4 Aralık 2017

Tanrı'dan iyi haber

Ne bu haber acaba diye merak ediyor musunuz? İyi habere gelmeden o kadar da iyi olmayan başka şeyler anlatmam lazım önce.

(Öncelikle bu yazıya burcumda gerçekleşen Akrep yeni ayında başladığımı belirteyim. Dün dolunay olduğuna göre tam iki haftadır bir satır bile yazmamışım. Geç olsun güç olmasın diyerek yarım kalan yazımı tamamlıyorum şu anda.)

Her şey 19 Ekim’de gerçekleşen Terazi yeni ayında başladı. Hayatımın en mutlu olduğum dönemlerinden biriydi. Antalya’daki ilk yoga dersim bu yeni aya denk gelmişti. Daha önce Hindistan’dan başlamak üzere değişik yerlerde yoga dersi vermiştim ama bu seferkinin anlamı başkaydı benim için. Bu bir yoga stüdyosunda verdiğim ilk dersti. Üstelik bu stüdyo benim de 2 yıl boyunca düzenli öğrencisi olduğum yoga hocamın çok sevdiğim stüdyosuydu. Aynı gün Nepal’den gelen Türk hocaların verdiği bir meditasyon kursuna başlamıştım ve o akşam yeni ayı bir kirtanla kutlamıştık. Evet, kulağa inanılmaz geliyor, Antalya’da kirtan! Ertesi gün stüdyodaki bir hocanın gelememesi sebebiyle onun yerine bir ders verdim ki muhteşemdi. Ders bittiğinde kendimi o kadar iyi ve tatmin olmuş hissettim ki bunu yoga eğitmenliğini seçmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğime dair bir işaret olarak aldım. Sonraki sabah muhteşem bir manzarada uzun zamandır özlediğim hocamın yoga dersine katıldım. Ordan meditasyon kursuna gittim. Her şey çok ama çok güzel gidiyordu. Hayalini kurduğum yaşamı yaşamaya başlamıştım nihayet. Ta ki yeni ay sabahı dizimde hissettiğim küçücük rahatsızlık ciddi bir ağrıya dönüşene kadar. O akşam dizim şişmeye başladı. Sabah uyandığımda sağ dizim ve bacağım solun iki katı büyüklüğündeydi ve inanılmaz ağrıyordu. Zorlukla hareket edebiliyordum. Pazar günü olması sebebiyle acıya katlanıp Pazartesi bir uzmana gitmeye karar verdim. Dizime koyduğum buzlarla ağrımı hafifletmeye çalıştım. Fiziksel olarak ağrıyla uğraşırken zihnim başka bir şeyle meşguldü; 1,5 yıldır düzenli bir işte çalışmıyordum ve sigortam yoktu!

Ertesi sabah beni hastaneye götürmek için gelen arkadaşımın arabasına binmek üzere apartmanın merdivenlerinden inerken acıdan ağlıyordum. Arabaya binmek ayrı bir dertti. Dizimin kımıldamasına sebep olabilecek herhangi bir hareket gözümden yaş getirecek kadar büyük bir acıya sebep oluyordu. Büyük zorlukla ulaştığım ortopedist muayenesinde doktorun yaptığı “ İnsanlar neden spor yapıyor anlamıyorum; bugüne kadar bir tane bile sağlıklı sporcu görmedim!” esprisine gülerken bile acıdan kıvranıyordum. Dizimde artrit oluşmuş, minisküsüm yırtılmış olabilirdi, ya da gut hastasıydım. Gut hastalığı kan testiyle elendi, minüsküs için bekleyecektik, artrit için ilaç yazıldı. Arkadaşım ihtiyacım olan şeyleri ve ilaçlarımı alıp beni eve bıraktı. Böylece yattığım günler başladı.

Buraya küçük bir not düşmek istiyorum. Aynı dönem annem de diziyle ilgili bir problem yaşadığı ve yürümekte zorluk çektiği için durumu ona söyleyip üzmek istemediğimden durumdan haberi yok. Şu an bu satırları okuyorsan üzgünüm anneciğim, merak etme, iyiyim şimdi.

Salı sabah kalktığımda sol dizimde sağ kadar şişmişti ve hareket edemiyordum. Dizlerde buz, tuvalet ve yemek ihtiyaçlarını minimuma indirerek hiç kıpırdamadan yatıyor, dizi, film ne varsa izliyordum. Bir yandan da düşünüyordum, bedenimde neler oluyordu?

Sık hastalanan biri değildim ve hayatımın hiçbir evresinde bu tarz fiziksel acı yaşamamıştım. Acı eşiğimin yüksek olduğunu düşünürdüm (En azından o zamana kadar). Her türlü fiziksel hastalığın kaynağının -genetik olduğu söylenen hastalıklar da buna dahil- psikolojik olduğuna inanırdım(Buna hala inanıyorum.) Ne var ki bu görüşümü içinde bulunduğum durumla bağdaştıramıyordum o an. Olay olduğunda depresyonda filan değildim, aksine kendimi çok ama çok iyi hissediyordum.  Acaba bilinçaltımda “Çok güldük, aman başımıza bir şey gelmesin!” tarzı yanlış bir inanç mı vardı? Vücudun belli bölgelerindeki hastalıklar belli konulardan kaynaklanıyordu, dizler egoyla ilgiliydi. Acaba istediğim hayatı nihayet yaşayabildiğim için kibre mi kapılmıştım? Aklımdan bin bir türlü şey geçiyordu.

Ertesi gün dizlerdeki ağrı devam etmekle beraber dirseklerimde ağrımaya başladı. Bir şey giymek için kolumu kaldıramıyordum. Ağrı ordan el bileklerime geçti ve el parmaklarıma. Ağrıyı kemiklerimin derinliklerinde hissediyordum. Çatal inanılmaz ağır geliyor, kaldıramıyordum. Bileklerimdeki ağrı sebebiyle diş fırçalamak imkânsızlaşmıştı! Sanki bir güç bedenimin kontrolünü teker teker benden alıyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Normalde üzerinde hiç düşünmeden yaptığım günlük basit hareketler inanılmaz bir meydan okumaya dönüşüyordu. Yatakta sağdan sola dönmek, giyinmek, yemek yemek, yürümek, oturup kalkmak, tuvalete gitmek, dişini fırçalamak, yıkanmak…

Oldum olası mız mız, sürekli hastalanan ve bundan şikâyet eden insanlardan hoşlanmamışımdır. Bu insanlarla ilgili gözlemim; hastalıkları onları önemli biri yapıyormuşçasına sürekli hastalıklarından bahsetmeleri ve anlattıkça bundan adeta zevk alıyor gibi görünmeleri olmuştur.  Fazla hastalanmayan biri olarak empati kuramadığımdan etrafımda böyle biri olduğunda ilk tepkim uzaklaşmak olmuştur hep. Bu olay başıma gelince fark ettim ki; hastalık insanı gerçekten olumsuz bir psikolojiye sokuyor. Arkadaşlarım nasıl olduğumu sormak için aradıklarında ya da yazdıklarında verdiğim cevapları düşünüyorum da; acı, acı, acı, ağzımdan başka bir şey çıkmıyor! Sanki acı tüm benliğimi ele geçirmiş ve beni tamamen yok etmiş. Çok ama çok acıyor! Yaşadığımız acıların ne kadarı fiziksel ne kadarı psikolojik? İkisi arasında fark var mı? Yattığım süre boyunca hastalık ve acı üzerine düşünecek çokça vaktim oldu.

5 gün kıpırdamadan yattıktan sonra -aldığım ilacın etkisiyle olsa gerek- yavaş yavaş yürümeye başladım. Her zaman sağlığım için şükreden biri olmuşumdur ama böyle bir şey yaşadıktan sonra ettiğin şükür başkaymış gerçekten de. Hayatımızda sahip olduğumuz şeyleri (öncelikle sağlık) oldukça hafife alıyoruz. Sanki hiç hastalanmayacağız, sevdiğimiz insanlar sonsuza kadar bizimle beraber olacaklar ve en önemlisi sanki ölmeyeceğiz gibi yaşıyoruz! Hayatın bize süreli olarak verilmiş bir hediye olduğunu unutuyoruz sık sık. Hastalık gibi bir durum bunu hatırlatmada oldukça etkiliymiş, kesin bilgi yayalım!

Hastalık beden farkındalığımı çok farklı bir boyuta taşıdı. Acı sebebiyle yürürken dizimde, ayak bileğimde, ayak tabanımda, ayak parmaklarımda hangi noktaların harekete geçtiğini çok net biliyordum artık. Osho’nun bir sözü vardır, başınız ağrımıyorsa orda olduğunun farkına varmazsınız diye. Çok basit saydığımız bir şeyin gerçekleşmesi için ne çok şeyin bir araya gelmesi gerekiyormuş meğer. Ben de ne var ne yok farkına vardım bir bir.

Tam o sıralarda yakın geçmişimde kalmış birinden telefon geldi ve beni allak bullak etti. Hâlbuki ben bunu geride bıraktığımı sanmıştım, bırakamamışım. Öfkemin geçen zaman sebebiyle kırgınlığa, hayal kırıklığına ve üzüntüye dönüşmüş kırıntılarını duydum konuşmamda. İfade edemediğimiz her türlü duygu içimizde birikip bir şekilde dışarı çıkmanın yolunu araştırıp duruyor ya hayatımız boyunca, bu hastalığın sebebi de bu muydu acaba; dile getiremediğim duygularım. Ah bir de bu neden sonuç ilişkisinin dışına çıkamayan zihin var; mantıklı ve anlamlı bir çerçeveye oturtmak zorundayız her şeyi. Ben de dedektifim işte, bulmam lazım durduk yerde hasta oluşumun sebebini.

