16 Temmuz 2014

Rahatlık Alanının Sınırlarında - İlginç Bir Gün

Bizim kıza talip çıktı.

Uzun zamandır pek çok kişi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor, sat artık şu arabayı. Ben de ara ara  – özellikle arızalanıp bana masraf çıkardığı zamanlarda- onlarla hem fikir olup, satacağım diyorum. Aslında öyle bir niyetim olmadığının farkındayım da,  kendimi rahatlatmak için şöyle bir düşünür gibi yapıp;  aman ne zararı var, dursun işte deyip anında vazgeçiyorum sonrasında.

Son arızalar, muayenesi filan derken tamam dedim, bu sefer kesin satacağım. Kendime süre de koydum; annemler burdayken sağa sola gideriz, lazım olur, onlar gittikten sonra. Annemlerin gitmesine birkaç gün kala arabaya alıcı çıktı. Fiyatta anlaştık, el sıkıştık, her şey tamam. Tamam da içimdeki bu sıkıntı neden? Arabayı satmak istemiyorum sanırım, ama neden?
6 yıldan uzun süredir seviyeli bir beraberliğimiz var kendisiyle; yoksa mesafeli mi demeliyim? Dürüst konuşmak gerekirse ihtiyaçlarına hiçbir zaman önem vermedim onun. Ne yağına baktım, ne suyuna, silecek suyunu bile yaptığım nadir ziyaretler sırasında tamirci koymuş, artık havası inmiş lastiklerini yakıt aldığım yerdeki adam şişirmiştir haline acıyarak. Arada sırada ona gerçekten ihtiyacım olduğu zamanlarda, haftalarca yıkanmamaktan berbat durumda olduğu için binmekten vazgeçtiğim de olmuştur çok.  Tüm bu koşullar altında arada sırada arıza çıkarmakta haksız mıdır, hiç değil! Varlığını hissettirebilmek için bana sorun çıkarmakta yerden göğe kadar haklıdır, kime bu kadar ilgi göstermeseniz arıza yapar anında.
Arabanın benim için anlamını düşünüyorum. Nedir bir araba? Metalden, plastikten, lastikten, kablodan, kumaştan, camdan, boyadan oluşmuş, bir yerden başka bir yere gitmemizi sağlayan bir araç değil midir? Ahh bu insanoğlu, eşyaya yüklediğimiz tüm bu anlam.
Bu araba benim ilk göz ağrımdır. Ehliyet kursundaki birkaç araç haricinde direksiyonunu ilk kez tuttuğum, araba kullanmayı öğrendiğim araçtır. Mekaniğe bir türlü basmayan kafam sebebiyle geri geri gidemediğim (bence kadın şoförlerin en ortak sorunudur), park mesafesini bir türlü ayarlayamadığım zamanlarda daha sonradan kendini hatırlatacak izler bırakmışımdır bedeninde.  Yine de şikâyet etmeden götürmüştür beni bir dost sohbetine, çok sevdiğim bir şarkıcının konserine, tiyatroya, denize (Çıralı’ya, Olympos’a), ulaştırmıştır sağ salim. Ondan mı şimdi bu duygu durumları, iç bulanmaları? Bu olabilir mi sebebi?
Son zamanlarda patolog gibi hissediyorum kendimi. Beklenmeyen bir his, bir duygu mu çıktı ortaya? Çıkarıyorum kadavrayı buzdolabından, yatırıyorum soğuk çeliğin üzerine, alıyorum elime neşteri, başlıyorum kesmeye. Ortadan ikiye yarıyorum önce, bakıyorum bakalım her şey yerli yerinde mi. Görünürde bir anormallik olmuyor genelde. Organlara geçiyorum sonra sırayla.  Kesip biçiyor, çıkarıp tartıyorum. İnsandan kadavraya dönüştüğüne göre beden,  bir yerde bir sorun olmalı mutlaka. Dikkatli bakınca, ilk bakışta fark edilmeyen bir şey görüyorum sonra. Çok küçücük belki ama önemsiz değil kesinlikle, ölüme sebebiyet vermiş sonuçta. Kanlı canlı duruyor orda. Beden soğuk, neden değil, alev alev yanıyor. Şaşırıyorum önce, alakasız bir şey gibi görünüyor başta. Bakıyorum sağına soluna iyice, acaba diyorum, neden bu olabilir mi?  Farkındalık önce geliyor da kabulleniş çok sonradan takip ediyor onu.
Süreç böyle işliyor son zamanlarda; nedenlere ulaşmak için canhıraş çırpınmalar söz konusu. Nedene ulaşıncaya kadar geçen zamanda, diken üstünde oturmalar, iç sıkıntıları, can çekişmeler.  Geçen gün içinden çıkamadığım başka bir konu hakkında hırpalarken yine kendimi arkadaşım dedi ki;  nedeni ne olursa olsun sonuç değişmeyecek. O anda bir aydınlanma olur gibi oldu, evreka! Ne kadar da doğru. Hele de benim dışımdakiler hakkında. Bulduğum nedenler bana (egoma) geçici ve sahte bir rahatlama sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlar aslında, sadece kabul etsem ve devam etsem? Yine de meraklı doğam izin vermiyor bir türlü, o neden illa ki bulunacak, bulana kadar rahat yüzü yok bana!
Araba meselesi kesinlikle benim alakalı ama biliyorum. Arabayı satmak istemeyen yanım diyor ki neden satmak istiyorsun arabayı? Kullanmıyorum ki zaten diyorum, orda öylece duruyor, hem artık şehir merkezinde oturuyorum. Satarsan ne yapacaksın diyor, nasıl gideceksin istediğin yerlere, dolmuşa mı bineceksin şimdi? Neden olmasın? Belki bir bisiklet alırım kendime. Alacağım parayla da Hindistan’a giderim. Onu arabayı satmadan da yapabilirsin diyor. Haklı, öyle de yapabilirim. Peki, neden bu kadar önemli satmak veya satmamak?
Bu huzursuzluğu bir yerden tanır gibiyim. Yeni eve taşınırken de hissetmemiş miydim böyle? Neydi o, eski alışkanlıklardan vazgeçmenin zorluğu muydu? Yeniye alışmak zorunda olmanın getirdiği endişe miydi? Rahatlık alanının dışına çıkmak mıydı? Biraz daha cesur olalım;  bir dönemin bitmesinden mi tüm bunlar yoksa? Nasıl yani, bu kadar zaman sonra yine aynı mevzu mu, geçmemiş miydik biz oraları? Belli ki geçememişiz.
Sorun biraz daha anlaşılır şimdi. Arabamın bir adı olmadı hiç, ama cinsiyeti belliydi ilk günden. Alındığında “bizim” kızımızdı, sonra “benim” kızım oldu, şimdi de”bir başkasının” kızı– ya da oğlu- olacak ve yeni bir dönem başlayacak.
Huzursuzluk eskiye tutunmaya çalışan yanımla, artık yeniye başlama zamanının geldiğini fark eden yanım arasındaki amansız çekişme sebebiyle değil miymiş meğer? Ohhh, çok şükür. Farkındalık güzel şey.

