2 Aralık 2018

Ben bedenim değilim


Kendi kendinize dans eder misiniz? Çocukluğumdan beri bayılırım ayna karşısına geçip dans etmeye. Bu dans aşkı müziği çok sevmemden kaynaklanıyor kesin; duyar duymaz kıpırdamaya başlar bedenim. Önce ritim tutma, el şaklatma, sonra hafif sallantılar derken bir bakmışsınız Serap kopup gitmiş, döktürüyor. Her şeyin bir yeri ve zamanı vardır değil mi; dışarı çıktınız diskoya gittiniz diyelim (Sahi, disko kaldı mı?) ya da düğüne, kimse dans etmenizi yadırgamıyor zira buralar dans etmenizin beklendiği yerler zaten. Benim içinse böyle yerlere gitme zorunluluğu yok hiç dans etmek için. Parkta yürüyorum diyelim; radyoda çok sevdiğim bir şarkı denk gelirse durup dans etmeye başlarım olduğum yerde; millet bakacakmış, deli zannedecekmiş umurum olmaz. Kurumsal şirkette çalışırken ofisimiz açıktı, benim olduğum tarafta 15 kişi falan vardı herhalde. Kulaklığımı taktığım an başka âlemlere göç edip oturduğum yerde dans ettiğimden arkadaşlar merakla sorardı hep ne dinliyorsun bu kadar diye. 40 yaşına geldim, değişmedi bu ayna karşısında dans etme geleneği.

İşte bu sabahta dans ederek vücudumdaki enerji fazlalığını atarken (Millet varlığını sürdürecek enerji bulamıyor, ne enerji fazlalığı diye merak edenler, bakınız: yoganın faydaları) saçlarımı toplayınca aynada kulaklarıma takıldı gözlerim. Birden çok güzel gözüktüler gözüme, inanılmaz bir mutluluk kapladı içimi. Şimdi ne var bunda diye merak edebilirsiniz, anlatayım.

Uzun yıllar vücudumun pek çok yerini beğenmedim ben. Boyum kısaydı, bacaklarım çarpıktı, kalçalarım genişti, burnum büyüktü ama en önemlisi kulaklarımdı, kulaklarım kepçeydi. Boyum kısa diye ameliyat olup boyumu uzatma hayalleri kurdum yıllarca. Ameliyatın çok acılı olduğunu ve ancak 2-3cm gibi bir fark yaratacağını okumuştum bir yerde ama razıydım, yeter ki boyum uzasındı. Lisede çocuğun biri bacaklarımın çarpık olduğunu söyledikten sonra okul dışında etek giymeyi bıraktım, yıllarca sadece pantolon giydim. Yine lisede biri defterimin arasına “patlıcan burunlu kız” diye başlayan bir not bıraktıktan sonra burnumdan nefret ettim. Yıllar geçip bana aşık olan bir adam özellikle burnumu sevdiğini söyledikten sonra biraz ısınır gibi oldum burnuma ancak. Kulaklarımın büyüklüğüyle daha önce dalga geçilmiş olacak ki (sanırım ilkokul) onu atlatamadım. Saçlarım her zaman açıktır benim bu sebeple, nerdeyse hiç toplamam. Toplarsam da saçlarımla örterim muhakkak. Pasaport, vize gibi işlemler için fotoğraf çektirmeyi hiç sevmem, kulakların açıkta olma zorunluluğu var diye. Hatta bir keresinde fotoğrafçıyla tartışmıştık; saçlarımı kulaklarımı kapayacak şekilde toplamıştım, fotoğrafçı fotoğrafın bu şekilde kabul edilmeyeceğini söyleyerek kulaklarımı açmamı söylemişti, “Kabul edilip edilmeyeceği sizi ilgilendirmez, işinizi yapın!” diyerek reddetmiştim. Kapıdan dönüp tekrar fotoğraf çektirme riskini almıştım, yeter ki kimse görmesin kulaklarımı!

