19 Mayıs 2014

Maraton mu Yüz Metre Koşusu mu?

Şu an huzur doluyum. Aylak yaşam kampında oturmuş sade kahvemi içiyorum. Radyoda Ah İstanbul'un Hüsnü Şenlendirici yorumu çalıyor. Aslında başka bir şey yazmak niyetiyle oturmuştum ama kafam başka  yerlere gitti şimdi. Bir şarkı, bir koku, bir görüntü bazen nerelere götürebiliyor insanı, inanılmaz. Hayat küçük küçük anların toplamı olsa gerek, böyle zamanlarda daha çok hissediyorum bunu.

Geçen gün katıldığım eğitimde eğitmen sordu, hayat maraton mudur yoksa 100 metre koşusu mu? Herkes bir şeyler söyledi. Beni en çok henüz yaşı çok genç olan delikanlının yanıtı etkiledi. "Hayat monotondur. (Maratonu monoton mu anlamıştı acaba?) Her gün işe gidiyoruz uzun saatler çalışıp eve geliyoruz. Bu yüzden hayatımız monoton. Sonra evleneceğiz, çocuklarımız olacak. Yaşlanıp emekli olduğumuzda tor torun bakacağız, sonra da öleceğiz ." dedi. Bu insanın genç yaşında yaşadığı bu yılgınlık ve umutsuzlukla ilgili ne hissedeceğimi bilemedim. Üzülsem mi acaba? Ama halinde bu duruma karşı rahatsızlık hissettiğine dair bir iz de yok. Ona göre hayat böyle bir şey ve bu da çok doğal gibiydi sanki. Sonra hissettiğim şeyi buldum, merak! Çok merak ettim, hayat hakkında düşledikleri bunlar mıydı gerçekten? Belli bir sırayla hayatı yaşamak. Yapılacaklar belli, dolayısıyla kafa yoracak, kafayı karıştıracak bir şey yok, öylece yaşayıp gidecek. Böyle bir hayatın yılgınlık ve umutsuzluk verici olduğunun tamamen benim fikrim olduğunu fark ettim. Ah bu ben! Her düşündüğümün mutlak doğru olduğu yanılgısına ne sık düşüyorum.

Peki, ben neler düşünüyordum hayat hakkında O'nun yaşındayken? Onun yaşındayken değil de, çocukken mesela hep kendimin çok farklı ve özel biri olduğunu düşünürdüm. Büyüdüğümde ünlü bir şarkıcı olacaktım. Herkes beni tanıyacak bana hayran olacaktı, her istediğimi yapabilecektim. Bir de doktor olma hayalim vardı, ameliyatlar yapacak insanların hayatlarını kurtaracaktım. Mutlaka önemli biri olacaktım yani. Daha da önemlisi; ne olursam olayım kesinlikle etrafımdaki insanlar gibi "sıradan" olmayacaktım.

Zaman ilerledikçe hayatımın diğer insanlarla aynı çizgide gittiğini fark ettiğim anlarda bile fikrim değişmemişti. Bir müzik aleti çalmak istiyordum mesela. Eline aldığı her müzik aletini kendi kendine öğrenip çalan abimin aksine ben bir türlü beceremiyordum. Ama olsun diyordum, Jimi Hendrix'te çok geç yaşta başlamış gitar çalmaya ama harika bir gitaristti. (O sıralar, nerden bilmiyorum Jimi Hendrix'in 21 yaşında gitar çalmaya başladığı duymuştum. 21 yaşında ve hala gitar çalmayı öğrenebileceği umudu taşıyan biri uydurmuştu herhalde.) Umudu elden bırakmıyordum hiç. İstenilen şeyleri gerçekleştirmek  için çok çalışmak gerektiği gerçeğini görmezden geliyordum. İstiyordum öyleyse olacaktı, başka yolu yoktu.

Okuldan mezun oldum, çalışmaya başladım ve evlendim. Klasik bir Türk kızı yaşamasam da aşağı yukarı herkesin yaptıklarını yaptım ben de. Ne müzisyen oldum ne de doktor. Yaşım ilerleyip ünlü olmanın pek de matah bir şey olmadığını anladığımda hayal kırıklığım azaldı. İnsan olmanın yaptığın meslekle alakalı olmadığını öğrendim. Bülent Ortaçgil bir şarkısında diyor ya; "İyi meslek yoktur, işini iyi yapan insanlar vardır." diye, gönülden katılıyorum.