Bugün sabahtan beri bir garip haller vardı üzerimde. Bir hüzün, bir ağırlık. Uzun süredir yanımda olan olan ailemin bugün gitmesinden mi , arabayı satma konusunda yaşadığım kararsızlıktan mı? Akşam üzeri uzaklardan bir haber geldi sonra, eski bir dosttan. Demiş ki; her seçim bir kaybediştir aslında. Ne kadar doğru. Peki, kazandıklarımızdan naber dostum? Sanıyor musun ki söylediklerin bir şey eksiltir sana olan sevgimden, ya da dostluğumuz bozulur yaptıkların yüzenden?

Sabah bilgisayarımı açtığımda günün mesajı " Karar vermekten korkma." idi. Bu zamanlaması manidar haber de gelince dedim ki, verdim ben kararımı. Şimdi kocaman bir HOŞGELDİN diyorum yeni hayatıma ve bırakıyorum eskileri. Geçmiş geride kaldı, gelecek var olmadı henüz, ne duruyorum o zaman kutlamak için şu anı...



12 Temmuz 2014

Gürol Ağırbaş'la Sohbet

Geçen gece Birsen Tezer konserine gittik. Ah bu müzik denenin beni alıp alıp götürmeleri. Mekânın tüm kısıtlarına, yer olmayışına, sahneyi göremeyişimize, ses düzeninin kötü olmasına karşın iyi müzik her zaman iyi müzik. Aynı yerde daha önce de dinlemiştim Birsen Tezer’i ama geçen gece biraz daha farklıydı. Girişlerinden anlamıştım daha farklı olacağını. Grupta bir coşku hakimdi. Ve Gürol Ağırbaş ’ta oradaydı. Bu gerçekten çok güzel bir sürpriz oldu benim için. Günlerdir 108 şarkısını tekrar tekrar dinliyordum. Şarkının bende uyandırdığı hisler o kadar yoğundu ki,Susmaya Görsün Gönül Ağacı diye bir yazı bile yazmıştım. Tüm bunların üzerine onun da grupta olması ne büyük , ne güzel tesadüftü.