Günler geçtikçe dizlerimdeki ağrılar azalırken dirseklerimdeki ve ellerimdekiler artmaya başladı. Dizlerimin şişmesinden 2 hafta sonra bir sabah uyandım ki kenarında çıkan uçuk sebebiyle dudağım Angelina Jolie dudağı x 3, ellerim Trabzon somun ekmeği büyüklüğünde şiş! Sanki ellerimi cayır cayır yanan ateşe sokmuşum gibi yanıyorlar. O sabah içimden bir şeylerin dışarı çıkmak için çırpındığını hissettim. Hafta sonu olduğu için acile koştum hemen. Doktor anlattıklarımın romatizmaya benzediğini söyledi ve uzmana görünmemi tavsiye etti. O zamana kadar romatizmanın sadece yaşlı insanlarda görülen bir hastalık olduğunu sanırdım. Pazartesi fizik tıp ve rehabilitasyonun kapısındaydım. İltihaplı romatizmaya benziyor ama emin olmamız için test yapmamız gerekiyor dedi doktor. Kan verdim, röntgen ve MR çektirdim ve 2 hafta sonra çıkacak sonuçları beklemeye başladım.

O ara instagramdan bir mesaj aldım. Aslında mesaj yaklaşık bir ay önce gönderilmişte ben o gün gördüm. Yoga hakkında bir şey ararken profilime rastladığını ve ilkokul arkadaşı olabileceğimizi yazmış biri. Cevap verince anlaşıldı ki ilkokul birde beraber okuduğumuz bir arkadaşım. Sadece çocukluğunu bildiğiniz ve otuz küsur senedir iletişim kurmadığınız birine kendinizi nasıl anlatırsınız? Hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti resmen ona anlatırken; okuduğum okullar, yaptığım işler, gezdiğim ve yaşadığım ülkeler, evliliğim, boşanmam, hayatıma giren insanlar, her şey! Geçmişime bu şekilde dışardan bakmak çok güçlü duygular uyandırdı içimde.

Bileklerimdeki ağrı geçmese de -kullandığım ilaç etkisiyle olacak- ellerimdeki şişlik indi günler geçtikçe. Yoga derslerimi vermeye başladım tekrar. Dersten çıktığım bir Kasım sabahı hava o kadar güzel içim öyle mutluluk doluydu ki yürüyerek Konyaaltı sahiline gitmeye karar verdim.

Kulaklığımı takmış mutlu mutlu yürürken yolda iki kız yanıma yaklaştı. Yabancı olduklarını anladım, yol soracaklar herhalde diyerek çıkardım kulaklığı. İngilizce biliyor musun diye sordular, biliyorum dedim. Sana birkaç soru sormak istiyoruz dedi bir tanesi, buyrun dedim. Gelecek hakkında ne düşünüyorsun? Hoppalaaaa, şimdi bu da nerden çıktı diye düşündüm. Sence gelecek aynı mı, daha iyi mi, daha kötü mü olacak? Daha iyi olacağına inanıyorum dedim. Sence bu nasıl olacak diye sordu, sen dünyanın daha iyi bir yer olması bir şey yapıyor musun? Şöyle bir düşündüm, bunu yoga yoluyla yaptığıma inanıyordum, zaten bu yüzden bu mesleği seçmemiş miydim? Evet dedim. Kız ana fikri bütün dünya buna inansa, hayat bayram olsa ile John Lennon’un imagine şarkısı içeriğinde şeyler söylemeye başladı. Söyledikleri çok hoşuma gidiyordu zira gerçekten hayal ettiğim bir dünyadan bahsediyordu. Elbette konuşma ilerledikçe onun bir Yehova Şahidi olduğunu anlamıştım ama önemi yoktu benim için, önemli olan mesajın içeriğiydi. Sonra kız telefonundan bir uygulama açtı, ordaki takvimde içinde bulunduğumuz güne tıkladı ve “oku” dedi bana. Okumaya başladım; “İste ve istediğin sana verilecektir, ara ve aradığını bulacaksın, kapıyı çal ve kapı sana açılacaktır.” O an nasıl hissettiğimin tarifi zor gerçekten ama evrenin benimle konuşuyor olduğunu yüreğimde bildim. Ayrılmadan bana bir broşür uzattı, üzerinde “Tanrı’dan iyi haber” yazıyordu. Teşekkür ederek yoluma devam ettim ve gülmeye başladım, hem de sesli, kahkalar atıyordum. Hastalıktı filan derken hayatın ne kadar güzel olduğunu unutmuştum ve şükür ki hatırlatma gelmişti. Madem istediğim verilecekti ben de sıralamaya başladım. Hem de her zaman yaptığım gibi içimden değil, sesli olarak, söylediklerimi kendim de duyarak. İçerde tuttuğum yetmişti zira. İlk önce sağlığımı geri istediğimi tahmin etmişsinizdir. O gün güneşi Konyaaltı sahilinde mantralar söyleyerek batırdım, evrenin muhteşemliğini tüm varlığımda hissederek.

Birkaç gün sonra çekmecelerde bir şey ararken eski günlüklerimden birini buldum. Merakla okumaya başladım yazdıklarımı. 16 yaşındaki Serap’ın bilgeliği beni çok ama çok şaşırttı. Hayatın anlamını ta o zamanlar sorgulamaya başlamışım meğer. İlerde nasıl biri olacağıma dair müthiş bir merak duymuşum. Nasıl biri olursam olayım ama “sıradan” olmayayım yazmışım. Sıradan biri olup olmadığımı düşündüm.

Geçmiş ve gelecekle ilgili böyle güçlü ve duygu dolu deneyimler yaşarken tesadüf eseri Rus biriyle tanıştım. Sohbet ederken bir süre Moskova’da yaşadığımdan bahsettim. Bu konuşma beni o günler hakkında düşünmeye sevk etti. Moskova’da yaşadığım dönem hayatımın en buhranlı dönemiydi (Yogaya da o zaman başlamıştım.) O kadar büyük bir psikolojik acı yaşamıştım ki; sonrasında aynı Serap olarak kalamamıştım. O acı insan olarak bu dünyadaki varlığımı sorgulamama sebep olmuştu ve kendimle -gerçek anlamda- o acı sayesinde tanışabilmiştim. Elbette yaşadığımız her şeyin şu an olduğumuz insan olmamızda bir etkisi var ancak o dönem yaşadıklarım kişisel tarihimde bir milat olmuştu benim için. Bu hastalık süresince yaşadığım fiziksel acıyı düşündüm sonra, ikisi arasında hiçbir fark yoktu benim için; acı acıydı sonuçta. Bu da yeni bir dönüşümü mü müjdeliyordu acaba? Tanrı’dan gelen haber iyi miydi gerçekten de?

Not: Kan tahlilleri ve MR da hiçbir anormallik çıkmadı, doktor bunun neden olmuş olabileceğiyle ilgili bir yorum yapmadı…



18 Eylül 2017

Ayaklarını yere sağlam basmak


Bugün kendimi çok güçlü hissediyorum.

Sabah yoga yapmak üzere platforma doğru giderken dağın etrafını saran bulutları görünce büyülendim adeta. Hani kredi kartı reklamında diyor ya; “Paranın satın alamayacağı şeyler vardır... “, horozun ötüşüyle gözünü açıp uyanmak, dışarı adımını attığında ciğerlerinin çam kokusuyla dolması, doğanın her türlü haline, güneşin doğuşuna, batışına tanık olmak, rüzgârın ağaç yapraklarında oluşturduğu uğultuyu dinlemek, kuşların uçuşundaki zarafeti izlemek paha biçilmez.

Matıma oturup gözlerimi kapadığımda karşımdaki Tahtalı Dağı’nın heybetli görüntüsü asılı kaldı zihnimde bir süre. Pranamayayla başladım. Uzun süredir yapmadığımdan özlemişim, çok ama çok iyi geldi. Nefesin etkisiyle sessizlik yayıldı, her şeyin üzerini kaplayarak tüm ruhuma yerleşti. Yogayı BİRleşmek olarak tanımlıyoruz ya; o anda bu tanım kelimelerin ötesinde, zihinsel bir açıklama olmaktan çıkarak tüm hücrelerimde duyumsadığım bir var oluş haline geldi. Doğa nerede bitiyor, ben nerede başlıyorum belirsizleşti. Hem kuştum, hem ağaç hem de dağ. Evrendeki pek küçük, pek önemsiz olan varlığım hayatiydi aynı zamanda. Genelde bu haller pratiğin sonunda gelir bana ama bu sabah daha başlamadan benimleydi, şükürler olsun.

Ben gökyüzünde olanların yeryüzünü etkilediğini düşünenlerdenim, bu yüzden elimden geldiğince takip ediyorum yukarda neler olduğunu. Bu haftanın teması denge olunca ben de dengeyle ilgili güçlü bir pratik yapmaya karar verdim bu sabah.

Tek bacak üzerindeki denge pozlarında zorlanıyorum. Bugün savaşçı üçte dururken ayağıma takıldı gözüm. Kalçaların paralelliğini bozmadan vücudumun ağırlığını bir taraf üzerinde dengelemeye çalıştıkça ayağım büzülüyordu. Ayak parmaklarımı mümkün olduğunca aralayıp tabanımı tam olarak yere yerleştirmem gerektiğini biliyordum ama bu bilgi hiç mi hiç işime yaramıyordu o sırada işte. Ayağım büzülüp yere temas ettiği alan daraldıkça havalanıyor, o havalandıkça dengemi kaybediyor, dengemi kaybettikçe sinirleniyordum. İnat ettim, o ayağın üzerinde durulacak! Açtım parmaklarımı iyice, tabanımı yere sıkıca bastırdım. Ağırlık tüm bacağımdan geçerek ayak tabanıma doğru yayılmaya başladı. İçim çığlık çığlığa; daha fazla dayanamayacağım diye bas bas bağırıyor. Biraz daha dayan diyorum, sabret. Bir sınıra geldiğimi hissettim, ateş, öfke, yanıyorum! Sordum ne olacak dayanamazsan diye, öleceğim dedi! Kıpırdamadan durdum bir süre. Ayağımı diğerinin yanına koyduğumda cevap verdim; gördün mü bak, hiçbir şey olmadı, üstelik çok daha güçlüsün şimdi.