Hatta sizle de paylaşmak isterim. Geçen gün ikamet adresimi değiştirmek için nüfus müdürlüğüne gittim. Sabah 8'di, içerde bir kaç kişi vardı, yeni açmışlardı. Sıra alayım mı diye sordum. "Kimse yok ki hayatım, gel yapayım işlemini." dedi kırklarında bir abla. Ülkemde devlet memurları tarafından azarlanmaya alışmış her insan gibi ben de çok şaşırdım. Oturdum karşısına. Tayland'an aldığım bileklik ve küpeleri işaret ederek "Takıların çok güzel." dedi, teşekkür ettim." Biz kadınlar böyleyiz takıya düşkünüz işte ama napalım, tek lüksümüz bu. Sanki tatile mi gidebiliyoruz, aldığımız iki küpe bir yüzükle mutlu oluyoruz işte" dedi. Aslında bir şikayet dile getiriyordu ama bunu öyle içten gülümseyerek yapıyordu ki, sanki dünyadaki güzelliklerden bahsediyordu. Çok hoşuma gitti bu tavrı. İşini bitirince " İşlemin bitti Serapçım, öpüldün hayatım." dedi bana. İnsana mutlu olmak için fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını hissettiren bu güzel kadın sayesinde binadan yüzümde kocaman bir gülümsemeyle çıktım. Doktor değildi, hayat kurtarmıyordu, ünlü değildi ve kimse O'nu tanımıyordu ancak işini iyi yapıyordu ve daha önemlisi insanları gülümsetebiliyordu.

Hayat baştan sona tek bir doğru üzerinde ilerleyen bir şey olarak değerlendirilirse sonuç hüsran olabilirmiş gibi geliyor. Oysa her günü bir 100 metre koşusu olarak düşünürsek tökezleyip düştüğümüz zamanlar ayağa kalkmak daha kolay. Performans günden güne değişebilir. Her insanın hayatında kendini daha iyi ve daha kötü hissettiği zamanlar olur. Bu zamanların sürekli olmadığının farkına varmak  hayatı keyifle yaşamanın anahtarıymış gibi geliyor. Her yeni gün yeni bir umut ve kim bilir ne sürprizlere gebe.

Ben bu sefer yapmam gerekeni değil yapmak istediğimi yaptım. Çıralı'dan sevgilerle...

17 Mayıs 2014

Planlarımız ve Hayat

İşte güzel bir gün daha. Pazartesi de tatil, ballı kaymak yani. Gel gör ki zaman ve para pek zorlu bir ikili, birinin varlığında diğeri ortadan kayboluyor, nedendir bilinmez.

Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlermiş. Ben bu ayı nasıl geçireceğim diye dertlenirken bir de baktım arabanın sigortası bitmiş, muayene zamanı gelmiş. Sanayiye götürdüm, bir dünya masraf da orda çıktı filan derken mali olarak göçtüm. Şu an ciddi olarak mali durumumu düşünmem gereken bir durumdayım yani. Peki, ben ne yapıyorum? Çıralı'ya gitme, yoga kampına katılma planları. Hatta daha da ileri gidiyorum, arabayı satıp Hindistan'a gitsem nasıl olur acaba? Eski Serap olsa çıldırırdı, değişim bu olsa gerek.

Hayatta yaşadığımız şeylerin ne kadarı bizim kontrolümüzde? Dün bir arkadaşımla konuşuyorduk. Arkadaşım yaklaşık 1 yıldır işini, yaşadığı şehri ve medeni durumunu değiştirme planları yapıyor. Bunları hangi sıralamayla ve ne şekilde yapacağına dair gayet net olan fikirlerini uzun zamandır anlatıyordu bana. Dün baktım dağılmış durumda. Küçük kızının ağzından çıkan tek bir cümleyle her şey değişmiş, düşündüğü akış, sıralama yerle bir olmuş. Diyor ki; bir kere, hayatımda bir kere de bir şeyler planladığım gibi olsun.

