21 Nisan 2016

Dolunay

Hava bir garip bu akşam. Rüzgar önüne gelen her şeyi savurup yerini değiştiriyor. Bunu öyle bir ılıklıkla yapıyor ki ne bu hareketten korkuyor ne de kızıyorsun. Tek yapabildiğin yüzünde bir tebessümle kendini ona teslim etmek. Ne diyorlardı adına; lodos mu?  Rüzgâr anıları taşıyor, sonra kokuları; yemek, parfüm, deniz, her şey birbirine karışıyor. Sanki kırk yıldır bildiğin o yolda değil de başka bir yerdesin. Gökyüzünü delecekmişçesine yukarı uzanan ışıltılı binaların arasında yürüyorsun misal. Terleyecek gibi olmuş bedenin köşedeki amcadan aldığın ananası ağzına atmanla serinliyor birden. Poşetten meyve yemeyi kimse yadırgamıyor. Ya da kulağında müzik uzayıp giden Konyaaltı sahilinde yürüyorsun hızlı hızlı, aynı albümü yüz milyonuncu kez dinleyerek ve dinlediğin müziğin seni zamanın çok güzel olduğuna inandığın belli bir noktasına taşımasını umut ederek. Olmasını çok istediğin ama olmayacağını bildiğin o şeyin hüznü kalbini deliyor. Sonra eski bir ev görüyorsun; çiğ sarı ışıkla aydınlatılmış odada gece olmasına aldırmadan çalışan işçiler “yeni”lemek için “yine”liyorlar yaptıklarını; bir çekiç, bir çekiç daha.  Her şey değişiyor, dönüşüyor...


Neden kıymetlenir her şey tam da bırakmaya niyet ettiğinde? Bedenim kaldırmıyor artık, bırakacağım derken daha da bir tatlanır sanki meret. Artık yürümediğini, bitirmen gerektiğini bilirsin de çektiğin acıyı değil güzel anları hatırlarsın hep.  Ve gezmenin, yeni yerler görmenin hayalini kurarken mor salkımların baygın kokusu şüpheye düşürür seni; gittiğim yerde böyle kokacak mı acaba?