İşte böyle yıllarca utanmışken kulaklarımdan bugün aynada görünce ilk kez sevdim kulaklarımı, ne kadar da güzeldiler. Belki kepçe oldukları için müzik kulağım vardı ve kulağım iyi olduğu için yabancı dillere meraklıydım. Yabancı bir dil konuşabilmem sebebiyle yabancı ülkelere seyahat edebilmiş, bizimkine hiç benzemeyen kültürden insanlarla tanışmış ve arkadaş olmuştum. Arkadaş olduğum bu insanlar sebebiyle dünyaya değişik pencerelerden bakabiliyordum. Belki de “kepçe kulak” olmak o kadar da kötü bir şey değildi.

Basit birkaç sözcüğün hayatımızı bu derece etkilemesi inanılmaz. Peki, nasıl oluyor bu? Kim olduğumuzdan habersiz olduğumuz yıllar boyunca insanların bizim için söylediği her şeye inanıyor, onların bizim hakkımızdaki düşüncelerinden oluşan bir kimlik yaratıyoruz kendimize. Hele bir de temelde “Olduğum halimle sevilebilir biri değilim.” gibi yanlış bir düşünceye sahipsek insanların bizi sevip kabul etmesi için değişmek, onların istedikleri gibi biri olabilmek için çırpınıp duruyoruz. Bu elbette ilk olarak ailede başlıyor; uslu kız ol, ağlayınca çok çirkin oluyorsun, çirkin kızları kimse sevmez, çalışkan ol; bak Tayfun’un notları nasıl yüksek, bak Özlem senin gibi yapıyor mu hiç?, herkesin içinde gülme, ayıp!, ne kadar da beceriksizsin. Duyduğumuz her şey kaydediliyor ve biz bu kayıttan “olmamız gereken kişi”nin kalıbını çıkarıp o kalıbı doldurmak için didinip duruyoruz yıllarca. Ta ki;  hayatımızda o kalıbı kıracak sarsıntı (Hastalık, ölüm, boşanma, iflas etme gibi) yaşanana kadar. Sonrasında sorgulama başlıyor; kimim ben?

Ben bedenim değilim. Daha önceden bunun farkında mıydım bilmiyorum ama yoga yapmaya başladıktan sonra bunu net olarak kavradım. Yine bedenimi tanımam ve sevmem yoga sayesinde oldu. (Dün yoga yaparken ayak parmağımla burnumu sevdim, ayak parmağımı öptüm, gülmeyin.)  Kendime ilk kez yoga yaparken sarıldım, sarılırken ağladım çok, gerçekleşmesi uzun sürmüş bir kucaklaşma ve kavuşmaydı bu. Seni seviyorum dedim, omuzlarımdan öptüm. Kendini sevmek ne demekmiş yoga yapmaya başladıktan sonra anladım. Başkaları benim için ne derse desin, kim olduğumu yaptığım her pratiğin sonrasında oturduğumda bildim, orda kim olduğuma dair hiçbir şüphe yoktu hep tamdım, BİRdim.

Bugün bir utanç daha tarihe karıştı, kepçe kulaklarım, sizi çok seviyorum. Beden bize verilmiş bir hediye; bu düzlemde var olabilmemiz için bir araç ve şekli şemali nasıl olursa olsun her haliyle mükemmel. Toprak olup gideceği güne kadar da bize emanet, ona iyi bakmak boynumuzun borcu.

Bir daha sefere aynaya baktığında beğenmediğin bir yer görürsen o yeri sevdiğini söyle, olduğun halinle mükemmelsin çünkü. Ve unutma, sen bedenin değilsin.