İsteğini çok iyi anlıyorum. Yakın zamana  kadar ben de hayatının kontrolünün tamamen kendinde olduğunu düşünen çılgın insanlardan biriydim ne de olsa. Bu fikrim ne zaman değişti? Bangkok'ta yaşama planları yaparken kendimi Moskova'da bulduğumda mı? Tüm ömür boyu süreceğini düşündüğüm evliliğim bittiğinde mi? Annemin kanser hastası olduğunu öğrendiğimde mi? Bilmiyorum.

Hayat harika bir öğretmen. Derslerimizi öğrenmemiz için gereken olayları birer birer çıkarıyor karşımıza. İçinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamızın başka bir yolu yok çünkü. Sürekli aynı şeyleri yaparak değişik sonuçlar elde etmek imkansız gerçekten de, tecrübeyle sabit.

İşte yine o yol ayrımı, isyan ya da kabullenme. Çok sevdiğim bir ifade var; "Everything happens for a reason" ya da "Sebepsiz kuş uçmaz". Hangi dilde veya nasıl söylendiğinin pek bir önemi yok. Teslimiyet inanılmaz bir rahatlama sağlıyor insana. Elbette o zor durumun içindeyken bunu hemen kavramak kolay olmuyor. Ama acı biraz azalıp da dışarıdan bakabildiğinde insan daha iyi görüyor bazı şeyleri. İşte o zaman "İnsan" oluyor insan.

Peki tüm bunlardan çıkardığımız ana fikir ne? Çıralı'ya gitmek ya da gitmemek, işte bütün mesele...

15 Mayıs 2014

Spread The Love

Yıllar önce bir eğitimde duydum bu sözü ilk defa. Hayır, kişisel gelişimle ilgili bir eğitim değildi, İngiliz bir tur operatörünün biz Türk rehberlere verdiği bir eğimdi. Belli ki biz Türk rehberler olarak nasıl tur yapacağımızı bilmiyorduk, bize öğretilmesi gerekti. Bakmayın siz böyle küçümser gibi söylediğime, hepimiz can atıyorduk o operatörle çalışabilmek için. Ayrıca genele baktığımızda hiç de haksız sayılmazlardı, piyasada rehber diye dolaşan tipleri düşününce müşterilerine rehberlik edecek kişileri eğitmek istemeleri gayet normaldi. Ne de olsa çok değerli "Repeat Customer" dı söz konusu olan, "Eğitim şarttı."

Eğitimde yapacağımız turların içeriği, bu turları ne şekilde yapacağımız, oteli nasıl kontrol edeceğimiz, şikayet olursa müşteriye -müşteri değil o "misafir"- nasıl davranacağımız anlatılıyordu. Tur programı içinde köydeki bir evde konaklanan bir bölüm vardı; misafir, ülkedeki gerçek yaşama dokunsun kabilinden. (Açık söyleyeyim turizm sebebiyle ziyaret edilen bu tarz köylerdeki evlerin sahipleri aç gözlü olurdu çoğu zaman. Neden onun evine değil de komşu eve gittin diye kızar, küser,  laf atar dururdu. Hatta iki ev sahibinin birbiriyle kavga ettiğine bile şahit olmuşluğum vardır. Paranın gözü kör olsun!) Neyse işte, kadın "Biz turdaki bu bölümü yaparken bölge halkının kalkınmasını da amaçlıyoruz, bu sebeple hep aynı eve değil değişik evlere gitmeye özen gösteriyoruz, siz de turlarınızda ev olsun, restaurant olsun aynı yerlere gitmeyin." dedi ve ekledi "Spread the love!"

Size bahsetmek istediğim bu bağlamda bir sevgiyi yayma değil elbette. Sevgi nasıl yayılır? Öncelikle içimizdeki sevginin farkına varmamız gerekir değil mi? Peki nasıl farkına varılır? Ben içimdeki sevginin farkına nasıl vardım? Pek de kolay olmadığını söyleyebilirim.