Yoga yaparken yaşanan aydınlanmalar sayısız. Geçen yıl işimden ayrılmak isteyip bir türlü ayrılamadığım dönemde yeni bir hocanın dersine gitmiştim. O dönem; tüm dikkatimi işimi ne kadar sevmediğime verdiğim ama ayrılmaya da cesaret edemediğim bir dönemdi. Arafta geçirdiğim 6 ayın sonunda tamamen paralize olmuş, hareket edemez hale gelmiştim. O gün derse benden başka giden olmadığı için hoca ne yapmak istediğimi sormuş, ben de güç odaklı bir ders yapmak istediğimi söylemiştim.

Bolca chaturangalı dersin sonunda hoca üç kere el üstü duruş yapacağız dedi. İlk ikisinde hocanın da desteğiyle sorunsuz şekilde durdum ellerimin üzerinde. Üçüncü seferde bugünün konusu “Dayanamayacağım!” çıktı meydana. Baş aşağı bir konuşmadır gidiyor; ne işin var ellerinin üzerinde, onlar vücudunun ağırlığını taşıyamaz ki, bak bak parçalanıyor omuzların işte, şimdi kafa üstü çakılacaksın! Tüm kelimeler beynime doğru hızla akın edip korku tüm vücudumu kaplamışken bir ses duydum; “Yeteeeeeeerrrrrr!”. Hocanın yardımıyla yere indikten sonra fark ettim ki; o ses iç sesim değil dış sesimmiş, bildiğin bağırmışım! Utançla karışık kahkahalara boğuldum. Hoca dedi ki; yoga yeter dediğimiz o noktadan sonra başlıyor işte.

Hayatta da böyle değil mi; buna dayanamam, şöyle olursa yaşayamam deyip duruyoruz. Sonra o şeylerin hepsi oluyor ve biz yaşamaya devam ediyoruz. En korktuklarımız olduğunda bile; sağlımızı kaybettiğimizde, kendimizi onunla tanımladığımız ilişkimiz bittiğinde, tüm birikimimizi yatırdığımız işimiz battığında, en sevdiğimiz aramızdan ayrıldığında… Yaşıyoruz çünkü her şey geçiyor ve hayat devam ediyor.


Bugün ki pratik sırasında kalçadan da bir şeyler çıktı, dayanamayacağımla başladı, ağlamaklı devam etti ve açılarak son buldu. Belirsizlik önümde uzanmış, zihnim Ajda’dan “Sardı korkular” söylemeye meyletmişken, bugün neden yoga yaptığımı çok iyi anladım bir kere daha…

1 Temmuz 2017

Gün 6 - Atın beni denizlere



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

Sabah 5.30 da uyandım. 3 gün kırmızı çadır 1 günde benim ihmalim derken 4 gündür yoga yapmadığım için bedenim biraz nazlandı; kalkmaya değil de yoga yapmaya. Bu sebeple rutinimin bozulmasından, günümün yogasız geçmesinden hoşlanmıyorum, zihin hemen bahane üretmeye başlıyor. O bahane üretse de ben aldırmadım. Saat altıydı matım yanımda olmadığı için yere ince bir havlu serip oturduğumda. Saatin erken olmasına rağmen hava sıcaktı. Shitali pranayama ile başladım. Ağzımın içine muhteşem bir serinlik yayıldı. Sessizce oturdum biraz. Kediler gibi gerinerek yavaş yavaş hareket ettirmeye başladım bedenimi sonra. Nasıl iyi geldi, sanırsın yüzyıllardır hareket etmiyorum. Güneşe selama durdum. İlk birkaç set vücudumun her yerinden katır kutur, çatır çutur sesler geldi, hiç alışık olmadığım bir durum. 6. Seti bitirdiğimde vücudum normale dönmüştü artık. Sonrasında bedenimi fazla zorlamadığım hafif bir akış yaptım ve sonlandırdım pratiğimi.

Yoga bitince önceki gün yazamadığım yazımı yazıp postaladım. Blogtaki yazıları okudum biraz. Kahvaltı, kahve keyfi yaptım. Dünden yarım kalan işleri bitirmem lazımdı ama pek bir gönülsüzümdüm, sağdan sola soldan sağa hiçbir şey yapmadan yuvarlanıp durdum öğlene kadar. Gönülsüzlük bahane değil Serap, bu işler yapılacak diye başımın etini yiyen sese daha fazla karşı koyamayarak öğlen filan demeden 12 de attım kendimi sokağa.

Bu sokağa çıkış anını nasıl anlatayım bilemiyorum. Şehir bir ejderhaymış, ben de fark etmeden adımımı ağzının içine atmışım meğer! Her nefesinde alevlerle beraber beni asfalta, binalara püskürtüyor sonra ağzının içindeki cehenneme geri çekiyor ve bunu tekrar tekrar yapıyor. Zihnimde bir şarkı çalmaya başlıyor, sıcak, çok sıcak, sıcak daha da sıcak olacak… Yürü Serap diyorum, az kaldı. Ton değişiyor, arabesk bir hal alıyor, Allah’ım neydi günahım??? İlan bastıracağım yere geliyorum, işimi bitirip çıkıyorum. Çözüm odaklı devam ediyor şimdi şarkı, atın beni denizlere… Hava 50 derece hissedilen 100! Nasılsa dışardasın diyorum, birkaç şey daha kaldı, ha gayret. Tüm işleri hallediyorum ama bayılacak hale gelmiş vaziyette zor atıyorum kendimi eve.

Burda bir parantez açmak istiyorum, kafamı çok uzun süre meşgul eden bir konu hakkında, yogadan para kazanmak. Hayatımı yogadan kazanmaya karar verene kadar zorlu bir süreç geçirdim. Teması;  ya yogayla ilişkim bozulursa! Ya para kazanma kaygısıyla yoganın felsefesine ters bir şeyler yaparsam. Ya yoga işim oldu diye eskisi gibi keyif alamazsam. Bu “ Ya…” lı cümleler uzayıp gidiyor. Zaten iş ve para kazanma konusunda nerden geldiğini bilmediğim bir takım yanlış inançlarım, önyargılarım var. İş keyif alarak yapılan bir şey olamaz, yaşamak için yapmaya zorunlu olduğumuz bir şeydir. İş sıkıcı bir şeydir. İşimden ne kadar sıkılırsam aldığım parayı o kadar hak ederim. Keyif aldığın şeyler ancak hobi olarak ve amatörce yapılır, para kazanılmaz.

Küçükken müziğe ilgim vardı, şarkıcı olmak istiyordum ama popüler müzikten hoşlanmıyordum. Şarkıcılık mesleğim olursa sağda solda duyduğum, hiç hoşlanmadığım ticari müziklerden yapmak zorunda kalacaktım çünkü benim hoşlandığım tarz müzik dinleyen çok az insan vardı ve bundan para kazanamazdım. O yüzden benim önce para kazanacağım, pek de hoşlanmadığım bir işim olacaktı, ordan kazandığım parayla da insanlar beğenir beğenmez kaygısı olmadan istediğim tarz müzik yapacaktım.

Bu zehirli düşünceler tüm hayıtımı etkiledi. Rehberlik gibi gezmeye, değişik insanlar tanımaya, yabancı diller konuşmaya olanak veren, karakterime uygun, sevdiğim bir meslek seçtim, eğitimini aldım ama bir türlü para kazanamıyordum. Yazın çok çalışıyor, kışın hiç iş bulamıyordum. Sürekli bir kaygı içindeydim. Bu kaygıya daha fazla dayanamadığımdan, “güvende olmak”  hissi altında, düzenli gelirimin olacağı bir iş yapmaya karar verdim. Dış ticaret yapmaya başladım. İlk yıllar çok iyi geçti. Maaşımı ne zaman alacağımı, ne zaman çalışıp ne zaman tatil yapacağımı biliyordum bu beni güvende hissettiriyordu. Dolayısıyla ofiste çalışmaktan hoşlanmadığım gerçeğini görmezden geliyordum. Yoga hayatıma girip gözümdeki perde yavaş yavaş kalkmaya başladığında buna daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Düşünmeye, araştırmaya başladım. Neler yapmaktan hoşlanıyordum, yeteneklerim nelerdi. Elbette yoga hayatımda başrolde olduğu için aklıma ilk yoga geldi. Neden yapmayı çok sevdiğim bir şeyden para kazanmayaydım? Böyle düşününce mantıklı geliyordu ama alttaki kayıtlar izin vermiyordu bir türlü.

Türkiye’de, yurt dışında etrafımdaki yoga öğretmenleriyle konuşmaya başladım. Sorduğum hiç kimsenin bu tarz kaygıları yoktu. Dönmeme az zaman kala Hindistan’dayken bana bir haller oldu. Korku tüm benliğimi sardı, işi gücü bırakıp bu uzun yolculuğa çıkmıştım da döndüğümde ne yapacaktım, ne olacaktı?  Güya doshamı öğrenmek için gittiğim ayurvedik doktora psikolog muamelesi yaparak ağlamaya başladığımda durumun vahametini kavradım. Seni bu kadar sıkan nedir diye sordu. Anlattım durumu, ne yapacağımı bilmediğimi, yogayla ilişkimin bozulmasından korktuğumu. Bana dedi ki; ben ayurvedayla ilgilenmeyi çok seviyorum. Bu kişisel bir meraktı benim için önceleri, ilgim çok fazlalaşınca iş olarak da yapmaya karar verdim. İyi ki de vermişim. Bu işim olunca onunla daha fazla vakit geçirmeye, hakkında daha fazla okumaya, araştırmaya başladım. Hem sevdiğim işi yapıyorum hem de para kazanıyorum, bundan daha doğal ne olabilir ki? Vatamın kontrolü ele geçirmiş olduğunu,  seyahatimi bir önce bitirmemi ve ülkeme dönerek yapmak istediklerimi yapmaya başlamamı önerdi. (Ben dinlemedim tabi, Tayland biletimi çoktan almıştım ve planımı bozmaya niyetim yoktu! ) Anladım ki; sorun yogadan ziyade benimle ilgili bir şeydi. Konu yoga değildi yani işti.