Grubun kafası güzeldi, hem de çok güzeldi. Sahneye çıkar çıkmaz atılan kahkahalar, nemli şehrin biz “kuru” insanlarına yapılan iltifatlar. Sesler de coşkuyu yansıtır cinstendi.Davulcu bir başka dövdü davulu, Birsen bir başka söyledi, herkes bir başka çaldı. Ben her zaman yaptığım gibi bıraktım kendimi. Müzik her yanımı sardı sarmaladı, aldı beni yükseltti. Her bir şarkıyı kelime kelime, hem ta derinlerden, içten, hem de dıştan söyleyerek katıldım onların coşkusuna. Ne keyif.
Sona kalmıştı Delikanlı şarkısı. Koşa koşa gittim sahnenin önüne, yakınlaştım. Bu şarkının yeri ayrı bende. İçimde duydum, içimde söyledim. Sonra kenara çekildim, Gürol Ağırbaş'ın ellerini izledim. Bir müzisyenin enstrüman üzerinde hareket eden elleri, büyüleyici, ilahi. Her zaman çok sevmişimdir müzisyenlerin ellerini izlemeyi. Tutamadım kendimi, daha da yakınlaşıp gönlünüze sağlık deyiverdim Ağırbaş'a.

Gürol Ağırbaş deyince henüz reşit olduğum yaşlarım geliyor aklıma. Abimi ziyarete İstanbul'a gittiğim zamanlar, abimin -aşık olduğum- bas gitarist ev arkadaşı. Gürol Ağırbaş'ın Bas Şarkıları albümü var evde, çevirip çevirip dinliyorum. Sonra Bülent Ortaçgil konserleri,  Ağırbaş hep orda. Arkada, uzun saçlarını bas gitarının üstüne salmış sakin sakin çalıyor. Gruplarda bas gitaristtir dikkatimi çeken ilk, grubun nabzı  onun çaldığı baslarda atar gibi gelir bana. 


Konser bittikten sonra önümüzden geçerlerken teşekkür ettim Ağırbaş'a. Ah bir 108 çalsaydınız da dinleseydik dedim, nerden biliyorsun sen 108'i dedi. Bu gece grubun frekansı bir başkaydı dedim, sarhoşsunuz diyorsun yani dedi, güldüm. Sahneye çıkmadan önce bahçesi çok güzel bir yerde oturmuşlar, sohbet güzelmiş, demlenmişler. Taki Birsen Hanım saatin farkına varıp üzerini değiştirmek için otele gidene kadar. Belki on sene önce bir kere daha konuşmuştum onunla, Beachpark'ta Gölge Bar'a gelmişlerdi, onu söyledim. Sonra sohbet etmeye başladık. Masada arkadaşlar, abimler beni bekliyordu. Abim de müzisyen dedim sonra, onunla sohbet etmeye başladılar. İstanbul'dan, eski müzik piyasasından. Sohbet uzadı da uzadı. Benim için inanılmaz bir şeydi hayran olduğum bu adamla aynı ortamda bulunmak, sohbet edebilmek. Sordum müzikle ilgili merak ettiğim ne varsa. Harbi adamdı. Beğenmediğini, inanmadığını çat diye söylüyordu çekinmeden, muhalifti. Sert gibi olsa da söyledikleri yumuşak bir yan vardı tavrında. Çok ince bir espri anlayışı vardı, tek sözle gülümsetiyordu. Çok içmişti, gözlerinden belliydi ancak zihni o kadar keskindi ki, konuşmadaki hiç bir ayrıntıyı kaçırmıyordu. Güzel sohbetle geçen bir kaç saat sonra vedalaştık. Ertesi gün Kaş'ta çalacaklardı, sonra Bodrum. Abimin eşi soyadına yaraşır bir adammış dedi ayrıldıktan sonra .


Önceden ünlü olmak başkaydı, ulaşılmazdılar. Yanına yöresine yanaşamazdın, televizyonda görürdün sadece sevdiğin kişileri. Ünlü demeyeyim de, işini gönlüyle yapan bu güzel insanların hayranlarıyla bu şekilde yakın temasta olmaları harika bir şey bence. Bu sayede sanatçı da ürettiği şeyin karşıdaki yansımasını birebir öğrenmiş oluyor. İki taraf için de güzel bir paylaşım olsa gerek. Ben o gece hem müzikten hem de ettiğim sohbetten çok keyif aldım. Bir şey üretmenin ve onu başkalarıyla paylaşmanın yüceliğini bir kere daha kavradım. Şu an ne üreteceğimi bilemesem de bir gün bende bu tarz paylaşımlara vesile olacak bir şeyler yapabilmeyi diliyorum.