Benim genel farkındalığım beni şok eden bir olay yaşamamla başladı. (Belki  daha sonra bahsederim o olaydan da.) Şoka verdiğim ilk tepki kendimi sorgulamak oldu. Şimşek hızıyla kendimi sorguladım ve kararımı verdim, bende bir sorun vardı. Evet, bende kesinlikle bir sorun vardı. O gün hayatımda ilk kez psikologa gittim. Ağlamaktan yüzüm gözüm şişmiş,burnum tıkalı, salya sümük ağlamaya da devam ediyorum üstelik, kelimenin tam anlamıyla berbat durumdayım. Psikologsa anamı, babamı, tüm ceddimi sorguluyor, yaşım, işim, medeni halim. Öfkeden kadının boğazına yapışacağım, ne önemi var şimdi tüm bunların. Bende bir sorun olduğu olduğuna kanaat getirmemdeki şimşek hızı psikologa da sirayet etti ve o dakika teşhisi koyuverdi. Modern bir kadın olmama rağmen annemin yaşadığı yaşamı sürdürmeye çalışıyormuşum. Hoppalaaa, buyur burdan yak. Delirmek üzereyim. O kadar canım yanıyor ki tarifi imkansız, hayatta öyle bir acı yaşamamışım. Olayı bir psikologa anlattığımda yaşayacağımı düşündüğüm rahatlamadansa eser yok.

Lafı uzatmayayım, beni tanımadan, dinlemeden beş dakikada teşhis koyan bu Psikolog Hanım'dan pek bir fayda görmedim. Zaten 3.seanstan sonra da bıraktım gitmeyi. Kitaplara verdim kendimi sonra. Bu insan denen ne menem bir şeymiş diye doymak bilmeyen bir merakla okudum da okudum. Okudukça gördüm ki ben yıllardır olduğumu zannettiğim kişi değilmişim. Hatta neredeyse tam tersiymişim olduğumu zannettiğim kişinin. Böylece başlamış oldu insanlığımı, sınırlarımı, davranışlarımı, duygularımı, düşüncelerimi sorgulama serüvenim.

Anladım ki; insan bir kere sorgulamaya başladığında artık eskiden olduğu - ya da olduğunu düşündüğü- kişi olarak kalması imkansızmış. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi tartışılır elbette. Kişinin iki seçeneği var bu aşamada: acı çekmemek uğruna sorgulamayı bırakmak veya ne pahasına olursa olsun hakikatle yüzleşmek. Yapılan tercih doğru-yanlış, iyi-kötü olarak olarak değerlendirilebilecek bir şey değil bence, kişi için vakit gelmiş veya gelmemiş denebilir en fazla belki. Hayatımda genel tavır olarak zoru seçmeye meyilli bir insan olduğumdan (kim bilir hangi bilinçaltı kaydım sebebiyle) ikinci yola baş koydum o ayrımda ben. Yol uzun, yol zorlu, yol ancak mezarda bitecek, farkındayım ancak yaptığım seçimden mutluyum.

Bu yolda benim için en önemli ve en şaşırtıcı keşiflerden biri aslında kendimi sevmediğimin farkına varmam oldu. Kabullenmek kolay olmadı elbet. Çünkü ben kendimi çok sevdiğimi düşünürdüm hep o zamana kadar, hatta diğer insanlardan da fazla. Hayatta yalnızca ben varmışım gibi yaşardım, her şeyin sebebi bendim. Tüm dünyam kendim üzerine kuruluyken kendimi sevmemem mümkün olabilir miydi? Ne yazık ki gerçek öyle değilmiş. Her başarısızlığımda, koyduğum mükemmellik kriterlerine uymayan her hareketimde, insan ilişkilerinde yaşadığım her sorunda kendimi acımasızca eleştiriyor, yargılıyor ve cezalandırıyormuşum. Meğer kendimi sevmememden kaynaklanıyormuş huysuzluğum, hırçınlığım, uzlaşmaz tavrım. Kendini sevmeyen başkasını sevebilir mi hiç? Sonradan anladım.

Bunun farkına varır varmaz ilk iş kendimi kabul ettim, olduğum halimle, öylece yani. Doğru bildiklerini yaparak hayatta kalmaya çalışmış bir insandım sadece. Doğru bildiklerimin benim doğrularım değil başka insanlar tarafından bana doğru olduğu söylenen şeyler olduğunu fark etmemiş, sorgusuz sualsiz kabul ederek uygulamaya çalışmıştım. Dışardan söylenenlerle içerdekiler uyuşmadıkça kendime kızmış, kendimi suçlamış, olmadığım bir şey olmaya çalışarak kendimden uzaklaşmıştım. Gerçekte mükemmel değildim, olmak zorunda da değildim. İnsandım sadece, sınırlarım vardı. Bu kabullenişle kendime yaklaşmaya başladım. Olması gereken halimle değil olduğum halimle sevmeye başladım kendimi.

