biliyorum ki her bitiş yeni bir başlangıç. Yeni bene evriliyorum. Benimle kalması gerekenler benimle olacaklar zaten biliyorum.

Sabah arkadaşım sadece vergisi milyon lirayı geçen bir işlem yapıyordu. Dedi ki; o milyon lirayı kendi hesabıma aktarsam, sonra da kıvırsam yanlışlık oldu diye. Milyon liran olsa açıklama yapmak için burda durur musun ki dedim. Benim milyon liram olsa bu ofiste olmazdım. Sonra düşündüm, bu milyon liralara sahip insanlar var ve hiçbiri bir yere gitmiyor. Uzun saatler çalışıyorlar, iş seyahatlerine çıkıyorlar, belki ailelerini yeterince görmüyorlar, belki sağlıklarından oluyorlar. Ne için? Düşündüm milyon liram olsa ne yaparım. Seyahat, seyahat, seyahat. Aklıma başka hiçbir şey gelmiyor. Dünyayı gezmek, başka âlemleri keşfetmek. Peki bunu yapmak için milyon liraya ihtiyacım var mı gerçekten? Beni durduran ne? Zihnimdeki kafesten başka bir şey var mı? Kafeslerimizin pek de farklı olmadığını fark ettim. Onlarınki biraz daha geniş görünüyor sadece.

Âlemin sırrına erecek değilim bu dolunay. İçimdeki coşku hayır olsun diyorum sadece. Kocaman bir HOŞGELDİN diyorum gelene ve sevgiyle gönderiyorum gidenleri, hoşçakalın…

Hayırlı Cumalar herkese.

9 Haziran 2014

Depresyona Dair ya da Bir Ex-Depresiften Tavsiyeler

Yaza giriyoruz, her yer cıvıl cıvıl. Ağaçlar yeşerdi, meyveler verdi. Kuşlar bin bir neşeyle ötüşüyor dallarda. Mağazaların vitrinlerini rengârenk giysiler süslemeye başladı çoktan. Bu yıl Mayıs pek bir yağmurlu geçse de deniz sezonu çoktan açıldı, 23 Nisan ve 19 Mayıs tatilleri itinayla değerlendirildi. Kilolar verildi. Her şey harika, yaşamak güzel. İyi de nerden çıktı bu depresyon o zaman?

Kısaca tembel yazar sendromu olarak açıklayabiliriz durumu. Uzun süredir boşladım buraya yazmayı. Tembel diyerek kendime haksızlık etmeyeyim; evet, buraya yazmıyorum belki ama yazmayı bırakmış değilim kesinlikle. Benim için çok yeni ve heyecanlı bir tecrübe yaşıyor, hikâye yazmaya çalışıyorum.  Tam zamanlı çalışan ve bu aralar ailesini misafir olarak ağırlayan biri olarak yazmaya vakit bulmak kolay olmuyor.  Dolayısıyla blog yazılarına ara vermek zorunda kaldım bir süredir.  Hikâyeme bir son yazmak zorunda olduğum bugün ne yazacağımı kara kara düşünürken çok sevdiğim bir arkadaşıma yazdığım mektuba rastladım.  Okudum, hiç de fena yazmamışım. (Kabul ediyorum, iflah olmaz bir narsistim.) Etrafımda depresyonda olan o kadar çok insan var ki. Düşündüm ve bu yazıyı blogta yayınlamanın fena fikir olmadığına karar verdim. Talep edilmeyen tavsiye vermekte üzerime yoktur. Elbette bunu tüm iyi niyetimle yapıyorum. Çok sevdiğim bir yazarın dediği gibi; ben bunları hep sizin iyiliğiniz için söylüyorum.

2012-2014 arası mütemadiyen depresyonda geçti. (Tabi bu depresyonda olduğumun farkında olduğum kısmı, bir de farkında olmadığım dönem var.) Ben ara ara çıkıp girdiğimi düşünsem de hayır, tüm bu 2 yıl boyunca depresyondaydım. Şükürler olsun ki şu an değilim ve bir daha da girmeye niyetim yok.

Depresyondan çıkışımda en büyük etken benim için önemli bir keşif yapmam oldu. Kötü hissetmemin sebebi depresyon değildi, depresyon sadece sonuçtu. Böyle düşününce her şey daha değişik göründü gözüme. Bu 2 yılda depresyondan çıkmak için çok çaba sarf ettim, doktora gittim, ilaç kullandım, okudum, gerçekten çok okudum ve çok şey öğrendim. Hala da öğrenmeye devam ediyorum. Ama öğrenmek, bilmek yetmiyor uygulama şart.