11 Temmuz 2014

Susmaya Görsün Gönül Ağacı

Denizler sessiz…

İçimdeki deniz kıpırtısız, hiç hareket yok, üzerinde süzülen hayal kırıklıklarından başka. Yüzeye değmeden belli belirsiz salınıp duruyorlar denizimin üzerinde. Değmeseler de biliyorum, oradalar. Susacak oluyorum, daha konuşmamıştım ki.  Söylenmeden kaldı her şey. Oysa ben sana demek istemiştim, ta içimdekileri.  Şarkımı söylemek istemiştim. Duymadın mı?

Aramızda söylenmemişlerin sessizliği. Söylemeye gerek varmış gibi, bilmiyormuşuz gibi. Ama sen susmayı sevmezsin ki. Sahi, içindekileri duymamak için mi bu durmaksızın konuşmaların? Karşımda konuştukça kayboluşunu görüyorum söylediklerinin içinde, gittikçe uzaklaşıyorsun kendinden ve tabi benden.  Sesini dinle biraz durup, ne duyuyorsun?

Konuşurken unutuyorsun, ben seni sözlerinden bilmiyorum ki sadece. Bir de söylemediğin zamanlar var. Hissettiğin zamanlar var,  gerçek seni gördüğüm. Öyle saf öyle güzel ki, bir görebilsen.
Biliyorum kaçtığın ben değilim,  kendinsin. Ve farkındayım, çok az kaldı kendinle tanışmana. Vakit yaklaştı, keşfetmek üzeresin sen de hakikatini. Yol yalnız olsa da, yakınında olmak istiyorum bu tanışmada. Ben de oralarda bir yerdeyim demek istiyorum, izin vermiyorsun.

Senle tanışıklığımız çok eskilerden, başka hayatlardan belki. Ondan seninleyken hissettiğim bu tamamlık hissi. Aramaya, bulmaya çalışmadan, orda olduğunu bilerek keşfettiklerimiz hep o eski tanışıklıktan.

Belki de “İstersen hiç başlamasın” ilişkisi bizimkisi. Başlamasın o zaman. Ben işaret isterim, sen gönderirsin, haberleşiriz. Ben yine görürüm seni nasıl olsa, görmek ille de gözle olmaz ki. Gönül gözümden görürüm, bilirim nasılsın.
Zamanmış ilacı hayal kırıklıklarının, vaktim varsa tamir ederim. Gönül ağacını yalnız sularım,sularım ki susmasın. İsterim dile gelsin şarkıdaki gibi...

8 Temmuz 2014

Ölüme Dair Bir Yazı

Pazar günü Osho’nun Yoga kitabında ölümden bahseden bölümü okuyordum.  Kitapta diyordu ki; farkında olursak tam olarak ne zaman öleceğimizi bilebilirmişiz. Ölüm gelmeden önce işaretler gelirmiş. Yazılana göre insan ölmeden 9 ay önce (Aslında tam olarak 9 ay değil, ana rahminde kaldığınız süre kadar önce  -7 aylıksanız 7 ay önce- ) Hara’da-göbekte bir şey kıpırdarmış. Bunu okuyunca yaklaşık 2 ay kadar önce tam da o bölgede hissettiğim hareket geldi aklıma. Hatta bunu blogta da yazmıştım. Bu hatırlayışla acaba dedim, acaba işaret geldi mi? Bu durumda 7 ay kadar bir vaktim kalmış oluyor.


