4 Aralık 2017

Tanrı'dan iyi haber

Ne bu haber acaba diye merak ediyor musunuz? İyi habere gelmeden o kadar da iyi olmayan başka şeyler anlatmam lazım önce.

(Öncelikle bu yazıya burcumda gerçekleşen Akrep yeni ayında başladığımı belirteyim. Dün dolunay olduğuna göre tam iki haftadır bir satır bile yazmamışım. Geç olsun güç olmasın diyerek yarım kalan yazımı tamamlıyorum şu anda.)

Her şey 19 Ekim’de gerçekleşen Terazi yeni ayında başladı. Hayatımın en mutlu olduğum dönemlerinden biriydi. Antalya’daki ilk yoga dersim bu yeni aya denk gelmişti. Daha önce Hindistan’dan başlamak üzere değişik yerlerde yoga dersi vermiştim ama bu seferkinin anlamı başkaydı benim için. Bu bir yoga stüdyosunda verdiğim ilk dersti. Üstelik bu stüdyo benim de 2 yıl boyunca düzenli öğrencisi olduğum yoga hocamın çok sevdiğim stüdyosuydu. Aynı gün Nepal’den gelen Türk hocaların verdiği bir meditasyon kursuna başlamıştım ve o akşam yeni ayı bir kirtanla kutlamıştık. Evet, kulağa inanılmaz geliyor, Antalya’da kirtan! Ertesi gün stüdyodaki bir hocanın gelememesi sebebiyle onun yerine bir ders verdim ki muhteşemdi. Ders bittiğinde kendimi o kadar iyi ve tatmin olmuş hissettim ki bunu yoga eğitmenliğini seçmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğime dair bir işaret olarak aldım. Sonraki sabah muhteşem bir manzarada uzun zamandır özlediğim hocamın yoga dersine katıldım. Ordan meditasyon kursuna gittim. Her şey çok ama çok güzel gidiyordu. Hayalini kurduğum yaşamı yaşamaya başlamıştım nihayet. Ta ki yeni ay sabahı dizimde hissettiğim küçücük rahatsızlık ciddi bir ağrıya dönüşene kadar. O akşam dizim şişmeye başladı. Sabah uyandığımda sağ dizim ve bacağım solun iki katı büyüklüğündeydi ve inanılmaz ağrıyordu. Zorlukla hareket edebiliyordum. Pazar günü olması sebebiyle acıya katlanıp Pazartesi bir uzmana gitmeye karar verdim. Dizime koyduğum buzlarla ağrımı hafifletmeye çalıştım. Fiziksel olarak ağrıyla uğraşırken zihnim başka bir şeyle meşguldü; 1,5 yıldır düzenli bir işte çalışmıyordum ve sigortam yoktu!

Ertesi sabah beni hastaneye götürmek için gelen arkadaşımın arabasına binmek üzere apartmanın merdivenlerinden inerken acıdan ağlıyordum. Arabaya binmek ayrı bir dertti. Dizimin kımıldamasına sebep olabilecek herhangi bir hareket gözümden yaş getirecek kadar büyük bir acıya sebep oluyordu. Büyük zorlukla ulaştığım ortopedist muayenesinde doktorun yaptığı “ İnsanlar neden spor yapıyor anlamıyorum; bugüne kadar bir tane bile sağlıklı sporcu görmedim!” esprisine gülerken bile acıdan kıvranıyordum. Dizimde artrit oluşmuş, minisküsüm yırtılmış olabilirdi, ya da gut hastasıydım. Gut hastalığı kan testiyle elendi, minüsküs için bekleyecektik, artrit için ilaç yazıldı. Arkadaşım ihtiyacım olan şeyleri ve ilaçlarımı alıp beni eve bıraktı. Böylece yattığım günler başladı.

Buraya küçük bir not düşmek istiyorum. Aynı dönem annem de diziyle ilgili bir problem yaşadığı ve yürümekte zorluk çektiği için durumu ona söyleyip üzmek istemediğimden durumdan haberi yok. Şu an bu satırları okuyorsan üzgünüm anneciğim, merak etme, iyiyim şimdi.

Salı sabah kalktığımda sol dizimde sağ kadar şişmişti ve hareket edemiyordum. Dizlerde buz, tuvalet ve yemek ihtiyaçlarını minimuma indirerek hiç kıpırdamadan yatıyor, dizi, film ne varsa izliyordum. Bir yandan da düşünüyordum, bedenimde neler oluyordu?