Neyse ki korkularım Türkiye’ye gelince geçti. Tüm işaretler işi bırakıp yogayı seçmekle doğru bir karar verdiğimi gösteriyordu. Her şey ben hiçbir çaba göstermeden,  tabiri caizse “akıyordu”. Tüm bunları neden anlattım şimdi ben? İlan filan bastırdım ya (Bu arada ben ilan hazırlamam gerekiyor diye düşünürken çalıştığım yerde kalmaya bir grafikçi geldi. Sağ olsun ben rica bile etmeden tüm dizaynı yaptı, benim akıl edemeyeceğim çok da güzel fikirler verdi.) yogadan para kazanacağım deyince ona “iş” olarak mı bakmak gerekir? İlan, reklam filan bunlar hala biraz garip geliyor bana. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz, benimle paylaşır mısınız sangha?


Günü toparlayacak olursak; Antalya’daki tüm işlerimi bitirdikten sonra havanın serinlemesini bekleyip akşam Çıralı’ya geri döndüm. Çıralı’da hayat varmış, Antalya’nın sıcağından sonra ilaç gibi geldi. Gece dışarda uyumaya karar verdim ve köşklerden birinin tepesindeki yatağa yattım. Yıldızları izledim uzun uzun. Evren o kadar büyük ve sonsuz ki, bu oluşumdaki varlığımız o kadar küçük ve önemsiz ki, kendimize dert edindiklerimiz pek bir manasız kalıyor. Varlığım üzerimi kaplayan gök kubbeye emanet, huzurlu bir uykunun kollarına bıraktım kendimi bu kavrayışla…

30 Haziran 2017

Gün 5 – Home sweet home



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

5.Günden üzülerek bildiriyorum sangha, bugün yoga yapmadım. Sabah 5.30 da uyanmama rağmen Antalya’ya gideceğim için yoga işine girişmedim hiç. Erkenden çıktık yola. 90 kilometrelik Çıralı- Antalya yolu 1 saat sürdü,  indiğim yerden evime olan 10 kilometrelik yol da.  İtiraf: şehri hiç özlememişim! Sabah olmasına rağmen hava cehennem gibi sıcak. Eve girer girmez girmez balkona koştum çiçeklerim kurumuş mu diye, kurumamışlar çok şükür. Ektiğim pek çok fesleğen tohumundan biri çıkmış, diğerleri de ardından gelecek ümit ediyorum. Köklensin diye suya bıraktığım birkaç dal fesleğen vardı, onlar köklenmiş iyice, diktim hemen. Kahvaltımı ettim. Liste hazırladım kendime; alınacaklar, yapılacaklar diye ikiye ayırarak. Malum fazla kalmayacağım. Yanıma alacağım eşyaları çıkardım dolaptan.

Ben çok şanslı bir insanım. Aslında şans ve tesadüfe inanmıyorum bir süredir. Gözlemime göre; bir şeye niyet ettiğimizde, bir şeyi yürekten istediğimizde evren onun gerçekleşmesi için her şeyi yapıyor. Misal, yurt dışından dönüp, ailemi ziyaret edip Antalya’ya geldikten sonra döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. Böylece Türkiye’deki ilk dersimi vermiş oldum. Sonra Çıralı’ya gittim. Bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekâna. Burası yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yerdi. Orada ders vermeyi önerdim. Çok sevindiler, kabul ettiler ve beklemeye gerek yok hemen başla dediler. İçinde sadece birkaç parça eşyamın olduğu sırt çantasıyla gittiğim bu mekânda kalıyordum 10 gündür. Artık evime gideyim de eşyalarımı getireyim deyip geldim Antalya’ya bugün.

İşleri halletmek için dışarı çıktım. Apartmanın yanına manikür pedikürcü açılmış. Uzuuuun zamandır ihmal ettiğim el ve ayaklarıma bakıp gelin bir kıyak çekeyim bugün size dedim. İçeri girince bir baktım benim sürekli gittiğim manikürcü orda! (Başka bir yerde çalışıyor normalde). Dükkânın asıl sahibi bayram sonrası memleketine gidince ona rica etmiş dursun diye. Bir yıldır buralarda olmadığımdan konuştuk uzun uzun. Yogadan bahsedince çok ilgisini çekti, bir sürü soru sordu, cevapladım. Bundan böyle takas usulü çalışacağız, o manikür yapacak ben de yoga dersi vereceğim ona :)

İşlerin bir kısmını halledebildim garip bir hal oldu çünkü. Para çekeceğim, bankamatik arızalı, alacağım şeylerin olduğu dükkân kapalı, ilan bastıracağım yerde ilgili kişi yerinde yok filan. Yapabildiklerimi yapıp döndüm eve kendime gelmem bir saati buldu, hava o kadar sıcak.

Tayland’ta beni bir ay misafir eden arkadaşım Türkiye’ye gelmiş, onunla buluşup yemek yedik. Bir proje var beraber gerçekleştirmek istediğimiz onun hakkında konuştuk. Bana bilgisayar baktık. Teknolojiye o kadar uzağım ki; sırf ne alacağımı bilmediğim için artık prize takılı olmadan çalışmayan kırık bir aletle iş görmeye çalışıyorum. Gönül rahatlığıyla istediğim yerde yazabileceğim yeni bir alet hayalindeyim uzun zamandır. Arkadaşım baktıklarımızı beğenmeyip bir de internetten araştıralım dedi. Emektardan yazıyorum hala anlayacağınız.

Sonrasında ben eve gitmek istedimse de kendisi izin vermedi. Arkadaşlarıyla buluşacakmış sen de gel diye tutturdu. Biz artı iki kişiyle başlayan grup büyüdü de büyüdü. Grup bir zamanlar aynı yerde çalışan insanlardan oluştuğu için bolca iş konuşuldu. İtiraf 2: turizmi hiç özlememişim! Eskidendi, eskidendi, çoook eskiden diyeceğim zamanlar ben de turizmde çalışırdım. Eğitimini aldığım asıl mesleğimin bu olmasına rağmen o kadar bıkmışım ki, sohbetlere katılasım bile gelmedi.

Gün raporuna gelecek olursak; yoga yok, bolca sıcaktan bunalma, düzensiz ve aşırı yemek, 2 bira. Yargıç Serap diyor ki; otur yerine SIFIR! Ben de diyorum ki; şefkat göster azıcık, olur arada öyle…

28 Haziran 2017

28 Gün Yoga – Gün 4 Merhaba Sangha



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

Merhaba Sangha, ben Serap. Bu mecradan haberdar olduğumda birinci turun yarısıydı sanırım. O zamandan beri sessiz takipçisiyim bloğun. Büyük hevesle, hiç birini atlamadan tüm yazıları okuyorum. Hızımı alamadığımda dönüp geçen yıl yazılanları okuduğum bile oldu. (Misal Pınar’ın blogu) Fikir harika, bende katılmak istedim ama hem yarıdan başlamak istemedim hem de ilk turda yazanların sadece shadow yoga yapanlar olması sebebiyle topluluğu shadow yoga yapanlara özelmiş gibi algıladım. Böylece bir sonraki turun yapılacağından habersiz, ilk yeni ayda her gün günlüğüme yazmak suretiyle kendi başıma yapmaya söz verdim. 2. turun başlamasıyla baktım sangha büyüyor, meydan da boş atıverdim işte kendimi. İlk üç günü günlüğüme yazmıştım ve buraya aktarmayacağım. 4.günden selam olsun hepinize.

İtiraf ediyorum sangha ben iflah olmaz bir Defne Suman hayranıyım. Kendisine hayran mektubu yazmışlığım bile var. Kulağa çok iddialı gelecek ama onun bloğuyla karşılaştığım gün hayatım değişti, gerçekten söylüyorum bunu. 1 ay içinde tüm bloğu baştan sona okudum. 2014 senesiydi. 2 yıl önce yurt dışında başladığım yoga derslerine Türkiye’de devam etmeye karar vermiş ancak kafama göre bir yer bulamamıştım. Ben de evde kendimce yapmaya çalışıyordum. Bir yandan yoga hakkında bulduğum her şeyi okuyordum. Defne’nin bloğu hayatımda çok sevdiğim şeylerden biri olan yazıyı yogayla birleştiriyordu. Üstelik insan hallerine dair çok güzel tahliller yapıyordu. Okuduğum her yazıda kendimi buluyordum, sanki beni anlatıyordu. Yalnız olmadığımın farkına varıyordum. Okuduğum her yazıyla ben de yazmak için ilhamla dolup taşıyordum. İşte o dönem karar verdim blog açmaya ve çok düzenli olmasa da yazıyorum o zamandan beri.

Yine o dönem, okuduklarımın etkisiyle başladım her sabah erken kalkıp yoga yapmaya. O zaman düzenli bir işte çalışıyordum. (1 Yıl önce istifa ettim o işten) 7.30 da servise binmem gerekiyordu. Ben de 5.30 da uyanıyor, yogamı yapıyor, hazırlanıp servise biniyordum sonra. Hatta bazen akşam işten döndükten sonra da yapıyordum. Yogayla aşk yaşadığımız muhteşem bir dönemdi hayatımda. Dolayısıyla her gün erken saatte kalkıp yoga yapmakla ilgili bir sıkıntım yok, o disiplin oturdu geçen 3 yılda. Benim bu 28 gündeki birinci niyetim her gün yazmakla ilgili daha çok. Yazmayla ilgili başka bir grup ta oluştu sanki burda. Ben Murat Gülsoy’dan (ya da başka birinden) ders almadım hiç yazmakla ilgili ama ben de o gruba dahil olabilir miyim merak ediyorum.