Ölümlüyüz. Hepimiz de bunu biliyoruz. Ama ısrarla hiç farkında değilmişiz gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ölümden ölesiye korkuyoruz çünkü.  Sonra bir şey oluyor; yakınımızda biri ölüyor, hastalanıyoruz, hayatımızda kökten bir değişiklik oluyor ve hatırlıyoruz yeniden, öleceğiz, evet, hepimiz bir gün öleceğiz. Gel gör ki zihin kabul etmek istemiyor, hep başkaları ölür diyor, ölüm senin için değil. Seni küçük sorunlarına geri çekiyor hemen, ayın sonunu getiremedin, çok istediğin arabayı alamadın, sevdiğin kız seni terk etti, arkadaşın sana kazık attı, çok kilo aldın vesaire.  Küçük dünyanın küçük sorunlarına dönmenin dayanılmaz hafifliğinde devam ediyorsun yaşamaya, ta ki seni kendine getirecek başka bir olay olana kadar. Aslında işaretler hep geliyor. Ya da gelmiyor, işaretler hep orda zaten, gözünün önünde ama görmek istemiyorsun bir türlü. Günde milyon kez şikâyet ediyorsun ama biteceğini düşündüğün an birden kıymetleniyor hayat, bırakmak istemiyorsun, ölüm fikrinden bile korkuyorsun, kaçıyorsun. Nedir tam olarak bırakamadığın, seni buraya bağlayan ne? Nedir korktuğun, yok olmak mı? Var olduğundan nasıl bu kadar eminsin?
Düşündüm, diyelim 7 ay sonra öleceğim, ne yapacağım şimdi? Tabi saçma geliyor, bir saniye sonra bile yaşayıp yaşamayacağımı bilmezken 7 ayın hesabını yapmak ama diyelim ki öyle.  Bir şey yapmak gelmiyor içimden, bir şeyi değiştirmek ya da. Öyle akıp gitsin diyorum. Ne yapacağım ki? Yıllardır görüşmediğim insanları mı arayacağım? Namaza mı başlayacağım? Hep yapmak istediğim dünya turuna mı çıkacağım? Ne anlamı var? Tüm bunları yaptıktan sonra ölsem ne değişecek?
Daha bir ay olmadı; Robin Williams’ın bir filmini izledim.  Doktor adama 90 dakika sonra öleceğini söylüyor. Adam koşa koşa yıllardır seks yapmadığı karısına gidip seks yapmaya, 2 yıldır görüşmediği oğluna gidip ilişkisini düzeltmeye çalışıyor. Olan ne, ne değişti?
Yine birkaç yıl önce gitar diye bir film izlemiştim. Genç bir kadın 2 ay ömrü kaldığını öğreniyor aynı zamanda işinden kovuluyor, sevgilisi terk ediyor. Hayatı birden berbat bir hal alıyor. Sahip olduğu tüm para ve kredi kartları ile gidip kocaman bir daire kiralıyor, eşyalar alıyor, dilediği gibi yiyip içiyor bir de çocukluğundan beri hayalini kurduğu gitarı alıyor. Günlerini hiçbir şeyi dert etmeden, evine gelen birkaç kişinin hayatına dokunarak sürdürmeye başlıyor.
Filmlere, kurgu hikâyelere gitmeye gerek yok, çok yakınımda kanlı canlı örneği duruyor. Kardeşini kanserden kaybettikten 5 ay sonra kendisine kanser teşhisi konan canım annem. Dayımın kanser hastalığıyla geçen son yılına yakından tanıklık etmenin etkisiyle ben bu yolun sonunu biliyorum, tedavi olmak istemiyorum diyerek başta tedaviyi reddeden, zorlukla kabul ettirdiğimiz kemoterapi dönüşleri kusarken Allah’ım ölüyorum diye haykıran, neden ben diyerek ağlayan, sonra yaşama iç güdüsüyle dimdik ayağa kalkan, savaşan ve en sonunda kabullenen, teslim olan canım annem. Tüm ömrünü başkaları için endişelenerek, kimse üzülmesin, kırılmasın diye içine atarak, başkalarının mutluluğu için çırpınarak harcayan canım annem. Bakıyorum o da öğreniyor artık, boş vermeyi, önemsememeyi, biraz da olsa kendini düşünmeye başlamayı. Nasılsın diye sorduğumda ağrılardan bahsetmek yerine bir şarkı söyleyiveriyor telefonda bana. Evet, ölüm çok yakınımızda.
7 ay sonra ölme konusundan arkadaşıma da bahsettim. Konunun yabancısı değil; aylar önce bana geçen yıl gördüğü bir rüyayı anlatmıştı. Rüyasında ölmüş olan babası yanına gelmiş, o da ölüm hakkında sorular sormuş babasına. Babası tüm sorularını yanıtsız bırakmış ve tek cümle söylemiş; merak etme, yakında geleceksin yanıma. Ve balon gibi uçup gitmiş sonrasına.  Arkadaşım tüm bunlar olurken babasının ölü olduğunun farkında olduğunu, kendisinin de babasının ölü olduğunun farkında olduğunu,  bunun bir rüya olmadığını söyledi. Ona inanıyorum kesinlikle. Sabah uyandığında gülmüş, ağlamış, çok değişik duyguları aynı anda hissetmiş. Ama o gün değişik hiçbir şey yapmak gelmemiş içinden, çok ikiyüzlüce gelmiş. Ben de tamamen aynı hissiyattayım.
Demem o ki; gerek var mı illa hara daki hareketi beklemeye, kanser hastası olmaya, düşünmeye başlamak için bir yakının ölümüne şahit olmaya. Yaşadığımız her dakika ölüm için bir hazırlık değil mi zaten? Elimizde “Şu an” dan başka bir şey var mı? Kendimize, bedenimize, etrafımıza ettiğimiz bu zulüm niye? Sonsuzlukla kıyaslandığında şu minicik, küçücük varlığımızın, kâinatta kapladığımız yerin hacmi, kütlesi ne kadar? Her şey sonluyken -ya da sonsuzken- nedir nesneye, insana tutunma, bağımlı olma, sahip olma isteği? Neden bu yapışma, bırakmama? Akış nerede? Teslim olma?
Bırakma isteği bir yanda ona direnen zihin öbür yanda. Peki ben neredeyim? Henüz gidemezsin, daha bütüne katkıda bulunmadın diyen hangisi? Bütüne nasıl katkıda bulunacağımı nasıl bileceğim? Bölünmüşlük hissi ne zaman son bulacak? Soruların ardı arkası kesilmiyor.
Tanrının var olup olmadığından bir türlü emin olamayan bir arkadaşım sormuştu geçenlerde; biz öldükten sonra ne olacak diye. Ben de bedenimiz yok olacak ama ruhumuz (ya da içimizdeki enerji, adına ne dersen de ) devam edecek diye. Sana göre kolay demişti, dayamışsın sırtını yok olmayacağın düşüncesine. Sanırım ben de inanacağım artık bu Tanrı fikrine, yoksa delireceğim dediğinde teslim ol demiştim ona, sadece teslim ol.