Sık hastalanan biri değildim ve hayatımın hiçbir evresinde bu tarz fiziksel acı yaşamamıştım. Acı eşiğimin yüksek olduğunu düşünürdüm (En azından o zamana kadar). Her türlü fiziksel hastalığın kaynağının -genetik olduğu söylenen hastalıklar da buna dahil- psikolojik olduğuna inanırdım(Buna hala inanıyorum.) Ne var ki bu görüşümü içinde bulunduğum durumla bağdaştıramıyordum o an. Olay olduğunda depresyonda filan değildim, aksine kendimi çok ama çok iyi hissediyordum.  Acaba bilinçaltımda “Çok güldük, aman başımıza bir şey gelmesin!” tarzı yanlış bir inanç mı vardı? Vücudun belli bölgelerindeki hastalıklar belli konulardan kaynaklanıyordu, dizler egoyla ilgiliydi. Acaba istediğim hayatı nihayet yaşayabildiğim için kibre mi kapılmıştım? Aklımdan bin bir türlü şey geçiyordu.

Ertesi gün dizlerdeki ağrı devam etmekle beraber dirseklerimde ağrımaya başladı. Bir şey giymek için kolumu kaldıramıyordum. Ağrı ordan el bileklerime geçti ve el parmaklarıma. Ağrıyı kemiklerimin derinliklerinde hissediyordum. Çatal inanılmaz ağır geliyor, kaldıramıyordum. Bileklerimdeki ağrı sebebiyle diş fırçalamak imkânsızlaşmıştı! Sanki bir güç bedenimin kontrolünü teker teker benden alıyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Normalde üzerinde hiç düşünmeden yaptığım günlük basit hareketler inanılmaz bir meydan okumaya dönüşüyordu. Yatakta sağdan sola dönmek, giyinmek, yemek yemek, yürümek, oturup kalkmak, tuvalete gitmek, dişini fırçalamak, yıkanmak…

Oldum olası mız mız, sürekli hastalanan ve bundan şikâyet eden insanlardan hoşlanmamışımdır. Bu insanlarla ilgili gözlemim; hastalıkları onları önemli biri yapıyormuşçasına sürekli hastalıklarından bahsetmeleri ve anlattıkça bundan adeta zevk alıyor gibi görünmeleri olmuştur.  Fazla hastalanmayan biri olarak empati kuramadığımdan etrafımda böyle biri olduğunda ilk tepkim uzaklaşmak olmuştur hep. Bu olay başıma gelince fark ettim ki; hastalık insanı gerçekten olumsuz bir psikolojiye sokuyor. Arkadaşlarım nasıl olduğumu sormak için aradıklarında ya da yazdıklarında verdiğim cevapları düşünüyorum da; acı, acı, acı, ağzımdan başka bir şey çıkmıyor! Sanki acı tüm benliğimi ele geçirmiş ve beni tamamen yok etmiş. Çok ama çok acıyor! Yaşadığımız acıların ne kadarı fiziksel ne kadarı psikolojik? İkisi arasında fark var mı? Yattığım süre boyunca hastalık ve acı üzerine düşünecek çokça vaktim oldu.

5 gün kıpırdamadan yattıktan sonra -aldığım ilacın etkisiyle olsa gerek- yavaş yavaş yürümeye başladım. Her zaman sağlığım için şükreden biri olmuşumdur ama böyle bir şey yaşadıktan sonra ettiğin şükür başkaymış gerçekten de. Hayatımızda sahip olduğumuz şeyleri (öncelikle sağlık) oldukça hafife alıyoruz. Sanki hiç hastalanmayacağız, sevdiğimiz insanlar sonsuza kadar bizimle beraber olacaklar ve en önemlisi sanki ölmeyeceğiz gibi yaşıyoruz! Hayatın bize süreli olarak verilmiş bir hediye olduğunu unutuyoruz sık sık. Hastalık gibi bir durum bunu hatırlatmada oldukça etkiliymiş, kesin bilgi yayalım!

Hastalık beden farkındalığımı çok farklı bir boyuta taşıdı. Acı sebebiyle yürürken dizimde, ayak bileğimde, ayak tabanımda, ayak parmaklarımda hangi noktaların harekete geçtiğini çok net biliyordum artık. Osho’nun bir sözü vardır, başınız ağrımıyorsa orda olduğunun farkına varmazsınız diye. Çok basit saydığımız bir şeyin gerçekleşmesi için ne çok şeyin bir araya gelmesi gerekiyormuş meğer. Ben de ne var ne yok farkına vardım bir bir.