Yoga benim hayatımda inanılmaz bir dönüşüme vesile oldu. Yoganın ne muhteşem bir şey olduğunu anladığım ilk zamanlar (sanki Amerika’yı keşfetmişim gibi!) büyük bir hevesle etrafımdaki herkesi bu coşkuya dahil etmek istemiştim. Olmadı tabi. Sonradan fark ettim ki bu çok kişisel bir yolculuktu. Başka birinin seni davet etmesiyle katılabileceğin bir şey değildi. O dönem hayatımdaki bazı kişilerle yollarımız ayrıldı ve yalnız devam ettim yoluma. Yolun yalnız yürüneceğini biliyorum ama şimdi başka bir şey fark ediyorum, sanghanın önemini. Yolu yalnız yürüyecek olsak bile aynı yolu seçmiş kişilerle bir arada olup destek verebiliriz birbirimize. Ne demişler; BİRlikten kuvvet doğar!

Yoga bir kere hayatınıza girince ihtiyacınız olmayan, hoşlanmadığınız şeyler duramıyor hayatınızda ve bana müsaade deyip çıkıyorlar arka kapıdan. Bu bugünden yarına olan bir şey değil, zaman alıyor elbette. Yine de 5 yıl önce Moskova’da girdiğim ve tek kelimesini anlamadığım ilk Rusça yoga dersinde yoga için işimi bırakıp evimi kapatacağımı, Hindistan’a gideceğimi, yoga eğitmeni olacağımı ve ilk dersimi Hindistan’da vereceğimi tahmin edemezdim.

Herkesin yoga eğitmeni olduğu bugünlerde ben de çiçeği burnunda bir yoga eğitmeniyim. Kendim için eğitmen, öğretmen tanımını kullanmayı biraz iddialı buluyorum. Sonuçta hayatını yogaya vakfetmiş, yıllardır yoga yapıp bunu bir iş değil hayatının bir parçası haline getirmiş öğretmenler dururken bu kadar kısa sürede kendime öğretmen demek terbiyesizlikmiş gibi geliyor. Bildiklerimi paylaşıyorum diyorum ben de. Bildiklerim de aldığım 200 saatlik eğitmenlik kursundan gelmiyor. Yoganın insanın hayatında nasıl değişimlere yol açtığının kanlı canlı örneğiyim. Söylediğim hiçbir şey kitaptan okuduğum basmakalıp bilgiler değil. Hepsi birinci elden kendi deneyimim. Bu sebeple içim rahat diyebilirim.

Yoga herkes için midir? Defne’nin bu konuda yazdığı pek çok yazı var. Yoganın sadece hak edene verilmesi gereken kadim bir bilgi olduğunu sık sık tekrarlıyor. Ben de buna büyük oranda katılıyorum. Yine de yoga eğitmenliğini seçmemdeki temel motivasyonum yoganın gerçekleştirdiği dönüşümden mümkün olduğunca çok insanı haberdar etmek diyebilirim. Ben söyleyeyim de kişi kendine uygunsa bunu alıp içselleştirsin, değilse zaten çıkıp gidecektir diye düşünüyorum.

28 gün için ikinci niyetim iyi bir yoga eğitmeni olmak için elimden gelen her şeyi yapmak. Bunu yaparken de bilinçaltımda yer etmiş “sevdiğin işi yaparak para kazanamazsın” ön yargısından kurtulmak. Bu önyargımın temelleri çok derin ve çok çektim bunun yüzünden. O da başka bir yazının konusu olsun.

Oldukça uzun bir giriş oldu, gelelim mevzuya. Bugün 4. Gün ve kırmızı çadırın 3. Günü. Açık olmam gerekirse regl olunan günlerde yoga yapmamam konusunda beni uyaran hiçbir öğretmenim olmadı bugüne kadar. Sadece ters duruşlar yapmayın dendi. Ben de ters duruşlardan kaçınarak yaptım hep yogamı regl olsam bile. Bu toplulukta çokça vurgulanması sebebiyle bundan sonra ben de yapmamaya karar verdim. Deneyip vücudumdaki etkilerini gözlemleyeceğim.


Sabah 5’te uyandım. Yoga yapmayacağım için yürüyüş yapmaya karar verdim. 5.30 du kamptan ayrıldığımda. Güneşin doğmaya yüz tuttuğu o büyülü zamanda ışıklarının vurduğu dağ alev alev yanıyordu. Öyle bir renk cümbüşü vardı ki kelimeyle tarifi imkânsız. Gözümü kapayıp saygı durdum güneşe. Devam ettim sonra yoluma. Baktım kafamın içinde kelimeler yazıyor da yazıyorum. Baygın hanımeli kokularının yasemin kokularına karıştığı o an Sanghaya katılmanın kararı verildi. Bir buçuk saat kadar yürüyüşün ardından 7.30 daki dersime hazırlanmak üzere döndüm. Biraz nadi sodhana yapıp sessizce oturdum. Öğrenci gelmedi. Ben de mutfağa geçip patatesli yumurta yaptım. Kahvaltı yapıp bayram bitimi kamptan ayrılanları uğurladık ve işte karşınızdayım. Şimdilik benden bu kadar. Tanıştığımıza mutlu oldum sangha, iyi ki varsınız…

21 Haziran 2017

Aylak Yaşam

Bugün işimden istifa edeli tamı tamına bir yıl oldu. Ne çok şey oldu bu bir yılda! Hayatımı kökten değiştirecek bu kararı verdikten kısa bir süre sonra, birilerinin ülkede darbe girişiminde bulunmasından tam bir saat önce, olacaklardan habersiz, New York’a gitmek üzere olan bir uçaktaydım ben. Evet, uçağım bir saat geç olsaydı gidemeyecektim Amerika’ya. Bunu doğru yolda olduğuma ve orda bulunmam gerektiğine dair bir işaret olarak aldım.

Moskova’da başladığım, Antalya’da devam ettiğim yogalı hayatım Yenidünyada devam etti. Her ne kadar Hindistan yoganın beşiği olsa da Amerika dünyada en kaliteli yoganın yapıldığı yer sanırım. Santa Fe gibi küçük bir şehirdeki stüdyo sayısına hayret ettim. Bizde “yaşlı” (hem de oldukça) tabir edilecek öğrencilerin derslerde ceylan gibi sektiklerini görünce şaşkınlığım daha da arttı. Yoga burda insanların hayatına oldukça entegre olmuş bir şeydi. Öyle ki; süpermarkette bile yoga yapılıyordu! İlk iki hafta aç gözlülükle tüm stüdyoları, stilleri, öğretmenleri denedim. Sonraki 3 aysa sadık bir şekilde, gönlümü fetheden vinyasa derslerine katıldım.

Amerika’ya gidişimden 1 yıl önce yapmış olduğum Hindistan seyahatinde daha uzun süre kalmak üzere döneceğim diye söz vermiştim. Sözümü tutma zamanı gelmişti. Oldukça maceralı geçen Albuquerque- Delhi uçuşu sonrası doğru dürüst dinlenmeden kendimi yoganın başkenti Rishikesh’e attım. Burası adım attığınız her yerde, yoga, meditasyon, reiki, her türlü spritüal öğretiye dair ders alabileceğiniz, Himalayaların eteklerinde, Ganj nehri kenarında küçücük bir kasaba. 1 ay süren oldukça yoğun bir kurs sonrası yoga eğitmenlik sertifikamı aldım. Kurs bitince başka öğretmenlerle derslere devam ettim.

Önceki seyahatimde kurmuş olduğum bir bağlantı sayesinde Rajastan’da bir otelde ders vermeye başladım. Kim derdi ki bir gün yoga eğitmeni olacağım ve ilk dersimi de Hindistan’da vereceğim! Hayat tahmin edilebilir, planlanabilir bir şey değil kesinlikle!

Hindistan’da olup ashram hayatını deneyimlememek olmazdı. Rotamı güneye çevirip Sivananda Yoga Vedanta Dhanwantari Ashram’a gittim. Programı oldukça disiplinli olan bu ashramda geçirdiğim günler hem bedenimde hem de ruhumda değişimlere yol açtı.

Sonrasında Hindistan’ın değişik bölgelerine yaptığım gezilerde aldığım ve verdiğim yoga dersleri yine devam etti. Uzun soluklu seyahatim son durağım olan Tayland Phuket’te geçirdiğim ayla son buldu.

Yurda dönüş zamanı yaklaştığında ne yapacağımla ilgili kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı ve 10 ay sonra ülkeye döndüm. Ailemi ziyaret ettikten sonra evime gelip yerleştim. Döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. İşaretler devam ediyordu…

Türkiye’de verdiğim ilk dersin sonunda öğrenciler gelip beni kucakladı. Eve dönüş yolunda tarifi zor duygular içindeydim, şükranla dolup taşıyordum. O an hayatımda yaptığım hiçbir işte böyle bir tatmin duymamış olduğumu fark ettim. Kesinlikle doğru yoldaydım.

1 yıl sonra hayatımda ne değişti? Çok şey! Bir kere giden kişiyle aynı kişi değilim. Korkularıma teslim olmayı bıraktığımda hayatın benim için harika sürprizler hazırladığını ruhumun derinlerinde hissediyor, hatta biliyorum artık.


Bu satırları size Aylak Yaşam Kampı’ndan yazıyorum. Neresi orası derseniz; burası Çıralı ’da, bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekân. Yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yer. Dün bir teklifle geldim, meğer onlar da beni bekliyormuş J Dünya Yoga Günü’nde duyurmuş olayım, bundan böyle burdayım. Davetlisiniz; Aylak Yaşam ailesi olarak hepinizi yoga yapmaya bekliyoruz...

