30 Haziran 2015

Veda Zamanı

Hayatın geçiciliği üzerine milyonlarca söz söylenmiştir herhalde. Yine de küçük aklımız bir türlü almıyor işte. Ben de heyecanla okuduğum romanın kahramanı ileri yaşlarında, tam da aşkı bulmuşken pat diye ölüverince allak bullak oldum. Öte yandan hiç de fena değil böyle bir ölüm; ya aşkı bulamadan ölseydi! Ani olması da ayrıca güzel, kim ölmeyi bekleyerek ya da hastalıktan, acı çekerek ölmek ister ki? Hiç beklemediğimiz anda, birden bire gelmeli ki ölüm, bunca zaman yokmuş gibi davrandığımızın farkına bile varamayalım. Bir de vicdan azabından ölmeyelim yani boşa geçirdiğimiz onca zaman için, giden bedenimiz olsun sadece. Üstelik romandaki bu ölüm gencecik bir yaşamın devam etmesine sebep oluyor. Ölürken bile işe yaramak güzel şey olsa gerek.

Sevdiğim bir arkadaşım başka bir şehre taşınıyor. Hayat garip şey. Bazen bir şeyi yıllar boyu istiyorsunuz olmuyor bazen de gönlünüzden geçirir geçirmez tüm evren bu dileği gerçekleştirmek için uğraşmış gibi çok kısa bir sürede oluveriyor. Sanırım doğru şeyi istemekle ya da zamanın gelmesiyle alakalı, bilemiyorum. Kendi adıma üzgün olsam da arkadaşım için çok seviniyorum, Onun bu yeni şehirde çok daha mutlu olacağına inanıyorum.

Bazen hayat tıkanıp, akmaz hale gelir. Bilinç düzeyinde olmasa da içten çok iyi bilirsiniz ki bir şeyler değişmek zorundadır. Kabul etmek istemezsiniz, değişim her zaman risklidir çünkü ne olacağını kestiremezsiniz. Alışkanlığın sıcak kollarında envai çeşit ninniyle uyutursunuz kendinizi ama derinde bir şeyler dürter durur. Siz bir şey yapmasanız da o harekete geçmiştir çoktan. Hani diyorlar ya; akacak kan damarda durmaz diye, akışa karşı koymak ne mümkün! Zaten gerekli de değil. Ben de arkadaşımın gidiş haberini aldığımdan beri tekrar ölçmeye başladım rahatlık alanımın sınırlarını. Nicedir ölçüyorum da, kısa geliyor, bir türlü cesaret edemiyorum sınırı zorlamaya.

Çok sevdiğim Alanis Morisette şarkısısındaki gibi hissediyorum kendimi, diyor ya ; “I’m brave but I’m chickenshit”* Ben de hem cesurum, hem korkak. İki buçuk yıl önce radikal bir karar alarak hayatımın gidişatını dramatik ölçüde değiştirdiğim cesur bölüm geride kalmış, korkaklığı yaşıyorum şimdi.  Aldığım kararın doğruluğundan bir an bile şüphe duymamış olmama rağmen sürecin kolay geçtiğini söyleyemem lakin her şeyi bir anda değiştirmenin mantıksızlığını kavramış bir aklıselim olarak geri kalan değişiklikleri yapmak için kendime verdiğim sürenin de sonuna gelmiş bulunmaktayım. Vakit erişti artık, yeni şeyler yapmak zamanı ama “Ne duruyorsun, at sırt çantana iki tişört, çık dolaş dünyayı” diyen yanımla “Zor da olsa düzenini kurdun, otur oturduğun yerde!” diyen yanım arasındaki savaş bitmek bilmiyor. Bir yanım köklenmek istiyor, diğer yanım kanatlanıp uçmak.

Benim savaş devam ederken dolunay da kıs kıs gülüyor tepemde bu gece.  Her dolunayda duyduğum bu yazma istediği tesadüf mü acaba?

Üzülmek faydasız, gitme zamanı geldiyse gidilecek elbet, yolu açık olsun gidenlerin,  gönlü hoş olsun kalanların…


*Hand in my pocket

29 Haziran 2015

* Aramak

Ne aradığını bilmeden aramak… Karanlıkta kalmış da yönünü kestirmeye çalışan ruhun ne yapacağını bilmez halde, el yordamıyla bulmaya çalışması aradığını. Her dokunduğu şeyde, parmak uçlarında hissettiklerinden bir anlam çıkarmaya çabalaması. Dilin durmadan eksik dişin olduğu yere gitmesi gibi parmakların da sürekli aynı yere dokunma isteği. Hep gitmek ama hiç öğrenmemek. Her öğrendiğini sandığında tekrar tekrar yanılmak.