Söylemesi kolay, yapması zor, teslim olmak, bırakmak.
Tüm bunları yazarken bir kere daha farkına varıyorum sorunumu(zu)n, düşünmek! O kadar çok düşünüyoruz ki yaşamaya vakit kalmıyor düşünmekten.
Şimdi biri bana söylesin, 7 ay yeterli mi tüm bu soruları cevaplamaya? Ya da, soru neydi ki?



2 Temmuz 2014

İçimin dehlizlerinde

Hadi kalk gidelim. Nereye? Bilmiyorum, gidelim sadece, uzaklaşalım, kaçalım!

Kaçma hissi olmaz pek bende, zora meyilliyim ya, kalıp savaşmaktan yanayımdır hep. Kanımın son damlasına kadar, derdimi anlatana kadar, milyon kişi olmaz dese, defalarca deneyip kendim olmayacağına ikna olana kadar. Ama bugün bu hallerimden fersah fersah uzağım. Çıkıp gitmek istiyorum sadece. Nereye? Doğanın bağrına, böğrüne, içine, içime?
Sabahtan beri içimdeki huzursuzluk dün gece annemi kırdım diye mi? Aileyle ilişkiler bitmek bilmez bir suçluluk duygusundan ibaret gibi, ne yapsan olmuyor. Tek sebep bu mu? Sabah bırak yoga yapmayı yataktan kendimi zor kaldırdım. Bu ne yılgınlık, bitkinlik. Üstüme yapışmış bir yenilmişlik duygusu.
İşe zor gittim, çalışasım yok hiç. Çok uzun süredir enerjim bu kadar düşmemişti. Geçen hafta düşüncelerimin dışa vurumuyçasına alnımda çıkan dev sivilcenin akrabaları tüm yüzümü sarmış. Ergen mi oldum bunca yıl sonra? İsyandayım. Yaklaşmayın. Out of order! Lütfen rahatsız etmeyin.
Nedir derdin diyeceğim;  dokunduğumda işiteceğim ahlardan korkuyorum. Var belli ki bir mesele. İlişkiler, ilişkiler. Sorun ötekiyle mesafe. Çok yakın,  çok uzak mevzuları.
Kendimi bildim bileli iflah olmaz bir dışa dönük olarak yaşıyor(d)um. Daha yeni keşfettim aksinin de mümkün olduğunu, çiçeği burnunda içe dönüğüm bir süredir. Kendimle flört evresindeyim. Öyle keyifliymiş ki, yeni farkına varıyorum. Nerdeymişim bunca sene? Tam oturup hasret gidereceğiz,  hasbıhal edeceğiz derken ötekiler huzursuzlanıyor. Ama sen böyle değildin. Evet, değildim; değişiyorum, dönüşüyorum. Eskiden yaptığım şeyler keyif vermiyor artık, yeni heyecanların, keşiflerin peşindeyim. İçimde bulduğum kaynağın izini sürmeye çalışıyorum. Kozamın içine çekiliyorum, şimdi tırtılı besleme zamanı. İçimdeki kumu inciye dönüştürme zamanı şimdi.  Çok iyiyim diyorum soranlara, hayatımın hiçbir evresinde olmadığım kadar iyi hissediyorum kendimi çünkü. İyiysen iyi diyorlar, ardından depresyon gelmesin de! Anlamıyorum; iyi olmak kötü bir şey mi, neden bu şüphe? Arkadaşlarım benim iyi olmamdan endişelenip kendi aralarında konuşuyorlarmış. Madem endişelisiniz neden gelip benimle konuşmuyorsunuz diyorum?  E sen artık dışarı çıkmak istemiyorsun diyorlar, içmiyorsun da. Sohbet etmek için illa bunları yapmak mı gerekiyor, evde oturup kahve içmeye ne oldu? En yakın bildiklerim uzaklaşıyor; kırılıyorum, üzülüyorum. Ama yolumdan dönme niyetinde değilim, biliyorum ki benimle olmak isteyenler benimle kalacak zaten.
Sonra misafirler giriyor sahneye.  Sen kendinle takıl aylarca, dışarı çıkma, içine dön, sonra ötekiler gelsin, içinde yaratmaya çalıştığın boşluğa sımsıkı yerleşsinler.  Bir de soruyor muyum kendime dengem niye bozuldu diye?  Evdeki misafirlerden başka bir de gönüldeki misafirler var. Misafir net, ben fazla kalmayacağım, bir bakıp çıkacağım diyor. Ben de;  aaa olur mu hiç, hele bir gel içeri, daha sana parklarımı, bahçelerimi göstereceğim diye tutturuyorum ama misafir gönülsüz.  Sonuç; onulmaz hayal kırıklığı. Gidenlere hoşça kal demek zamanı ama ne mümkün. Ego olmaz diye tutturuyor, madem istiyorum, benim istediğim olacak. Gönül meselesiymiş filan beni bağlamaz; ne yap et oldur bu işi. Ben oldurulan şeyleri istemiyorum ki hayatımda artık diyorum ama nafile. Yıllar yılı palazlanmış içimde, olmuş koca bir dağ, yıkıp geçmek kolay mı? Yıkıp geçemesem de varlığının farkındayım, bana hükmetmesine izin vermiyorum artık. Kısa bir süre beni kandırmayı başarsa da kışkırtmalarını, oyunlarını tanıyorum artık. Biraz sendeleyip dönüyorum eski halime. 