26 Mayıs 2017

Yurda Dönüş

İki hafta oldu yurda döneli. İstanbul’a iner inmez doğrudan ailemin yanına geçtim. Anneme yapmayı planladığım sürpriz elimde patlamış bulunmakta. Yolda olduğum zamanlar çok endişelendiğini bildiğim için geleceğim tarihi tam bildirmemiş, Anneler Günü’nde yanında olacağım gibi yuvarlak bir şeyler söylemiştim. Anneler Günü’ne daha iki gün var ve ben eve ulaşıyorum ama o da ne; kapı duvar, kimsecikler yok. Uzun süre yurt dışında olacağım için hattımı kapattığımdan telefonum çalışmıyor. Kapıda öylece kalakalıyorum. Sonrası mahalleyi ayaklandırma, anneme telefonla ulaşma, şehir dışında oldukları için kilidi kırarak eve girme filan.

Şimdi evin içindeyim ama zihnimde ne zamandır canlandırdığım hasret dolu kavuşma gerçekleşmiyor ne yazık ki. Bir tam gün süren bol aktarmalı yolculuğum sebebiyle oldukça yorgunum ama boş durmuyorum; yorgunluk dışında nasıl hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Hiç gitmemiş gibiyim! Aynı eve 10 ay önceki ziyaretimden farklı hissetmiyorum, sanki valizimi alıp bir kaç gün sonra Amerika’ya gideceğim, her şey aynı.  Memleketi özlemiş miyim diye tekrar bir yokluyorum kendimi; yok, sanki giden ben değilmişim, hep burdaymışım. Özlediğim şeyler var elbet; gelir gelmez ekmeğe yumulup yarım kalıp tam yağlı Edirne beyaz peyniriyle hatırı sayılır miktarda siyah zeytini mideye indiriyorum. Uzun zamandır hasretini çektiğim kokteyl domatesleri yiyorum iştahla. Sonra uyuyorum. Gece geç vakit annemlerin geldiğini duyuyorum ama açamıyorum kendimi.

Sonraki günler mutlak bir aile saadetiyle geçiyor. Eş, dost soruyor nasıl onca zaman sonra geri dönmek diye: bilmem diyorum, pek bir fark yok gibi. Bahar en sevdiğim mevsim. Bahçedeki güller ve hanımelleri coşmuş, bahçe sınırlarını aşıp sokağa taşmış durumda, kokuları inanılmaz. Hava serin hala, akşamları yorganla yatıyorum. Hattım açılır açılmaz hemen kitap siparişi veriyorum. Defne Suman’ın ben Hindistan’dayken çıkan son romanını okumak için sabırsızlanıyorum ve üniversiteden arkadaşım Özgecan’ın yayınlanan romanını okuyacağım için heyecanlıyım. Bunun dışında Amerikalı bir arkadaşın tavsiyesi iki kişisel gelişim kitabıyla beraber bir de roman alıyorum, Middlesex.

Bahçede ekim zamanı gelmiş. Bahçeyi kazıyorum, domates, biber, patlıcan fidelerini özenle dikiyorum, öyle bir haz alıyorum ki yaptığımdan hafızama not düşüyorum; toprakla daha fazla haşır neşir ol Serap! Bahçedeki kayısı ağacının üzeri pıtırak gibi meyve. Kirazlar, elmalar, armutlar dallarında olgunlaşmayı bekliyor sabırla.  Olgunluklarına yetişemeyeceğim diye üzülüyorum biraz.

Ev bana hoş geldin demek için gelen komşuların getirdiği eriklerle dolup taşıyor. Öyle yiyor öyle yiyorum ki sanırsınız kıtlıktan çıkmışım. Baharın benim için anlamı yeşil erik kesinlikle! Sonra bir de çekirdek var -baharla alakasız-  hani İzmir’de çiğdem dediklerinden, yeryüzüne en büyük armağanlardan biri bence. Biz de çekirdeğin anavatanı Trakya’danız değil mi, o kadar sevgimiz de olsun kendisine.

Gece gündüz kitap okuyorum; onlar, yüzler derken bini geçen sayfalar su gibi akıyorlar gözlerimin önünden. Öyle güzel âlemlere dalıyorum ki; tarifi imkânsız! 10 ay boyunca İngilizce kitaplardan başka bir şey okumayan gözlerim bayram ediyor adeta. Ruhum anadilinde okumaya aç kalmış, çok ama çok özlemişim!

Sonra Antalya’ya geliyoruz, ailecek. Gece geç vakit girdiğimiz evde alelacele yatakları yapıp yatıyoruz. Sabah uyandığımda Türkiye’ye geldiğimden beri ilk kez bir şeyler hissediyorum: yabancılaşma! Burası benim evim değil sanki yadırgıyorum çok. Bunda tüm kişisel eşyalarımın kolilerde olmasının büyük etkisi var elbette ama sadece o değil sanki. Şehirde hem de şehrin tam merkezinde yaşadığımı unutmuşum mesela. O kadar gürültülü geliyor ki tahammül edemiyorum. Yoldan geçen otobüslerin sesleri, okuldan gelen çocuk çığlıkları, camiden okunan ezan, apartmanın içinden gelen sesler. Hâlbuki burda yaşarken ne kadar sakin gelirdi bana, daha önce rahatsız olmamıştım hiç. Geçirdiğim 10 ayı düşünüyorum; birkaç günlük istisnalar dışında şehirde kalmamışım ki hiç. Hep doğanın içinde, insan sayısının sınırlı olduğu köy ve kasabalarda geçirmişim vaktimi.

Aslında ilk şoku Hindistan’dan sonra gittiğim Phuket’te yaşamıştım. Tam bir köyden indim şehre modundaydım. Bol ışıklı caddeler, alışveriş merkezleri, lüks arabalar, lüks evler, şık restoranlar, kesintisiz elektrik ve internet. İnsanların refah içinde yaşaması inanılmaz garibime gitmişti. Şehirde yaşamaya hiç alışamayacakmışım gibi gelmişti, üstelik Phuket bir şehir değildi.

Şu an yaşadığımsa daha başka bir yabancılaşma. Her şey çok eski görünüyor gözüme, hepsini atıp kurtulmak istiyorum, her şeyi yenilemek, sıfırdan başlamak! Yine de bir yandan temizleyip yerleştiriyorum eşyaları. Evin darmadağın halini gördükçe kaçmak geliyor içimden. İlk giden uçağa atlasam ve başka bir ülkeye atsam kendimi hemen şimdi.

Ben kurtulmaya çalıştıkça daha bir yapışıyor sanki yakama eski. Neyi atmaya kalksam annem “ Aa atma lazım olur belki” diyor. Lazım olur belki! Hep gelmeyecek bir geleceğe hazırlık, korku, yoksunluk duygusu, hayata güvenmeme. Neden bu kadar biriktirdiğimi daha net görüyorum şimdi, armut ağacın dibine düşüyor hep. Gerçi son 5 yılda bayağı mesafe kaydettim bu konuda. Yine de gitmeden önce attığım onca şeye rağmen bu kadar eşyanın nerden çıktığında akıl sır erdiremiyorum. En zoru kitaplara veda etmek ama bir 20 tanesinden daha vazgeçiyorum bu sefer.

Ev biraz toparlanınca başka duygular geliyor sonra. Antik müzik setini mutfağa koyup TRT3 radyosunu açınca mesela. Tanıdık, ılık bir şeyler. İçim balkona oturup yazı yazma isteğiyle doluyor, tıpkı eski günlerdeki gibi. Karşı koymuyorum, yazma zamanı gelmiş demek ki. 10 ayda yazı yazacak çok vaktim vardı ama olmadı bir türlü, dilediğimce yazamadım. Yazmak için sadece zaman yeterli olmuyor, insanın rutine de ihtiyacı var sanırım en azından benim var; günün belirli bir zamanı, sevdiğin bir ortam (benim evimde balkon orası), kahve…

Annem içerden seslendi az önce: “Ne yapıyorsun o kadar zamandır orda sen?” diye. Yazıyorum dedim. Ne yazıyorsun diye sordu, yazı dedim, blog için. Hayal kırıklığına uğradı; bende özgeçmiş hazırlıyorsun, işe gireceksin sandım dedi. Hala düzenli bir işe gireceğimi umut etmekten vazgeçmiyor.

Antalya semalarının ağladığı şu andan sonra ne olacak bilmiyorum. Tek bildiğim; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

9 Mart 2017

Uzuuuun Bir Özet - Udaipur, Neyyar Dam, Varkala, Amritapuri


Bir ayı geçmiş buraya yazmayalı! İstemiyorum arayı bu kadar açmayı ama gezerken olmuyor bir türlü. Kafandakileri toparlamak daha önemlisi toparladıklarını yazıya geçirmek için insanın alana ve zamana ihtiyacı var. Mobil hayat rutini sekteye uğratıyor büyük ölçüde.


Udaipur

Bu zaman zarfında neler oldu neler. Jaisalmer’den ayrıldıktan sonra Udaipur’a geçtim. Hindistan’da gördüğüm diğer hiçbir şehire benzemeyen bir yer, çok ama çok sevdim.








Şehre gelince sadece 2 gün ayırdığım için baya üzüldüm. Uçak biletimi almamış olsaydım tren biletini yakıp daha uzun süre kalacaktım ama öyle bir lüksüm olamadı ne yazık ki. Udaipur’dan trenle Delhi’ye geçtim, gece orda kalıp sabaha karşı Trivandrum’a uçtum.


Sivananda Ashram, Neyyar Dam

Trivandrum’a varmamla birlikte iklim değişti anında, kıştan yaza geldim adeta. Ortam tropik, biraz Tayland’ı hatırlattı. Trivandrum’dan Sivananda ashramının bulunduğu Neyyar Dam’a gitmek üzere bindiğim otobüste Şubat ayını beraber geçireceğim Kanadalı Sarah ile tanıştık.
Ashram başlı başına bir postu hak ediyor kesinlikle, ayrı olarak yazacağım onu. Ashramın bulunduğu yer doğa olarak inanılmaz güzeldi.

Ashrama gitmek uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi ve bana katkısı büyük oldu. Bedenim 1 aylık yoga eğitmenlik kursunda göstermediği değişimi 17 günlük ashram yaşantısında gösterdi.