Hâlbuki niyetler nasıl da güzel, nasıl da basit; sevmek, sevilmek istiyor herkes lakin yaranın başka yaraya değdiğinde yarattığı acıdan kaçmak ne mümkün. Kendi yarasını sarmak için başkasınınkini kanatan insan ne hoyrat. O da kötü niyetten değil elbet, savunma ihtiyacına karşı koyamamaktan, başka türlüsünü bilmemekten belki. Acının başkasından kaynaklandığını sanmaktan ya da. Zaten sanma dünyası değil mi yaşadığımız? Olanlar dünyasını unutmuşuz hepten. Varsayımlarımızın esiri olmuş, “bana göre”lerin arasında kaybolmuşuz. Aklımız almıyor bir türlü başkasına görenin de mümkün olduğunu. Hep biz doğruyuz da, diğerleri yanlış.
Peki, açsak yüreğimizi; desek ki içimizde koca bir boşluk var. Öyle bir boşluk ki ne koysak olmuyor. Yiyoruz, satın alıyoruz, dolmuyor. Nerden geldiğini bilmediğimiz bir sahip olma tutkusu, güzel ne görsek bizim olsun istiyoruz. Sahip olmaya çalıştıkça kayboluyor güzellikler. Yerine hemen yenisini koyuyoruz o zaman, isteklerin ardı arkası kesilmiyor.

Boşluğun korkusundan içimize attıklarımızdan tıka basa doluyuz şimdi; beton gibi ağırız. Öyle doluyuz öyle doluyuz ki nefes alacak küçücük bir boşluk bile yok; kısa, kesik idare ediyoruz. Nasılsın diye soracak olsalar, yuvarlanıp gidiyoruz. Aman ilişmeyin! Koşuyoruz; yetişilecek yerlere, kazanılacak paralara. Hayatı da yaşayacağız canım bir ara, hele şu işleri bir halledelim de, acelemiz ne?
Aslında bir farkına varabilsek ne kadar da kıymetli olduğunu, olur olmaz şeylerle doldurmaya çalıştığımız o boşluğun. Boşluk olmadan dolabilir miyiz asıl olanla? Boşluğunda süzülmeden tanıyabilir mi insan kendini, dalabilir mi derinlerine, bulabilir mi hazinelerini?

Nedense ölesiye korkuyoruz o boşlukta farkına varmaktan; ne kadar yetenekli, ne kadar yaratıcı olduğumuzun. Cebi tomar tomar para dolu ama gelen geçene el açan dilencileriz çünkü. Her şey aklımıza geliyor da elimizi cebimize atmak gelmiyor bir türlü. Yargılamak değil sizi niyetim, yanlış anlamayın. Hak da veriyorum üstelik. Kolay değil elbet, her gün şikâyet ederek içinde bulunduğunuz kafesinizin kapısının aslında açık olduğunu bilerek yaşamak. Kendinizden kaçmanız ondan zaten hep; ölümden öte köy yok diyorlar, doğru mu ki acep?

Bir de diyorlar ki yalanmış geçmiş ve gelecek, sadece şu an varmış. Gel gör ki çok meşgulüz “şu an” da biz, mazinin hesabını, yarının planını yapıyoruz, vaktimiz yok hiç.

Arayıp duruyoruz da beyhude; kayıp olmayanı nasıl bulacağız ki? Birazcık yürekle bakarsak hatırlarız belki…
* Bu yazı Kuraldışı Dergi'de yayınlanmıştır.

22 Haziran 2015

Aşk Meşk Mevzuları

Size de oluyor mu bilmem; bazen bir konuya takılı kaldığınızda hayatınızdaki tüm olaylar o konu etrafında döner ya.  Bilimsel olarak adlandırmak istersek algıda seçicilik de diyebiliriz. Benim de izlediğim film, okuduğum kitap derken her şey dönüp dolanıp aynı yere odaklanıyor bu aralar.