Öncellikle depresyon hediyesini kabul etmek gerekiyor. Evet, evet,  bu kişiye verilmiş bir hediye. Depresyondasın çünkü bedenin, ruhun sana bir şey anlatmak istiyor, iç dünyanla yaşadığın dış dünya arasında uyum olmadığını ve onlarla ilgilenmediğini. Artık isyan ediyorlar, görmezden gelinmek istemiyorlar. Depresyon enerjini alıyor;  enerji kazanmak için bir şey yapmadığını hatırlatmak için sana. Bedenine iyi bakmıyorsun diyor, iyi beslenmiyorsun, spor yapmıyorsun, sigara, alkol içip onu zorluyorsun, ihtiyacı olanı vermediğin gibi olmayanı vererek onu zehirliyorsun. Keyif alma duygunu alıyor; ruhunu beslemediğini anlatmak istiyor. Meditasyon yapmıyorsun (kendinle vakit geçirmiyorsun ), hobilerini daha önemlisi hayal kurmayı bıraktın diyor. Yani depresyon sürecinde hissettiği her duygu kişiye bir şey anlatmak istiyor, mesajı almak lazım. Çözüm tam da sorunun içinde.

Şimdi diyeceksiniz ki söylemesi kolay. Evet, insanların başkalarına şunu yap bunu yap demesi çok kolay, tüm bunları hisseden onlar değil ki!  Günlerden bir gün Migros’un ortasındaki bir kafede oturmuş zırıl zırıl ağlıyorum neden ağladığımı bilmeden. Karşımda ki diyor ki; neden ağlıyorsun? İşin var, evin var, araban var, sağlıklısın, güzelsin, mutsuz olacak ne var? Sinirleniyorum çok. Ben de biliyorum dışardan bakışta mutsuz olacak bir şeyimin olmadığını ama içimde fırtınalar kopuyor ve karşımdaki bunu bilmiyor. Daha kötüsü BEN bunu bilmiyorum, depresyondayım diyorum ama sebebini ben de bilmiyorum.

Düşünüyorum nasıl çıkarım. Okumak bana iyi geliyor diyorum, okumaya başlıyorum. İnsan bilmediğinden korkar ya, ben de bilmeye anlamaya çalışıyorum depresyon denen bu illeti. Sonradan düşününce neden tekrar o ruh haline geri döndüğümü çok iyi anlıyorum.

1.Daha önceden yaptığım yürüyüş, yoga gibi bedensel aktiviteleri bırakmışım.

2.Zihnimi besleyecek şeyler okumayı bırakmışım.

3.Sosyal yaşamdan vazgeçmişim, sürekli yalnızım.

4.Meditasyon yapmayı bırakmışım (kendimden uzaklaşmışım)

İşte reçete bu, formül basit! “Mahşerin dört atlısı” Bunlardan birini bile eksik yaptığın anda depresyon kapıda seni bekliyor, ding dong, ben geldim.

Tüm bu yazdıklarımın depresyonda olan kişiye uzak, fonda çalan bir şarkı gibi gelmesi muhtemel. Zaten herkese uygun tek bir formül, tek bir çıkar yol olması mümkün değil. Herkes yolunu kendi bulacak. Ancak gözlem ve tecrübeyle sabit ki;

1.Depresyon tüm düşünce sistemini etkilediği için bunu tek başına atlatmak gerçekten zor, o yüzden profesyonel yardım gerçekten faydalı.

2.Anti depresan ilaç kullanımı  gereksiz ağlamaları kesmesi ve enerji vermesi açısından fayda getirse de suni bir yardım, geçici çözüm, bırakınca yaşama adapte olması zor. Bir de gerçek duyguları hissetmeyi engellediği için sorunun kaynağına ulaşmayı engelleyebilir.

Aslına bakılırsa ne doktor, ne ilaç, depresyondaki insana kendinden başka yardım edecek kimse yok. Kişi gücünü kendi içinden almadığın sürece yaşamın depresyonda sürmesi kaçınılmaz gibi.

Depresyonsuz, neşe  ve huzur dolu bir yaşam geçirmeniz dileğiyle…