Varkala

Ashramdan Varkala Beach gibi bir yere gidince karanlık çağlardan medeniyete geçmiş gibi oldum. Bu sadece ashram hayatıyla ilgili bir şey de değildi. Kuzey Hindistan’da yaşam çok daha tutucu, olanaklar sınırlı. Varkala oldukça turistik bir yer. Kolsuz ve kısa şeyler giyebilmek, alkolün her yerde satıldığını görmek (Yine de gazeteye sarılı olarak geliyor ve şişenin masa altına saklanması gerekiyor. Hatta bir yerde çaydanlıkla servis ettiler!), batılı tarzda yiyeceklerin sınırsızlığı ve her yerde gözüne gözüne  sokulan deniz ürünleri. Turistik yerleri sevmediğim bir gerçek ama 3,5 ay sonra böyle bir rahatlığa kavuşmak beni inanılmaz mutlu etti. Varkala’ya ulaştığımda tam 7 aydır deniz görmemiş olduğumdan kumsalı öpesim geldi. Duyduğum deniz kokusu beni cennete taşıdı resmen. 7 ay sonra ilk kez Antalya’yı, evi özlediğimi hissettim.

Tüm turistik yerler birbirine benzer ya, Varkala’yı biraz Side’ye biraz Kemer’e, bizim oralardaki turistik kasabalara benzettim çok. North Cliff üzerindeki dükkanlar, deniz ürünü satan restoranlar, masaj salonları, barlar. Hindistan’da rock bar gördüm ya ölsem de gam yemem. Her gece bir mekanda canlı müzik var, harika değil ama malum koyunun yokluğu keçiye Abdurrahman Çelebi dedirtiyor. Deniz oldukça temiz ama günün her saati dalgalı. Dolayısıyla şöyle gönlünce bırakamıyorsun kendini, sürekli bir tetikte olma durumu. Turistlerin denize bikiniyle girmesi garip karşılanmasa da yerliler kıyafetleriyle giriyor, erkekler de donlarıyla. Sabah akşam yapılan pujalar (Dua ritüeli) nedeniyle sahil inanılmaz kalabalık oluyor.

Hava çok sıcaktı. Sabahları erken, akşamları gün batmadan denize gittim, yoga yaptım. Bütçem yettiğince deniz ürünlerinin tadına bakıp masaj yaptırdım. Ashram hayatında özlediğim yemeklerden yedim bol bol (Hindistan’da yediğim pizzaya en yakın şey Varkala’daydı.) Akşamları çarşıda yürüdüm, canlı müzik dinledim bazı akşamlar. Geldikten 3 gün sonra Sarah’da yanıma geldi, 3 gün de onunla kalıp Amma’nın ashramına gitmek üzere yola çıktık.

Amritapuri - Amma’s Ashram

Ben bloglardan birinde Kollam’dan ashrama devletin işlettiği feribotların olduğunu okumuştum. Trenle Kollam’a gittik önce. Limana gidince öyle bir feribot yok, turist botları var dediler.  Tahminimizin üzerinde bir rakam istediler. Ben zaten bot turu yapacağız diye o parayı vermek istemedim, Sarah da bana uymak zorunda kaldı. İstedikleri paranın 10 da birine otobüsle gittik ve 3 saat daha erken ulaştık.

Amma’nın ashramı inanılmaz büyük. 2000 kişinin kaldığı zamanlar oluyormuş. Backwaters la deniz arasında doğa olarak inanılmaz muhteşem bir yerde. Konaklamanın yapıldığı binalar 15 katlı, ashramdan çok otele benziyor daha çok. Akşam 5 teki oryantasyon programına katıldık.  Önce bize 20 dakikalık bir video izlettiler Amma’yla ilgili. (Amma anne demek) Amma 9 yaşından itibaren insanlara yardım etmeyi hayatının amacı haline getirmiş. Bunu insanları kucaklayarak yapıyor. Şu ana kadar tam 34 milyon kişiyi kucaklamış. Hiç ara vermeden 17 saat boyunca insanları kucakladığı oluyormuş! Videoyu izlerken insanları nasıl kucakladığını görünce göz yaşlarıma hakim olamadım. Tanımadığı birini değil de sanki canından bir parçayı kucaklıyormuş gibi kucaklıyordu her bir insanı. Kucaklananların kimi gözyaşları içinde kimi inanılmaz mutlu bir halde ayrılıyordu yanından. Kucaklanmak için saatlerce beklemek gerekiyormuş. Bunu ilk duyduğumda kim kucaklanmak için o kadar bekler diye düşünmüştüm ama videoyu izlerken insanın böyle sevgiyle kucaklanmak için yapamayacağı şey olmadığını hissettim. 

Elbette organizasyon kucaklamayla sınırlı kalmamış, yıllar içinde inanılmaz büyümüş ve dünya çapına ulaşmış. Dünyanın her bir köşesindeki afet durumlarında milyonlarca dolar bağışlayabilecek duruma gelmiş. Aynı zamanda Hindistan’daki kadınları eğitmek, ülkenin temizliği, geri dönüşüm gibi bir sürü konuda faaliyet gösteren bir dernek gibi işliyor ve Amma sürekli Hindistan’ı ve dünyayı dolaşarak insanlara ulaşmaya çalışıyor. Video bittiğinde gruptaki herkesin gözleri ağlamaktan ıslanmıştı. Sonrasında 10 yıldır ashramda yaşayan Çek rehberimiz ashramı bize tanıttı.

Programdaki etkinliklerin hiç birine katılmak mecburi değil, zaten Amma olmadığı için sabah 4.50 de ve akşam 8 de yapılan toplu ilahi söylemeden başka bir şey yok programda. Yoga dersi de yoktu. (Meditasyon, yoga sadece Amma ordayken oluyormuş.) Asram yemekleri fiyata dahildi ama pizza, burger, omlet, kahve, meşrubat ve baharatlı Hindistan atıştırmalıkları-yemekleri gibi pek de sağlıklı olmayan pek çok yiyecek oldukça ucuza satılıyordu. Çok güzel kekler vardı J Sivananda gibi oldukça disiplinli, sadece satvik yemeklerin olduğu bir ashramdan gelince burası bize pek ashram gibi gelmedi. Herkes kafasına göre takılıyordu. 2 gece kalmayı planlayarak gitmiştik ama Sarah ertesi gün ayrılmak istedi, ben de olur dedim.

28 Ocak 2017

Biraz Şefkat Lazım Bize

Tek ihtiyacımız biraz şefkat. Derdi anlaşılmak, benim derdim de aynı ama anlaşamıyoruz bir türlü. Köprü üstündeki iki inatçı keçi gibiyiz; o ben geçeceğim dedikçe olmaz, ben geçeceğim diye diretiyorum. Aklımızla yaklaşmaya çalıştıkça uzaklaşıyoruz birbirimizden…

İstediği öyle akıl almaz ki benim için kabul etmeme imkan yok, baştan reddediyorum. Değil tartışmaya, konuşmaya bile tahammülüm yok, oluru yok, mümkün değil, kestirip atıyorum! Sanki içimde biri daha var, o sadece izliyor ve tepki verdiğimi görüyor, biliyor. İzleyenle uğraşacak gibi değilim hiç şimdi, canım çok yanıyor. Sözleri bıçak gibi saplanıyor içime, konuşmaya devam ettikçe derine daha derine gidiyor, yarama dokunuyor. Yaramın farkındayım uzun zamandır aslında ama ne zaman açılmış, neden açılmış bilmediğimden iyileştiremiyorum bir türlü.

Küstahlığını yabancı oluşuna veriyorum. Sonuçta farklı coğrafyalarda doğup farklı kültürlerde büyümüşüz, değer yargılarımız farklı doğal olarak. Eğer Türk olsa bir daha asla görüşmem diye geçiyorum içimden. Modern bir insanım, farklılıkları olgunlukla karşılıyorum filan hikaye oluyor, bildiğin milliyetçi kesiliyorum! Diyor ki; “İstediğim normal bir şey burada, neden böyle davranıyorsun? “ Bizim orda hiç normal değil diyorum. Sizli bizli oluyoruz birden. Kısa zaman öncesine kadar çok yakın olduğumuzu hissederken yıldızlar kadar uzak olduğumuzu hissediyorum şimdi. İki taraf haline geliyoruz, sanki düşmanız birbirimize.

Kafamın içi “Bana bunu nasıl yapar!” “Hakkımda nasıl böyle düşünür!” cümleleriyle dolup taşıyor. Dünyanın en mağdur insanıyım ve davamda yüzde yüz haklıyım. Haklı olduğumu duymak, onaylanmak istiyorum hemen. Şimdi bir arkadaşımı arasam, durumu anlatsam, arkadaşım “Aman bırak,  adam deli herhalde!” dese, rahatlasam. Yapmıyorum, sorunun ikimiz arasında olduğunun farkındayım en azından, üçüncü şahısları karıştırmaya gerek duymuyorum. Yatıp uyuyorum.

Sabah uyandığımda gönderdiği mesajı görüyorum. O da üzgünmüş, dün geceki tartışma için, özür diliyor. Kalbim yumuşar gibi oluyor ama ağzımdan kötü bir şey çıkar korkusuyla cevap vermek istemiyorum hemen. Dün geceki davranışımı bir gözden geçireyim, neden o kadar celallendiğimi önce kendim bir anlayayım, günlüğüme yazayım sonra e-mektupla ona durumu açıklarım diye karar veriyorum.