İçerde istila, dışarda kuşatma derken benlikten isyan çığlıkları yükseliveriyor bugünkü gibi. Varlığını tehdit altında hissettiği an bağırmaya başlıyor avaz avaz. Sesinden iç sesimi duyamıyorum. İşte o zaman daralıyorum, bunalıyorum, bir el yapışıyor boğazıma, zaman geçmek bilmiyor. Neyse ki yazmak var. Zihnimdeki zehir parmaklarımın ucundan akıp gidiyor yazdıkça. Yogamı da yaptım mı merkezime dönüp rahatlıyorum. 

Aklımın bir köşesinde hep, hatırlatıyorum kendime : "İnsanlarla ilişkin ateşle ilişkin gibi olsun; fazla yaklaşma yanarsın, çok uzaklaşma donarsın."

Akşam eve geldim, baktım çiçeklerim açmış katmer katmer, gönlüm gibi. Daralsamda, bunalsamda çiçek açmaktan vazgeçmiyorum. Gönlümün bahçesini sevgimle sulamaya kaldığım yerden devam ediyorum. Yaşamayı seviyorum.



1 Temmuz 2014

Sevgili Günlük - Kaçıncı Gün?

KAÇINCI GÜN? 

Renk: Mor 

Duygu durum : Yorgun

Motto: Kendine güven 

Özlü söz : Üzülme. Bir yandan korku bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun. Tek kanatla uçulmaz zaten. Mevlana 

Şarkı : Comptine D'un Autre Ete L'Apres Midi – Yann Tiersen 

Dün ne yazık ki yazamadım sevgili günlük. 1 aydır ailemle beraber kalmanın ruhsal yorgunluğu kendini derinden hissettirdi dün akşam. Anladım ki yalnız yaşamaya ciddi olarak alışmışım. Zaten yaşam alanlarımı başka insanlarla paylaşma konusunda hiçbir zaman iyi olmamışımdır. İnsanlarla olmayı seven sosyal bir yapım olmasına rağmen varlığımı sürdürebilmek için kendime ait, başkalarının girmediği geniş alanlara ihtiyacım var. Bu yüzden küçük, dar, kalabalık mekânlarda rahat hissedemem kendimi hiç. Dilediğini dilediği zaman yapmak isteyen özgür ruhum başka insanlarla aynı ortamda kalma zorunluluğu hissettiğinde huzursuzlanıyor. İşin içine aile girince durum daha da karmaşık bir hal alıyor. 