14 Nisan 2018

Dedektif Turuncu


İçimde bir dedektif var, düşündüklerimi, söylediklerimi dikkatle izliyor ve kayda alıyor. Kendisiyle son birkaç yıldır beraber yaşıyoruz. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Misal bir cümle ettim; cümle doğru olduğuna inandığım sözcüklerden oluşuyor bana göre fakat dedektif bu cümleyle çelişen davranışlarımı getiriyor önüme hemen, uydurdun bunları diyor. Bunu o kadar hızlı yapıyor ki; ne cevap vereceğimi, nasıl davranacağımı bilemiyorum ve her seferinde kendimden, söylediklerimin doğruluğundan şüphe ediyorum. Bazen uzun süre görünmüyor ortalıkta, o zaman biraz rahatlıyorum. Bazen de günlerce peşimi bırakmıyor.

Kim bu dedektif? Amacı ne? Peki, dedektifin orda olduğunu bilen kim?

Mart ayı boyunca kafamın içinde “Hiç öğrenmiyorsun!” plağı döndü de döndü. Plaktaki bu eserle dedektifin ortaya çıkmasından sonra tanıştık. Ne zaman ki dedektif bir şey hakkında “Bu öyle değil!” diyor, ben bunun üzerine düşünüyorum, aslında öyle olmadığını bildiğimin farkına varıyorum ve şaşırıyorum. Ben bunun böyle olmadığını öğrenmiştim diyorum. İyi de, madem öğrenmiştim, neden öyle davranmadım? Hani yabancı diller için denir ya hep; anlıyorum ama konuşamıyorum, ben de biliyorum ama değiştiremiyorum.

Dün pazara giderken Bruce Lipton’un bir konuşmasını dinliyordum. Günlük hayatımızın ancak %5 ‘inde bilinçli davrandığımızı,  %95 ‘inde ise bilinçaltı kayıtlarımız doğrultusunda hareket ettiğimizi söyledi. Hayatımızın çoğunluğunu idare eden bu otomatik pilotun kullandığı kayıtlar bilinçaltımızda 7 yaşına kadar oluşuyormuş. Buraya kadar pek yeni bir şey yok aslında. Hayatımızı büyük ölçüde şekillendiren şeyin çocukluğumuz, içinde yetiştiğimiz aile olduğunu pek çoğumuz duymuşuzdur bir şekilde. Benim aklımı başımdan alan bu oran ve ardından duyduklarım oldu.

Yoga, meditasyon, farkındalık, bilinç, kişisel gelişim gibi kavramlar hayatıma gireli 6 yıl oldu. Bu 6 yılda pek çok kitap okudum, eğitime katıldım, fiziksel pratikte bulundum. Hayatın ne kadar değişti derseniz, bilemiyorum. Elbette bariz değişiklikler var; fiziksel olarak daha sağlıklı ve bedenimle bağlantıdayım, pek yararıma olmayan “iş”leri bıraktım, bağımlı ilişkiler kurmaktan (nispeten) kurtuldum, insanların davranışlarının benimle alakalı olmadığının farkına vardım filan. Öte yandan bazı şeyler de pek değişmedi sanki. Önceden bunların zaten farkında olmadığımdan ezbere yaşayıp gidiyordum da, öğrendikten sonra bunları neden değiştiremedim?

Hepimiz sağlıklı beslenmenin önemini, sigaranın sağlığa zararlı, her gün yoga yapmanın faydalı olduğunu, her canlıya şefkatle davranmanın sevgiyi arttırdığını bilmiyor muyuz? Ya da kendimizi olduğumuz gibi kabul etmenin ve sevmenin öneminden, teslim olmanın, koy vermenin özgürleştirdiğinden haberimiz yok mu? Var tabi! Madem bu kadar farkındayız, neden acı çekiyoruz?