Ondan sonra büyülü şeyler olmaya başladı. Coşku ve neşe yayıldı her yere ilk önce. Bir şeyler taşıyordu sanki içimden, tarif edemediğim bir enerji. Yıllardır içimdeydi ama yeni farkına varıyordum. Baktığım her şey güzel görünüyordu gözüme. İnsanların davranışları sinirime dokunmuyordu artık. Önceden benden çok uzak olduğunu düşündüğüm insanlar şimdi yakındı.

Sürekli bir etkinlik telaşıyla ordan oraya koşuşturup kendimi kalabalıklarda boğduğum zamanlar, kendimle geçirdiğim sakin anlara dönüştü. Önceden biri bana tüm hafta sonunu dışarı çıkmadan evde geçirerek keyif alabileceğimi söyleyeseydi kahkahalarla gülerdim. Eylemsizlik de keyifli olabiliyormuş meğer.

Düşününce tüm bunların kendimi sevmekle gerçekleştiğine inanamıyorum, fazla basit geliyor değil mi? Ama öyleymiş işte. İçinde sevgiyi hissettiğinde yaymaya gerek yok, o kendiliğinden yayılıyor  zaten. Suyun akıp yolunu bulduğu gibi o da gideceği yeri çok iyi biliyor.


Ama siz yine de sevgiyi yayın, hem de her fırsatta. Ne de olsa bir insanı sevmekle başlıyor her şey...

12 Mayıs 2014

Uzaklara Gitmek

Çağıran bir şeyler var beni uzak şehirlerde... Ne de güzel ifade eder bu cümle hissettiklerimi, benim için yazılmış sanki. Kendimi bildim bileli başka yerlerin başka ülkelerin hayalini kurar dururum. Sanki o yerlerdeki insanlar başka türlü yaşar, havası suyu başkadır, yaşam başka türlü akar oralarda. Zaman ilerleyip başka ülkelere gitme fırsatı bulduğumda anladım ki o yerler değilmiş aslında beni çeken; oralara gittiğim zaman yaşayacağımı düşündüğüm şeylermiş hayalini kurduğum. Her şeyin farklı olduğu büyülü bir diyarmış düşlediğim, orda mutluymuş hep insanlar, hayat günlük gülistanlıkmış her daim, hiç acı yokmuş. Bildiğin ütopyaymış yani benim başka ülke hayalim. Peki gerçeklik neymiş aslında; yemekler, müzikler, dinler, diller farklı olsa da her yer aynıymış.

Çok sevdiğim bir hikâye var. Eski zamanlardan birinde, bilge bir kişi ile arkadaşı limanda dolaşıyorlarmış. Ahşap kadırgalardan birinin üzerinde, başını ellerinin arasına almış kara kara düşünen birini görmüşler. "Bak" demiş bilgenin arkadaşı, "Bu adam dünyanın en zengin adamlarından biridir. Yapmadığı şey, gezip görmediği yer kalmamıştır. Gene de böyle mutsuzdur". Bilge de şu cevabı vermiş: "Her gittiği yere kendini de götürüyordur da ondan..." Durumu çok güzel özetliyor bence.

Ben doğup büyüdüğüm yeri hiç bir zaman sevmedim ve ait hissetmedim kendimi oraya. Lise yıllarımda abim İstanbul'da yaşıyordu. Çok sık olmamakla beraber arada sırada ziyaretine giderdim. Bu ziyaretler büyülü bir dünyaya açılan kapı gibiydi benim için. Taşrada doğup büyümüş biri olarak İstanbul inanılmaz bir yere sahipti gözümde. Abim müzisyen olduğundan ve pek çok değişik mekanda sahne aldığından çok renkli ortamlara girme fırsatı buluyordum üstelik. Jazz Stop, Hayal Kahvesi, Kemancı. Müzisyenlerle tanışıyordum, Engin Yörükoğlu, Önder Focan. Kesin kararımı vermiştim, üniversiteyi İstanbul'da okuyacaktım ama olmadı.