Geçen gece çok sevdiğim eski bir filme rastlayınca oturup enikonu izledim tekrar. Before Sunrise (1995) hem insan evladının hayata bakışını, hem de kadın erkek ilişkilerinin dinamiğini anlatma konusunda oldukça başarılı bir film bana kalırsa. İşte o tadına doyulmaz diyaloglardan birinde esas oğlan uzun saatler konuştuğu esas kıza yarasını açmaya karar verip Amerika’dan Avrupa’ya aslında neden geldiğini açıklayarak yürümeyen uzak mesafe ilişkisinden bahseder ve der ki -birebir aynı olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla- “Terk edilmenin en kötü yanı ne biliyor musun? Aklına terk ettiğin tüm o insanlar ve bu insanların senin ne kadar umurunda olmadığı gelir.” Cümleyi duyunca yüreğime bir ok saplandı sanki.

Algılarımız o kadar öznel ki ve biz o kadar öyle değilmiş gibi davranıyoruz ki! Uzun süredir içimde başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar büyüttüğüm, sermayesi tamamen kendimden mamul sevgim karşı taraf için muhtemelen “hiç” bir anlam ifade etmezken,  ısrarla hoşlanmadığım her davranıştan alınmam,  kırılmam, üzülmem ya da olumlu yorumladığım bir davranışın ardından ümide kapılmam başka türlü açıklanamaz. Evet, kabul edelim, hayatımızda önem verip mesele ettiğimiz her şey kendimizden (algı, duygu, düşüncemizden) kaynaklanıyor. Karşı tarafın konudaki etkisi yok denecek kadar az. İnsanın bunu bilmesine rağmen tekrar tekrar aynı hataya düşüp kendini incitmesi inanılmaz gelse de yaşam akarken bunu kabullenmek kolay olmuyor ne yazık ki.

Hafta sonu çok güzel bir kitap okudum*. Okumak gerçekleştirdiğim eylemi anlatmada oldukça basit kalıyor aslında; resmen yalayıp yuttum. Uzun süredir böyle keyifle okumamıştım. Evden çıkmaya isteksiz, mıhlandığım kanepede sayfalar bir biri ardından akarken bir yandan da kitap bitmesin istiyordum. Diyorum ya; insan karşılaştığı her şeyde, herkeste kişisel tarihinden izler arayan bir varlık. Karakterlerden birini kendime çok benzettiğimden kıs kıs güldüm okurken. Bir de üniversite yıllarını özlemiş olduğumu fark ettim. Duygularım öyle dalgalandı ki;  kahkahalar attım, ağladım. Hele yazarın yalnızlıktan bahsettiği bir bölüm vardı ki! (Haksızlık olmasın, böyle pek çok güzel bölüm var). Esas oğlan arkadaşlarından uzaklaştığı bir dönemden bahsederken diyor ki: “ Nisan ayının sonu geldi, ardından Mayıs ayı daha da beter oldu. Mevsim ilerledikçe yüreğimin giderek daha çok titrediğini ve bocaladığını duyumsuyordum. Bu titreme genellikle akşama doğru geliyordu. Manolyaların kokusunun belli belirsiz yayıldığı yarı karanlıkta yüreğim durup dururken sanki şişiyor, titremeye, sarsılmaya başlıyor, sonra da bir ağrı saplanıyordu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıyor, hiç kıpırdamadan duruyor, dişlerimi sıkıyordum ve yatışmasını bekliyordum yüreğimin. Geçmesi uzun sürüyor ve şiddetli bir ağrı bırakıyordu ardından.” Yalnızlığın resmini yapsam böyle bir şey olurdu sanırım.

Bu arada bu blog sayesinde kendimi şaşırtıyorum sık sık. Mahremiyete çok önem veren, hissettiklerini çoğu zaman arkadaşlarıyla bile paylaşmayan biri olarak buraya yazdıklarıma inanamıyorum. Yazmak konuşmak gibi değil benim için, böyle çok daha rahatım. Eski Serap olsa beni ayıplardı muhtemelen ama yeni Serap aldırmıyor. Öğreniyor artık, bazen kırılsa da yüreğini açmak gerektiğini. Hem siz yabancı sayılmazsınız canım, değil mi?

Kitaptan bir cümleyle koyuyorum noktayı.

“ Karanlıkta kalınca sabırla gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.”


*İmkansızın Şarkısı – Haruki Murakami

9 Haziran 2015

Bir Akşamüstü Hikâyesi

Nefes alamıyordu! 