Meğer bilinçaltımızda oluşan kayıtlar bilinçli olarak öğrendiklerimizle değiştirilemiyormuş! Ben kendime sürekli olarak hayatımın son 6 yılında öğrendiklerimi tekrarlıyorum, sağlıklı beslen, yoga yap, kendini sev ancak seçim yapmam gereken bir durumla karşılaştığımda eğer o an bilinçli değilsem otomatik olarak ilk 7 yılda oluşturduğum kayıtlara gidiyorum ve orda sonradan öğrendiklerim yok. Dolayısıyla her ne kadar doğrusunu öğrendiysem de davranışımı değiştiremiyor, her zaman davrandığım gibi davranıyor ya da tepki veriyorum. Bu kayıtlar ancak hipnozla değişiyormuş ya da (önceden yaptığımız kayıtları) uykuya dalmadan dinleyebilirmişiz.

İşin bilimsel boyutu elbette çok daha derindir ancak bunu böyle basit bir düzeyde duymak beni nasıl rahatlattı anlatamam. Oh be, sorun bende değilmiş! Burda elbette öğrendiklerini düzenli olarak tekrar etmenin önemi ortaya çıkıyor. O bize “iyi” geleceğini bildiğimiz şeyi onun iyi olmadığını söyleyen zihnimizin sesine aldırmaksızın yapmaya devam etmek gerek, ta ki iyi geldiğini hissedene kadar. En düzenli pratiğim yoga olduğundan bunu en çok yoga yaparken deneyimliyorum. Öncesinde ne olmuş, zihnim beni neye inandırmış olursa olsun her sabah matımın başına geçtiğimde fark ediyorum ki hakikat her zaman orada, benim onu görmemi bekliyor.

Geçen sabah üniversiteden sınıf ve ev arkadaşım, 4,5 yaşındaki kızının ağaç pozundaki fotoğrafını gönderdi. Uzun zamandır haberleşmemiştik, görüntülü konuştuk sonrasında. Sohbetin bir yerinde kızının bu hareketi nerden öğrendiğini, etrafında yoga yapan biri olup olmadığını sordum. 3,5 yıl önceki ziyaretimde benim ona gösterdiğim bir kaç hareketi onun da kızına gösterdiğini söyleyince yaşadığım mutluluğu tarif etmem imkânsız. Millet beni yoga bilirkişisi yaptı, kim yogayla ilgili bir şey duysa, merak etse bana geliyor deyince ne güzel işte dedi. O an, bunun ne kadar güzel bir şey olduğunu daha önce düşünmediğimi fark ettim. Bu gerçekten de harika bir şeydi.  Kafamdaki 6 yılda ne kadar değiştim, değiştim mi soruları başka bir boyuta taşındı bir anda. Değişim benim beklediğim (ya da istediğim) şekilde ve hızda gerçekleşmese de bir şeyler değişiyordu.

Hepimiz değişimin gerekliliğinden bahsediyoruz ama bunun için bir şeyler yapmaktan, değişimin zorluğundan kaynaklanan acıyı yaşamaktan kaçıyoruz. Değişim dışardan sihirli bir değnekle gelsin, bir dokunuşla farkında olalım, hiç hata yapmayalım istiyoruz. O zaman da benim gibi içimizdeki dedektife kızıyoruz. Ben bu dedektifin pek çok öğretide değişik isimlerle adlandırılan “tanık”, “izleyici” olduğunun sonradan farkına vardım. Amacı da bana kötülük etmek değil kesinlikle.

Dün gece katıldığım bir grupta şöyle bir diyalog geçti;

-Merhaba, benim ismim Serap.
- Sen o Serap mısın? Yoga hocası, turuncu olan?
- ??? İsmim Serap ve yoga hocasıyım ama turuncu ne bilmiyorum.

Diyaloğun devamında; ben gruba katılmadan önce yoga hakkında konuşulurken ismimin geçtiğini ve her nasıl olduysa Tütüncü olan soyadımın Turuncu olarak aktarıldığını anladım.
Bu yazıyı yazarken artık barış imzalamaya meylettiğim içimdeki dedektife bu ismi vermeye karar verdim. İçimdeki dedektif içinizdeki dedektifi selamlıyor…

10 Ocak 2018

Neden Yoga Yapıyoruz?