Ege'yi kazandım, günlerce ağladım. Kayıt için İzmir'e gittiğimizde anneme "Ben bu şehri sevmedim, gitmeyeceğim üniversiteye!" dedim. Neden, çünkü İzmir hayalimdeki şehir değildi, ben İstanbul'da yaşayacaktım, başka yerde mutlu olmama imkân yoktu.

Çare yok tabi, kaydoldum okula. Sonradan sevdim İzmir'i, Bornova'yı. Tam alıştım derken bizim bölüm Çeşme'ye taşındı, üstelik merkeze bile değil, Dalyanköy diye gerçek bir köye! Ben yine ağlamaktan helak. Taşradan kurtulmak için gelmedim mi ben üniversiteye, ne işim var köyde, mümkün değil yaşayamam burda. Neden, çünkü ben ancak şehirde (İzmir'de) mutlu olabilirim. Huzursuz geçen aylardan sonra bahar gelince bir başka göründü Dalyanköy gözüme, alıştım sonra zamanla.

2014'ün ilk günü Konyaaltı sahilde uzun uzun yürümüş, güneşi batırmışım. Üşürken aklıma Ekim'de gittiğim Bangkok düşmüş, üzerimde askılı bluz, kısacık şort, ayağımda boncuklu sandaletlerim, sokaklarda yürüdüğümü hayal ediyorum. O sırada Bangkok'ta yaşayan arkadaşım yazıyor "Paylaştığın fotoğrafa bakıyordum da, ne güzel olurdu şimdi kap kalın mont giyip Antalya'nın soğuğunda Konyaaltı'nda bir banka oturup içmek." Yok artık! Kurduğum hayalden bahsedince çok hoşuma giden ve daha iyi ifade edilemeyeceğini düşündüğüm cümleyi kuruyor: "Nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi geliyor."

Şimdi fark ediyorum ki tüm bu başka yerde olma hayalleri zihnimizin bir oyunu bize, memnuniyetsizliğimizin maskesi. O kadar şartlandırıyoruz ki kendimizi ancak belli koşullar gerçekleşirse mutlu olabileceğimize, kendimize nefes alacak alan bırakmıyoruz. Hayatımız meli, malı lar arasında sıkışıp kalmış, her şey koşullu. Zihnimiz sahip olamadıklarımızın çetelesini tutmaktan bitap başka bir yerde olma hayaline tutunup günü kurtarmak için didinip duruyor.

Peki ne kadar mümkün bunu kırmak? Kolay olmadığı kesin, temeller çok erken atılmış ne de olsa. Ama olmayacak iş de değil, biraz pratik lazım sadece. Düşlediğimiz hayat bulunduğumuz koşulları kabullenmenin sınırında duruyor. Tüm mesele olanı kabullenip gerisini akışa bırakabilmekte. Koyvermenin huzuruna erince gerisi geliyor zaten.

Ara ara yoklasa da içimi uzaklara gitme istediği bugün bulunduğum yerde olmaktan çok mutluyum. Şükürler olsun.

11 Mayıs 2014

Hakikat

Mavi Orman bitti dün gece. İçimde bir ağırlık. Okuduğum son bölümdeki hakikat çökmüş üzerime. Istırabın sonu hakikate gözlerimizi açmaktan geçiyormuş.

Bu hakikatle dört duvar arasında yüzleşemeyeceğim, dışarı çıkmam lazım, hem de hemen! Çıkmam ve yürümem lazım. Gecenin onu. Üstüme bir şeyler geçirip sokağa atıyorum kendimi. Hızlı hızlı yürüyorum Kaleiçi'ne doğru. Sosyalleşmek gibi bir niyetim yok, sosyalleşmek şu an istediğim en son şey. Ama insan görmem lazım, konuşmadan, bağ kurmadan, sadece orada var olduklarını görmem lazım.

Ve görüyorum, çok insan görüyorum. Tipik bir Cumartesi gecesi. Masalar sokaklara taşmış, her yerden başka bir müzik sesi geliyor, insanlar içiyor, insanlar gülüyor, insanlar yalnız. Kulağımdaki müziğin sesini biraz daha açıyorum, bu insanlar bana bir şey söylemiyor. Boğazımda bir yumru. İnsan olmak neden bu kadar zor? Daha da hızlanarak yürüyorum. Ayaklarım beni limana götürüyor. Kalabalık gittikçe tenhalaşıyor. Limanda durup karşıdaki ışıklara bakıyorum. Durur durmaz gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor. Dakikalarca hiç kıpırdamadan öylece duruyor ve ağlıyorum. Boğazımdaki yumru çözülünce ayaklarım gidelim diyor, eve gidelim. Dönüş yolunda bir dinginlik. Evden çıktığım andaki o yoğun ve dalgalı duygulardan eser yok.