Saatlerce kapalı kaldığı ofis, sonrasında servis cefası derken eve girdiği an boğulacak gibi hissetti. Kapalı bir ortamı daha kaldıracak gücü yoktu, bir an önce sokağa atmalıydı kendini. Üzerine geçirecek bir şeyler bakındı. Uzun süredir ilgilenmediği evi perişan haldeydi.   Mevsim değişimi yapılmayan karman çorman dolapta aradığını bulamayınca yatağın üstünde katlanıp yerleştirilmeyi bekleyen temiz giysi yığınına yöneldi. Bir şeyler seçip alelacele giyindi. Tam çıkacakken günlerdir balkonda bekleyen çöpler geldi aklına, atsa iyi olacaktı. Kapı önüne koydu çöpleri. Menteşesi bozuk ayakkabılıktan çıkardığı spor ayakkabıları giyerken ne kadar eskidiklerini fark etti.  Yollar yürümekle aşınmasa da ayakkabılar için durum aynı değildi. Eski olmalarından duyduğu tuhaf mutlulukla kapıyı çekti, kulaklıklarını taktı.

Çöpleri atarken içi acıdı yine, neden ayrıştırılmadıklarını düşündü.  Bu devirde yaşanan bu duyarsızlığa inanamıyordu ama biliyordu ki sistem böyle işliyordu; geri dönüşmemesi gerekiyordu hiçbir şeyin, hep ve daha fazla tüketmek gerekiyordu.

Hafif bir esinti tenini yalayınca bu sene yaz gelmedi diye geçirdi içinden;  gelmemesinden gayet memnun.  Çok seviyordu bu şehri ama yazı dayanılacak gibi değildi. Hem nerde görülmüştü mevsimin ilkbahardan sonbahara geçtiği, nasıl olsa gelecekti, acele etmek gereksizdi.

Ana caddeye çıkıp insan kalabalığına karıştı. Dahil olmadığı sürece seviyordu kalabalığı; dışardan ve uzaktan. Dükkânlar kapanmadan alışverişlerini tamamlamak için acele eden müşteriler,  gözü saatte, dükkânı kapatıp bir an önce televizyon karşısındaki koltuklarına kurulmak için sabırsızlanan esnaf, sokağa taşmış kafelerde yiyen, içen, sohbet eden, gülen insanlar.

İnsan kalabalığından sıyrılıp parkın yolunu tuttu.  Önünden geçtiği deniz restoranından gelen sarımsakla karışık karides kokusunu içine çekerken ne iyi ettim de dışarı çıktım diye bağıran bir gülümse gelip yerleşti yüzüne.  Üst kat komşusu karavanını dağ ve deniz manzaralı parkın kenarına park etmişti yine ama denize sırtını dönmüş karavan içinde televizyon izliyordu. Karavan almalı diye not etti aklının bir köşesine ve sebebi olursa olsun güzellikleri asla kanıksamamalı. Parka girince şimdi ne dinlemeli diye düşündü. Çok sevdiği şarkıcının uzun süredir dinlemediği eski bir albümünden popüler olmamış şarkısında karar kıldı. Notaların kulakların titreşmeye başladığı an içine yayılan huzurdan doğru karar verdiğini anladı hemen. Karşıda tüm heybetiyle dikilen dağlar grubun renkleriyle boyanmış, deniz nazlı bir gelin gibi cilveleniyordu dağa usul usul. Ne güzel diye geçirdi içinden, yaşamak ne güzel.

Onu meşgul etmekte oldukça usta olan zihni sebebiyle mutluluğu uzun sürmedi.  Daha önce bu parkta yürüdüğü zamanlar akıyordu zihninden bir bir ve özellikle de bir döneme odaklanıyordu hatırlananlar. Bir ilişkinin dününü ve bugününü kıyaslıyordu. Aslında ilişkide değişen pek bir şey olmamasına rağmen o zamanlar yürürken ne kadar mutsuzdu da şimdi ne kadar mutlu. Daha doğrusu o zamanlar ne kadar dert ediyordu da yaşananları şimdi aldırmıyordu. Hem dert etse olsa ne olacaktı; başka bir insanın duygu ve düşüncelerini değiştirmek mümkün müydü kendininkini bile değiştiremezken?  Kabul etmekten başka çare var mıydı? Ara ara damarı tutsa da, bir şekilde idare etmeyi öğrenmişti.