Yoga yapmadığım günlerin ardından neden yoga yapı yapıyoruz gibi bir konu başlığı çıkması ironik görünebilir (renkli günler devam ediyor). Belki de görünmez. Belki de yapamamanın boşluğunu yazarak doldurmak istiyorumdur ya da şu an içinde bulunduğum dönem neden yoga yaptığımı düşünmeye sevk ediyordur beni, bilmiyorum.
Derslerime gelen öğrencilerin çoğunluğu yogaya yeni başlayan kişiler. Bu da bana yogaya yeni başladığım dönemi hatırlatıyor sık sık. Yoganın hayatlarımıza girişi zamanlama olarak tesadüfi değil bana kalırsa. “Kul sıkışmadan Hızır yetişmez” diye bir deyiş var ya, tastamam öyle. Ben yogayla hayatımın en buhranlı döneminde tanıştım. Kim olduğumla ilgili tüm algımın yerle bir olduğu bir zamandı ve bir yoga dersinde buluvermiştim kendimi. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlıyor ya yazar romanına, ben de  “Bir gün bir yoga dersine gittim ve bütün hayatım değişti.”  diye yazmayı çok isterdim. Elbette hayatım değişti o dersten sonra ama değişim cümlenin kulakta tınladığı romantiklikte ve hızda olmadı.  Önümde yogaya başladığım o zamandan daha bunalımlı günler beni bekliyordu ve cevaplar altın tepside önüme sunulmayacak, onlara ulaşmak için çooook çabalamam, oldu sanmam, hata yapmam, vazgeçmem, tekrar denemem gerekecekti. Yine de;  Kitay Gorod’ta zemin kattaki o yoga stüdyosunda, tek kelimesini anlamadığım Rusça yapılan derste, ne yapıyor bu insanlar diye merakla etrafımı izlemekten afallamış bir haldeyken yattığımız savasana da yüreğimde birkaç alt yazı belirecek ve şifre ucundan çözülmeye başlayacaktı.  İyi bir şeydi bu yoga.
Öğrencileri evde günlük pratik yapmaları konusunda yüreklendirmeye çalışıyorum her fırsatta. Cumartesi günkü derste birkaç cümleyle  yoganın hayatımıza etkisinden bahsederken bir yandan da dinliyordum kendimi. İnsanın kendine ait olmayan bir deneyimi başkalarına anlatması çok zor. Hani bir şeylerden kavramsal bazda;  efenim komünizm şudur, materyalizm budur diye saatlerce konuşabilen kendinden pek emin insanlar var ya ben çok şaşırıyorum onlara. Sen hiç komünist bir rejimde yaşamadıysan nerden biliyorsun komünizmin nasıl bir şey olduğunu? Ben kavramsal olarak yogayı anlatmayı pek güç buluyorum. Zaten okyanus gibi bir şey, tüm ömrümü bu uğurda harcasam bile bu bilginin ne kadarına vakıf olabilirim hiçbir fikrim yok. Ama yoga yapmak nasıl bir şey derseniz bir şeyler söyleyebilirim belki ya da yoga yaparken nasıl hissettiğimden bahsedebilirim. Konuşmak için elimdeki en değerli kaynak kendi yoga pratiğim. Bu oldukça sübjektif bir bilgi olsa da kitaplarda okuduğum tanımlardan daha gerçek, en azından benim için.