Eve girince bir yorgunluk çöküyor üzerime. Hissettiklerimi yazma düşüncesi saniye hızıyla gelip geçiyor. Uyumak istiyorum, sadece uyumak                               
                                     ------------------------------------------
Sabah altıda uyandım, matımı serdim. Normalde nefesle başlıyorum, baktım meditasyondayım. İyi o zaman. Kafamın içi sanki bomboş. Oturduğumda başıma üşüşen düşüncelerin hiç biri yok bu sabah, süt liman bir deniz gibi kafamın içi. Ne içerde ne de dışarda tek bir ses yok. Anladım, bugün başka olacak yoga.

Dün öğrendiğim seriyi yaptım. Hareketlerim daha zarif mi bu sabah, bana mı öyle geliyor? Hareketleri bitirip uzandım. Dinginlik şavasanada devam etti. Sonra bir şey oldu, karnımda bir şey hareket etmeye başladı. Hafif bir ağırlığı vardı ama sabit değildi kesinlikle sağa sola akıyordu sanki, bir de kalp gibi atıyordu. İzledim. Bir süre sağa sola salındıktan sonra yukarı doğru hareket etti. Yukarı çıkarken ağırlığı da atışları da azaldı ve göğüs kafesinin başladığı yerde kayboldu. Hayırdır inşallah.

9 Mayıs 2014

Yazmak Üzerine Bir Yazı

Yağmur yağıyor bugün, hem de ne yağmak! Sabah ofisin camından baktım, bulutlar yere kadar inmiş, koca dağı yok etmişler arkalarında. Keşke dedim, keşke evde olsaydım şimdi; kahvemi içsem, kitabımı okusam, bir film izlesem, ama en çok da yazsam. Ara ara yağmurun yağışını izleyip yazmaya devam etsem sonra…

Bu aralar böyleyim, kelimeler uçuşup duruyor kafamda. Sabahları kelimelerle uyanıyorum. Yogaya başlıyorum, iki nefes arası bir de bakıyorum kelimelere gitmiş aklım. Yoga sonrası hazırlanıp servise biniyorum. Sabahları zihnim henüz berrak iken okumayı çok sevdiğimden; günün en sevdiğim bölümlerinden biri serviste geçirdiğim bu zamanlar. Açıyorum kitabımı, başlıyorum okumaya ama o da ne! Aklımda kelimeler, ama kitapta yazanlar değil, benim kelimelerim. Havada salınan kelimeler var ve onları gözümle görebiliyorum. İçimden bir ses durmadan yaz, yaz deyip duruyor. Tamam, yazayım da ne yazayım? Elinde güzel bir kumaş, ne biçip dikeceğini bilemeyen bir terzi gibi bakıp duruyorum zihnimde uçuşup duran kelimelere. Nasıl bir araya gelecekler merak ediyorum.
Rivayet o ki; her insanda var imiş yaratıcılık denen mayadan. Ben kendini yaratıcı bulan insanlardan olmadım hiç bugüne kadar. Bana gösterilen, öğretilen şeyleri iyi uyguladığım zamanlar olmuştur ama kendi başıma bir şeyi akıl veya icat ettiğimi hatırlamıyorum. Ya da yaratıcı olmadığıma o kadar inandırmışım ki kendimi silmişim tüm örnekleri hafızamdan. Zaten son 2 yıldır farkına varıyorum ki ben olduğumu zannettiğim kişi değilmişim.
Acaba diyorum, acaba benim yaratıcılığımı göstereceğim alan yazmak olabilir mi? Öyle ya, çocukluğumdan beri sevmişim yazı yazmayı, kompozisyon ödevlerinden hep pekiyi almışım, edebiyat en sevdiğim derslerden, kitap okuyup özet çıkarma en sevdiğim ödevlerden olmuş. Ergenlik döneminde uzun mektuplar yazmışım arkadaşlarıma, üniversitedeyken sevgilime. Telefonla arayıp konuşmak yerine mesaj yazmayı tercih etmişim hep.
Yazı kendini yazar diye duymuştum doğru galiba. Başka bir şey yazma niyetiyle başladım yazmaya ama bunlar çıkıverdi.
Öğle arası bitti. Çalışmaya devam o zaman…