 Nerdeyse ellisinde bir psikiyatrist demişti ki; bazen biz bile ailemizle bir araya geldiğimizde o negatif döngüye girmekten kurtulamıyoruz. Demek ki yalnız değilim. Ailemi çok seviyorum ve hayatımın hiçbir döneminde onlarla ciddi bir sorunum olmadı. Gelin görün ki bu ebeveyn çocuk ilişkilerini çatışmasız sürdürmek çok zor. Bir yanda hiç değişmeyen şeyler var. Yaşınız kaç olursa olsun artık sizin bir yetişkin olduğunuzu kabul etmemeleri, hala çocukmuşsunuz gibi davranmaları gibi. 

 -Neden yemek yemiyorsun? 
 -Çünkü doydum.
 -Ama tadı çok güzel bak, birazcık daha yesen? Zaten çok zayıflamışsın. 
- Zayıf değilim, ideal kilomdayım, üstelik bu kiloya gelmek için çaba gösterdim. 

 -Ne yapıyorsun bilgisayarın başında saatlerce? 
-Arayan kimdi? 
-Kaçta dönersin? 
-Ne zaman yatacaksın, sabah kalkamazsın bak sonra!

Bir yanda da yaşlandıkça çocuklaşmaları gibi zamanla değişen şeyler var. Bu gelişlerinde fark ettim onlar çocuk olmuş, ısrarla bana ebeveyn rolünü vermeye çalışıyorlar. Ne yiyeceklerini bana sormalarından tutun da sanki kendileri yapamayacaklarmış gibi her işi yapmak için beni beklemeleri gibi. Ben bir şeyle ilgilenirken, yazı yazarken, kitap okurken mesela sürekli soru sormaları, benimle konuşmaya çalışmaları, kendisiyle oyun oynanması için dikkat çekmeye çalışan çocuktan tamamen farksız. İşten döndüğümde, tüm gün boyunca eve gelmemi sabırsızlıkla beklemiş, sohbet etmek, dışarı çıkmak için can atar halde bulduğum ailem ve tüm gün boyunca ofiste çalışmaktan yorgun düşmüş, ağzını açmak istemeyen, biraz kitap okumak, meditasyon yapmak, tüm gün oturmaktan katılaşmış kaslarını esnetmek için biraz yalnız yürümek isteyen ben. Durum çok vahim anlayacağınız. Hal böyle olunca, süre de uzayınca ben de şalterler attı.

Bu akşam yemekte yine yemekle ilgili mevzu açılınca anneme ne yiyeceğime ne kadar yiyeceğime sen karar ver bundan sonra o zaman deyiverdim. O anda çok alındığını da anladım ama çok geçti. Gerginliğe dayanamayıp ben yürüyüşe gidiyorum deyip çıktım. Yolda eski bir tanıdığa rastladım. Enteresan bulduğum bir adamdır, çok okur, her şeye muhaliftir. Bir de hayat sana karşı hiç bir ilgi duymuyorum tavrı vardır her zaman. Sohbet ettik biraz ayak üstü. Çok ta genç olmayan bir yaşta çocukları oldu. Çocuk büyümüştür dedim, uzun zamandır görüşmüyorduk. Evet dedi. Gailesiz tavrının çocuk olduktan sonra değişeceğini düşünmüştüm. Anlattığı şeyden değişmediğini anladım. Geçen gün otele gitmişler çocukla beraber. Normalde babalar çocuklarına ben şurdayım gözümün önünden ayrılma derler ya, çocuk babasına baba ben şurda havuza gireceğim, sen de şurda dur demiş. Belli ki kendi güvenliğini sağlamak için babasını organize etmesi gerektiğini bilecek kadar akıllıymış çocuk :) Belki de fazla takıyorum bu ebeveyn mevzularını.

Eve gelince baktım annemin gözler ağlamaktan şişmiş. Konuşmaya, gönlünü almaya çalıştım. Gözüm yatağa bakarken babam dışarı çıkmak istedi, çıktık. Şu an tükenmiş vaziyette sana yazıyorum sevgili günlük.

Dünkü yorgunluk aynen devam ediyor. Bugün haftayı tamamlamış olduk. Nil ailedeki bir rahatsızlık sebebiyle bu haftaki tura katılamadı. Çalkantılı bir hafta olması sebebiyle düzenli yazmak bana iyi geldi. Günlük olarak değil ama yazılar devam edecek.

Ne zaman kavuşuruz bilinmez ama o zamana kadar hoşçakal günlük.

İyi geceler...