Ordan başka yere kaydı düşünceleri. Girdiği her kalabalık ortamdan sonra hissettiği kirlenme geldi aklına. Acaba asosyal olabilir miydi? Başka insanlarla, özellikle de yakın olmadığı, herhangi bir paylaşımda bulunamadığı insanlarla bir arada olmak çok zorluyordu onu; huzuru kaçıyor, kendine gelmesi günler sürüyordu sonrasında.  Şimdi de o adama takmıştı. Sürekli küfrederek, kız arkadaşı, en yakın arkadaşı dahil herkesi aşağılamaya çalışarak konuşan o adama. İnsan davranışı seçilebilir değil miydi? Onu böyle çirkin davranmaya itecek ne yaşamış olabilirdi? Adam o kadar seviyesiz konuşuyordu ki sorduğu sorulara cevap vermek gelmemişti içinden.  Neden cevap vermediğini sorduğunda konuşmayı fazla sevmediğini söylemişti, yalan da değildi.  Neden diye sormuştu adam uzatarak, yoksa kelimelerle arası iyi değil miydi? O zaman sinirlenmişti işte, dünyada en sevdiği şeylerden olan kelimelerle arasının iyi olmadığını ima ettiğinde. Ancak o kadar lüzumsuzdu biriydi ki onun konuşmaları karşısında susmak, bir daha hiç konuşmamacasına susmaktan başka bir şey gelmemişti içinden. Her insan kendimizi aynalıyorsa bu adam onun hangi özelliğini aynalaşmış olabilirdi, aklı almıyordu. Neden böyle bir adamla karşılaşmıştı?

İnsan delilik üreten bir kutu diye düşündü.

Adamı bir kenara bırakıp yürümeye devam etti.  Başka bir parktan geçerken paten kayan çocukları görünce aklına dolapta duran patenleri geldi. Yurtdışından almış Türkiye’ye dönünce de hiç kullanmamıştı. Yeni evine taşındığında şu an geçtiği parkta paten kaymanın hesabını yapmıştı hâlbuki daha önceden ama hayat böyleydi; hesaplar çarşıya uymuyordu hiç bir zaman. Şiirin dizeleri geldi aklına: “Bisikletleri balkonlarında unutanlar her an yağmur yağsın diye dua ediyor.” En azından bisiklete biniyordu canım, o kadar da değildi.

Çok sevdiği tarihi sokaklara daldı sonra. On dört yılda yüzlerce belki binlerce kez geçmişti aynı sokaklardan ama hiçbir zaman sıkılmamıştı. Her seferinde ilk kez geçiyormuşçasına onu heyecanlandıran bir detay buluyordu çünkü. Virane bir evin duvarından sarkan bir çiçek, hemen hepsi restoran, bar veya hediyelikçi olmuş binaların arasında kalmış eski bir evde yaşayan yaşlı amca, sokakta oynaşan kedi yavruları, barlardan birinden gelen saksafon sesi. Akşam gezmesine çıkmış turistlerden gelen parfüm kokuları arasında rotasını eve çevirdi, uzun süredir yürüyordu.

Duş alıp kanepeye uzanınca içi geçiverdi. Uyandığında hemen yatağa geçmek istemedi. Oturup nefes alış verişlerini dinlerken bir mantranın sözlerini mırıldanmaya başladı usuldan. Söyledikçe değişen sesini, genişleyen göğüs kafesini izledi.  Çok sevdiği başka bir mantranın melodisi kulağında bedenini uykunun huzurlu kollarına bıraktı sonra…


Haziran 2015
Antalya

4 Haziran 2015

*Kimsiniz Siz?

Kimsiniz siz? Size kim olduğunuzu sorsam nasıl cevap verirsiniz?

Yeni katıldığım topluluktaki hanımefendi konuşuyor; “Aramıza yeni katılan arkadaşlarımız var, şimdi onları tanıyalım.” Yeniler sırayla ayağa kalkıp adını, yaşını, çalıştığı yeri, kendince kendini tanımladığını düşündüğü şeyleri sıralıyor bir bir. Masanın sonunda oturuyorum ve ne söyleyeceğimi düşünüyorum. Sizinle ilk kez karşılaşmış bir gruba kendinizi nasıl tanıtırsınız? Öncelikle adımı söylemem gerek. Bana bir şekilde hitap etmeleri lazım değil mi, etrafımda bana “şey” diyerek dolaşan insanlar istemem sonuçta. İşim? Ne iş yaptığımı ve nerde çalıştığımı söylesem kim olduğum konusunda bir fikriniz olur mu? Kabaca belki ama kendini işiyle tanımlayan biri olmadığımdan bunu söylemeyeceğim. Yaşım? Sonrasında daha genç göründüğümü duymak narsist yanımı okşayacak olsa da gereği yok. Nereliyim? Doğup büyüdüğümüz yerin kim olduğumuza etkisi büyük. Her ne kadar memleketçi bir tip olmadığımı düşünsem de kendimi sık sık herhangi bir özelliğimi doğmuş olduğum yerle ilişkilendirirken yakalıyorum. Nereli olduğumu şimdi söylemeye gerek var mı? Hemen açılacak bir hemşeri muhabbetine hevesli değilim, geçiniz. Kafamın içinde kendimi tanıtmaya dair tüm cümlelerden birer birer vazgeçerken geriye tek bir cümle kalıyor, en iyisi bu diye karar veriyorum: “Merhaba, ben Serap.”