Birkaç saat sonra başka bir mesaj geliyor. Aynı isteği detaylandırıp, katmerlendirip tekrar yollamamış mı? Gözlerime inanamıyorum, dalga geçiyor olmalı benimle! O kadar sinirlerim bozuluyor ki kahkahayı yapıştırıyorum ve artık daha fazla konuşmamıza gerek yok diyorum. (İzleyen sırra kadem basmış çoktan, ara ki bulasın!) Karşımdaki boş durur mu, suçlamaya geçiyor hemen, sen zaten şöylesin, böylesin diye saydırıyor. Şimdi onun yarası konuşuyor, biliyorum. Neyse ki talimliyim. Canı acıdığında ortalığı yakıp yıktığına şahit olmuşluğum var birkaç kez, oyuna gelmiyorum. Öyle olduğumu düşünüyorsan yapacak bir şey yok diyorum, hayatta başarılar.

Diyorum demesine de, içim içimi yiyor. Biraz yoga yapsam iyi gelir mi ki acaba? Yoga yapmak için fazla duygusal bir durumda olduğumu bilsem de oturuyorum matımın üstüne. Isınma hareketlerinden ilkinde göğsümü sola çevirir çevirmez gözyaşları süzülüyor gözlerimden, göğüs kafesimde sıkışmışlar gibi. Hay Allah, ne yapmalı? Gözyaşlarım dinene kadar bekleyip devam ediyorum.  Devam ettikçe drama kayboluyor yavaş yavaş, geniş bir alan açılıyor içimde. Oturuyorum sonrasında. Hayal meyal da olsa olaya dair düşünceler süzülüyor zihnimin derinliklerinde.

Üzgünüm. İkimizde kafalarımızdan çıkıp ortak bir noktada buluşamadığımız için,  kendimizi koruma içgüdüsüyle söylemek istemediğimiz şeyler söylediğimiz için üzgünüm. Gökyüzü üzüntüme eşlik etmek istercesine gri. Çok seviyorum böyle havaları, üzüntümü gönlümce yaşayabilirim şimdi.

Dün gece olan biteni anlamak istiyor bir yanım. Hemen Defne Suman’a koşuyorum. Her insanda insanlığın bütün halleri var ya; bloğu açıp hallerden hal beğeniyorum kendime. Fazla uzun sürmüyor aradığımı bulmam. Okudukça rahatlıyorum, oh be, sadece ben değilmişim böyle hisseden. Yalnız olmadığımı, senin, benim, tüm insanlığın ortak ıstıraplara sahip olduğunu görmek iyi geliyor. Bu kadın bana inanılmaz ilham veriyor. Varlığına şükür edip dışarı çıkmak üzere hazırlanıyorum.

Kulaklığımı takıp yürümeye başlıyorum. Rikşalar, sebze meyve satan satıcılar, rengarenk sarileri içindeki kadınlar. Sahi, ben Hindistan’daydım değil mi? Unutmuşum üzülürken; üzüntünün ülkesi olmaz çünkü. Kaleye doğru yürüyorum bilmem kaçıncı kez ve hiç sıkılmıyorum bu tekrardan. Bugün bambaşka bir gözle görüyorum etrafımdakileri çünkü. Mekân aynı olsa da bakan gözler aynı değil hiçbir zaman.

Kalenin içindeki evleri, giysi satan dükkânları, kitapçıları, kafeleri, sarayı, tapınakları izliyorum hayranlıkla. Sonra bir şarkı çalıyor ve ah diyorum, nasıl da severdi bu şarkıyı. Ona karşı bir şefkat yayılıyor içimden, kızgın değilim artık hiç. İkimizin de ihtiyacı olan bu şefkati o anda gösterebilseydim ya!  Öyle hızlı olmuyor o işler, içerde küçük bir kız çocuğuyum hala biliyorum. O küçük kız çocuğunu anladıkça, sarıp sarmaladıkça büyüyorum yavaş yavaş. Şefkat duydukça daha iyi anlıyorum; Amerikalı-Türk, erkek-kadın, yaşlı-genç olsak da insanız hepimiz…

23 Ocak 2017

My Mind and Me - An Attempt to Write in English

It’s time; time to write. I didn’t write for days. Does it count to write to my diary? Maybe doesn’t. I am waiting for some inspiration. In Turkish we have the term of “Inspiration angel.” Seems like my angel is far far away from me…

Feels like something is missing but I know that isn’t.  Here I sit, trying to write, at the same time watching the pigeon at the balcony which is eating leaves of the flower, kites fly on the sky. While people are sharing snow photos and freezing in my country, I sit outside. Sun is burning my face but a light breeze cools it down. There is nothing that I have to do. Everything is just perfect.

Problem is we are not used to do ‘nothing’. Seems like we programmed to do something every single moment that given to us. God forbid if we have little bit spare time! We don’t know what to do with it, feel uncomfortable. What would you do on your spare times; read, write, watch, walk, wait for inspiration? Is there a term of ‘doing nothing’ on your dictionary?

I am not at ease and I think I know why. We are used to live on our comfort zones. Sometimes I am brave enough to get out of there. I quit my job not so long ago to do the only things matters to me; like travelling, yoga, and writing. It is incredible how quick human beings are adapting to new conditions. It is a blessing and a curse at the same time. I am about to leave the place which have been home for me over a month and here I am again, realizing the new comfort zone that I created for myself in a short time. I know it is time to leave. I am excited about the new places I’ll see still feel uncomfortable about leaving it.

There are long term issues too. My mind is full of thoughts; wants to be sure about the things which can’t be sure of. Life is unpredictable, right? That is the beauty of it but tell about it to my mind.  I don’t know if I’ll be alive next moment but he wants to calculate years of later. How to avoid be slave of him; meditation, yoga? Oh yeah, now I understand why is it like that, didn’t practice yoga for two days. He never misses the chance.

What if I come to the moment? Nothing is wrong with this moment and this moment is the only thing that counts on our lives. I can be aware of the things around me. Rickshaw noises and horns are coming from the street, Coldplay is playing at background, imam is calling for pray from mosque, and here pigeons come back again to balcony. Ray of sun comes on the knife on table and reflects to the wall, painting of whirling dervish enlightens immediately. 


This is my first writing in English. My mind is worrying about grammar and everything, I don’t give a damn. It is such a perfect day…

10 Ocak 2017

Gadisar Gölü’nden Evrene Yolculuk

Bugün bir garip haller var üzerimde, evrenin sırrına ermiş gibiyim. Göle gitmek üzere otelden çıkıyorum. Dilimde bir şarkı “ Hey hey, I saved the world today, everybody’s happy now, bad thing’s gone away...”

Beş dakikaya varıyorum göle, güneşin batmasına var biraz daha. Oturmayayım diyorum yürüyeyim biraz. Tozlu yoldan gölün diğer tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Hemen biri Namaste diyerek yanıma yanaşıyor,  gençten bir çocuk. Nasılsın muhabbetinden sonra bir restorandan bahsediyor, ilgilenmediğimi söyleyerek yoluma devam ediyorum. Gölün etrafındaki envai çeşit kuşu izliyorum hayranlıkla, gözüm yükseklerde. Yerdeki pembe çiçekler dikkatimi çekince çömeliyorum, o kadar küçük, o kadar narinler ki, çöl gibi yerde nasıl yerden bitmişler şaşıp kalıyorum. Renkleri inanılmaz canlı. Aynı çocuk yanıma geliyor yine. Ne kadar zamandır burdasın diye soruyor, 3 hafta diyorum. Kısa süreli gelen turistlerden olmadığımı anlıyor. Nerde kalıyorsun diye soruyor, söylüyorum. Otelin sahibinin adını söylüyor, küçük yer tabi, herkes birbirini tanıyor. Birkaç soru daha soruyor, cevaplıyorum sıkılmadan. Gözüme oturacağım bir yer kestirip çocuğa dönerek kusura bakmazsan kendimle kalmak istiyorum biraz diyorum, tabi deyip gidiyor hemen.

Oturuyorum taşın üstüne. Batmaya başlayan güneşin renkleri boyuyor gölü boydan boya. İçimde tarifsiz bir huzur var. Uzun zamandır kafamda soru işareti olarak duran bir mevzunun cevabı net olarak karşımda hem de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, malum olmuş gibi. Hani geleceği kimse bilmiyor ya; o an geleceği görüyorum sanki. Ah diyorum, nasıl da yormuşum kendimi bunca zaman düşünerek, içime baksaymışım ya, işte orda duruyor! İzliyorum; gölü, batan güneşi, kuşları, gölde tekneyle gezen insanları, içimi…

Şarkı değişiyor, caza dönüyor, My funny Valentine… Mırıl mırıl mırıldanıyorum. Şarkının her bir notası bedenimde titreşiyor, ordayım, tarifi imkânsız olan o yerde. Yürümeye başlıyorum tekrar, güneşi tam karşıda batıracağım o noktaya doğru. Oturuyorum varınca. Kordan dev bir top karşımda, onun karşısında da dolmaya meyletmiş ay duruyor. Sevdalı iki âşık birbirine bakıyor, ben onlara bakıyorum, bakışıyoruz. Batan gün ne güzel…

Güneş gözden kaybolunca dönüş yoluna geçiyorum. Tapınaktan gelen sesler yolumdan çeviriyor, yönümü değiştiriyorum. Girişteki köpek yavrusunu görünce eğiliyorum yere. Öyle zayıf ki, kemikleri sayılıyor. Aç olan bedeni değil de ruhuymuş gibi sevmeye başlıyorum, başını okşuyorum. Gözlerimin ta içine bakıyor sanki ruhumu görmek istiyormuş gibi. Ben de onunkilere bakıyorum, tanışıyoruz sanki önceden.

Tapınağa doğru yürüyorum, çan ve ilahi söyleyenlerin sesi çınlıyor dört bir yanda. Din, dil önemsizleşiyor, herkes aynı yaratana dua etmiyor mu sonuçta? İçim ilahi duygularla dolup taşıyor. Tapınağın önünde duran bir adam elindeki kovadan göle bir şeyler fırlatıyor. Yaklaşınca adamın attığı şeyi yakalamaya çalışan kocaman balıkları fark ediyorum.


Göle yansıyan grubun rengi, kuşlar, balıklar, köpekler, insanlar, çan sesleri, dualar. Evrene canlı bağlanıyorum…