7 Mayıs 2014

Hıdırellezle Zamanda Yolculuk

Dün hıdırellezdi. Pazartesi günü herkeste bir heyecan; gülün altına gömülecek dilek kâğıtlarına ne yazılacağının telaşı. Ev mi istesek araba mı? Yakışıklı bir sevgili (koca belki), daha iyi bir iş, daha çok para, sağlık, tatil, çocuk, isteklerin ardı arkası kesilmiyor. Peki, ama aslında ne istiyoruz biz? Gerçekten bir fikrimiz var mı hayatta ne istediğimize dair?

Arkadaşıma sordum yazdın mı bir şeyler diye, hayır dedi. Ben de yazmamıştım. Zaten bu yılda bir gün mevzuları biraz sevimsiz gelmiştir hep. Sevgililer, anneler, babalar, rehberler, şunlar, bunlar, hatta doğum günü bile. Neden sevgimizi ille de tek bir günde göstermek zorundayız? Neyse konumuz bu değil. Başladım arkadaşıma anlatmaya...


Hıdırellez bizim oralarda ciddiye alınan bir olaydır. O gün doğaya çıkılıp 40 çeşit değişik ot toplanır, o otları kaynatıp suyuyla yıkandığında tüm yıl boyunca sağlıklı kalınacağına inanılır çünkü. Çiçeklerden taç yapılıp başlara takılır. Doğadan toplanan bahar dalları evlerin kapılarına asılır. Gün batımına yakın mahallede kocaman bir ateş yakılır, çoluk çocuk, genç yaşlı tüm mahalleli o ateşin üstünden atlar. Ateş sönünce küllere parmak basılıp alına değdirilir sağlık için yine. Gece olunca (aslında gün doğmadan, sabaha karşı daha makbuldür) gülün altına taşlarla dileklerin resmi çizilir. Resimler çoğunlukla ev ve arabadan oluşsa da arada kitap gibi (çocuğunun iyi bir eğitim alması için) değişik figürler çıkar.


Arkadaşıma bunları anlatırken aklıma Rusya'da Temmuz ayında kutlanan Ivan Kupala festivali geldi sonra. Orada da benzer şekilde kızlar başlarına kır çiçekleri takıyor, çiçekler akan suya bırakılıyor, ateş üzerinden atlanıyor, bizim hıdrelleze oldukça benziyor yani. Dedenin yediği ekşi eriğin torunun dişini kamaştırması misali iki kültür de Pagan geleneklerini devam ettiriyorlar aslında farkında olmadan ya, neyse.


Hıdırellezle ilgili tüm bunları anlatınca ışık hızıyla çocukluğuma dair anılar canlanıverdi zihnimde. İnsanların yalnız değil, muhakkak komşunun birinde toplanıp beraber kahvaltı ettiği, evlerin kapılarının kilitlenmediği, bir ihtiyaç olduğunda komşu evden temin edip "Komşu, dolaptan yumurta aldım, bahçeden maydanoz topladım." dediği, bahar akşamları bahçelerini sulayan koca koca adam ve kadınların hortumları birbirine tutup su savaşı yaptığı, ekmeğin mutlak surette mahalledeki çocuklar olarak bizim tarafımızdan alındığı, eve giriş zamanının geldiğini belirten akşam ezanının okunmasından sonra anneme "Nolur, birazcık daha kalayım!" diye yalvardığım, “kız" olduğum için bir türlü gece dışarı çıkan erkek çocuk grubuna dahil olamadığım, eriklere dalmanın, bisikletle ilçe dışına kaçmanın müthiş adrenalin yarattığı çocukluğum. Zihin ne acayip şey, tek bir olaydan yola çıkıp ta nerelere götürüyor insanı. Ben de böyle zaman makinesine binmiş gibi bi gidip geldim eski günlere.


Ben oralardan ayrılalı 16, bu yazdıklarımın çoğunu yaşayalı en az 26 sene olmuş. Acaba hala aynı coşkuyla kutlanıyor mudur güzelim Hıdırellez bizim oralarda?