Ben Serap. Kim olduğum sorusuna yıllardır kafa yormama rağmen henüz bir yere varabilmiş değilim. Bu sebeple birkaç cümleyle kendimi size tanıtamayacağım için kusuruma bakmayın lütfen. Başlangıç olarak herkesin konuştuğu ortamlarda susmayı tercih ettiğimi söyleyeyim. Kelimeleri sevmediğimden değil, susmak çok daha cazip gelmeye başladığından son zamanlarda. Kabul edelim, söylediğimiz şeyler pek de fazla anlam içermiyor çoğu zaman. Laf oluyor da torba bile dolmuyor hani.

Size bir sır vereyim mi; ben yıllarca olduğumu sandığım kişi değilmişim. Hatta alakam bile yokmuş o kişiyle. Önce annem, babamın söylediği kişi olduğumu sanmışım. Onların bana davranışından bir kalıp çıkarıp, elbise yaparak giymişim üzerime. Sonra okula gitmişim, onların yerini öğretmenim almış. Çalışkan öğrencilerin daha çok sevildiğini keşfedince “çalışkan” olmuşum mesela. Arkadaşımla sokakta şakalaşırken bizi gören Huriye teyze anneme genç kızların sokakta yüksek sesle gülmelerinin hoş olmadığını anlatırken farkına varmışım artık “ Genç bir kız” olduğumun ve genç kızların davranışlarına dikkat etmeleri gerektiğinin. Evlenmişim sonra. Evlilik kurumunda eşit roller paylaştığımızı düşünürken evimize gelen annemin “Kocana çay koysana” deyişinden anlamışım eşit olmadığımızı, benim hizmet etmem gerekliymiş. Rehberlik yaparken otobüsün şoföründen “ evli bir kadının” turizmde nasıl davranması gerektiğini dinlemişim. Herkesin bir fikri varmış benim kim olduğuma ve nasıl davranmam gerektiğine dair de bir tek benim yokmuş.

Kim olduğumu gerçek anlamda sorgulamam için bir fırtınanın gelip hayatım dediğim şeyi tamamıyla alt üst etmesi gerekliymiş. Beni tanımladığını düşündüğüm sıfatlardan bir kaçını kaybettiğim zamana rastlar kendimle gerçek anlamda ilk kez baş başa kalışım. İşte o zaman tanıştım kendimle ben ve çok korktum. Korku Serap dediğim kişinin büyük oranda başkaları tarafından oluşturulduğunu fark etmemden kaynaklanıyordu. Bu fark ediş aslında orda birinin olmadığını düşündürüyordu ki bununla yüzleşmek hiç kolay değildi. Bu kadar yıl nasıl böyle yaşayabilmiştim?

Biraz zaman geçince kim olduğumu düşünce yoluyla bulamayacağımın farkına vardım. Düşünce her zaman “dışardan” geliyordu çünkü ve doğası gereği sınırlıydı. Katıydı, kolay kolay değişmiyordu.  O zaman anladım ki kim olduğumu ancak bilebilirdim ya da hissedebilirdim. “İçeriden” gelen bu bilişin etkisiyle soyunmaya başladım bir bir gerek diğerlerinin gerekse onların etkisiyle kendimin oluşturduğu kimliklerimden. Ben Serap’tım sadece, olduğum kişiydim.

Doğduğum yer, konuştuğum dil, aldığım eğitim, soluduğum hava, yediğim yemek elbette etkiliyordu kim olduğumu ama nihayetinde insandım. Dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayan bir diğer insandan farklı değildim. Ve aynı şekilde özüm bir ağacın ya da bir köpeğinkinden farksızdı.

Merhaba, ben Serap. Kahveyi çok sever, eski kitap kokusuna bayılırım.

O akşam kendimi nasıl tanıttığımı mı merak ediyorsunuz?

- Evet, başka yeni gelip kendini tanıtmak isteyen var mı?

Sessizlik…

*Bu yazı Kuraldışı Dergi’de yayınlanmıştır.