Kendimden ne kadar kopuk yaşadığımın farkına ancak yogaya başladıktan sonra varabildim ben. Yoga dediğimiz şey (en azından batıda) çoğunlukla asanalardan oluştuğundan ilk farkındalığın bedensel düzlemde gelmesi şaşırtıcı değil. Bedenimi tanımanın, ona dokunmanın, çalışan çalışmayan kasların farkına varmanın güzelliği tartışılmaz ama bedenimle ilgili beni en şaşırtan şeylerden biri buzdolabına yaptığım sık ziyaretlerin karnımın acıkmasıyla alakalı olmadığını anlamak olmuştu mesela.  Normalde yemek yemeden duramayan, açlığa hiç dayanamayan ben sabah yoga dersim olduğunda hiçbir şey yemeden derse gidiyor, bir buçuk saat yoga yapıp nerdeyse öğleni bulan bir saat eve geldiğimde bile pek fazla açlık hissetmiyordum. Demek vücudum o kadar fazla yemeden de varlığını sürdürebiliyordu. Hani para getirmeyen şeyler için” karın doyurmaz” derler ya; anne babana ben oyuncu olacağım dediğinde “Tiyatro karın doyurmuyor .”diye itiraz ederler; yogayla ilgili ilk keşiflerimden biri karın doyurduğu olmuştu. Elbette doyurduğu karnım değildi, ruhumdaki doygunluk başka bir eksikliği hissetmeme olanak tanımıyordu o anlarda ama ben bunun bu şekilde olduğunun farkında değildim o zamanlar.
Kendimizle ne kadar vakit geçiriyoruz? Kendinle olmaktan kastım başka insanların uzağında, yalnız olmak değil; kafanda (çoğunun farkında olmadığın) binlerce düşünce, yargı olmadan,  bir yere yetişme kaygısı duymadan, plan yapmadan, sıkıntıdan durmaksızın saate bakmadan, gelecek için hayallere dalmadan, gerçekten ilişki kurarak kendinle olma hali bahsettiğim. Yogayı bu kadar büyülü kılan kendimizle olmak için daha doğrusu kendimiz olmak için bize açtığı alan bence. O küçücük matın üzerinde,  birilerinin eşi, kızı, annesi, çalışanı, patronu, arkadaşı, mutlu, üzgün, endişeli, fakir, zengin, şişman, zayıf,  kısa, uzun, Amerikalı, Türk, Hintli kısacası bizi tanımladığını düşündüğümüz tüm sıfatlarımızdan azade, sadece olduğumuz kişi olabilme hali bizi bu kadar etkileyen. Hayat koşturmacası dediğimiz şeyin içinde tadını unuttuğumuz o özgürlük hissi. Hangi duyguyla başlarsam başlayayım, nefesimle, bedenimle bir oldukça tüm varlığıma yayılan,  geri kalan her şeyin önemini yitirdiği, her şeyin tastamam olduğu, ne kim olduğum ne de âlemdeki yerimin neresi olduğuyla ilgili tek şüphenin kalmadığı o hal. Kim neden yoga yapar bilmiyorum ama ben “o hal “ için yapıyorum yogayı.
Yoga yaparken o hale ulaşmak kolay, zor olan o hali yoga bittikten sonra hayatın içinde sürdürebilmekte. Biri sana senin “iyi” tanımının dışında kalan bir şekilde davranıp canını çok acıttığında, sen de onun canını deli gibi acıtmak isterken susabilmekte mesela. Ya da bir asanayı harika yaptığını düşünürken bir fotoğrafta, ya da camdan bir yansımada vücudunun şeklini görüp  asananın yanından bile geçmediğini fark ettiğinde hayal kırıklığına uğramamakta.  Düzgün çizilmiş yüz portrelerinin  yanı sıra Picasso’nun çizdiği yamuk yumuk yüz portrelerinin güzelliğini takdir edebilmekte.

Yoga yaparken kolay dedim de;  o hale de her yoga yaptığında ulaşıyor musun diye sorarsanız, hayır.  Bazı günler olmuyor, zihnime yenik düşüyorum, o BİRliği hissedemiyorum. O günlerde yaptığımız şey yoga olmuyor mu peki? Bence oluyor. Bence yoga o halin bile gelip geçici olduğunu anlayıp kabul ettiğimizde oluyor. Bize düşen; o hale varıp varmayacağımızı bilmesek bile her gün çabalamaya devam etmek. Sonunda eve ulaşacaksak yolu yürümekten gocunmak niye?