Tam o sıralarda yakın geçmişimde kalmış birinden telefon geldi ve beni allak bullak etti. Hâlbuki ben bunu geride bıraktığımı sanmıştım, bırakamamışım. Öfkemin geçen zaman sebebiyle kırgınlığa, hayal kırıklığına ve üzüntüye dönüşmüş kırıntılarını duydum konuşmamda. İfade edemediğimiz her türlü duygu içimizde birikip bir şekilde dışarı çıkmanın yolunu araştırıp duruyor ya hayatımız boyunca, bu hastalığın sebebi de bu muydu acaba; dile getiremediğim duygularım. Ah bir de bu neden sonuç ilişkisinin dışına çıkamayan zihin var; mantıklı ve anlamlı bir çerçeveye oturtmak zorundayız her şeyi. Ben de dedektifim işte, bulmam lazım durduk yerde hasta oluşumun sebebini.

Günler geçtikçe dizlerimdeki ağrılar azalırken dirseklerimdeki ve ellerimdekiler artmaya başladı. Dizlerimin şişmesinden 2 hafta sonra bir sabah uyandım ki kenarında çıkan uçuk sebebiyle dudağım Angelina Jolie dudağı x 3, ellerim Trabzon somun ekmeği büyüklüğünde şiş! Sanki ellerimi cayır cayır yanan ateşe sokmuşum gibi yanıyorlar. O sabah içimden bir şeylerin dışarı çıkmak için çırpındığını hissettim. Hafta sonu olduğu için acile koştum hemen. Doktor anlattıklarımın romatizmaya benzediğini söyledi ve uzmana görünmemi tavsiye etti. O zamana kadar romatizmanın sadece yaşlı insanlarda görülen bir hastalık olduğunu sanırdım. Pazartesi fizik tıp ve rehabilitasyonun kapısındaydım. İltihaplı romatizmaya benziyor ama emin olmamız için test yapmamız gerekiyor dedi doktor. Kan verdim, röntgen ve MR çektirdim ve 2 hafta sonra çıkacak sonuçları beklemeye başladım.

O ara instagramdan bir mesaj aldım. Aslında mesaj yaklaşık bir ay önce gönderilmişte ben o gün gördüm. Yoga hakkında bir şey ararken profilime rastladığını ve ilkokul arkadaşı olabileceğimizi yazmış biri. Cevap verince anlaşıldı ki ilkokul birde beraber okuduğumuz bir arkadaşım. Sadece çocukluğunu bildiğiniz ve otuz küsur senedir iletişim kurmadığınız birine kendinizi nasıl anlatırsınız? Hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti resmen ona anlatırken; okuduğum okullar, yaptığım işler, gezdiğim ve yaşadığım ülkeler, evliliğim, boşanmam, hayatıma giren insanlar, her şey! Geçmişime bu şekilde dışardan bakmak çok güçlü duygular uyandırdı içimde.

Bileklerimdeki ağrı geçmese de -kullandığım ilaç etkisiyle olacak- ellerimdeki şişlik indi günler geçtikçe. Yoga derslerimi vermeye başladım tekrar. Dersten çıktığım bir Kasım sabahı hava o kadar güzel içim öyle mutluluk doluydu ki yürüyerek Konyaaltı sahiline gitmeye karar verdim.

Kulaklığımı takmış mutlu mutlu yürürken yolda iki kız yanıma yaklaştı. Yabancı olduklarını anladım, yol soracaklar herhalde diyerek çıkardım kulaklığı. İngilizce biliyor musun diye sordular, biliyorum dedim. Sana birkaç soru sormak istiyoruz dedi bir tanesi, buyrun dedim. Gelecek hakkında ne düşünüyorsun? Hoppalaaaa, şimdi bu da nerden çıktı diye düşündüm. Sence gelecek aynı mı, daha iyi mi, daha kötü mü olacak? Daha iyi olacağına inanıyorum dedim. Sence bu nasıl olacak diye sordu, sen dünyanın daha iyi bir yer olması bir şey yapıyor musun? Şöyle bir düşündüm, bunu yoga yoluyla yaptığıma inanıyordum, zaten bu yüzden bu mesleği seçmemiş miydim? Evet dedim. Kız ana fikri bütün dünya buna inansa, hayat bayram olsa ile John Lennon’un imagine şarkısı içeriğinde şeyler söylemeye başladı. Söyledikleri çok hoşuma gidiyordu zira gerçekten hayal ettiğim bir dünyadan bahsediyordu. Elbette konuşma ilerledikçe onun bir Yehova Şahidi olduğunu anlamıştım ama önemi yoktu benim için, önemli olan mesajın içeriğiydi. Sonra kız telefonundan bir uygulama açtı, ordaki takvimde içinde bulunduğumuz güne tıkladı ve “oku” dedi bana. Okumaya başladım; “İste ve istediğin sana verilecektir, ara ve aradığını bulacaksın, kapıyı çal ve kapı sana açılacaktır.” O an nasıl hissettiğimin tarifi zor gerçekten ama evrenin benimle konuşuyor olduğunu yüreğimde bildim. Ayrılmadan bana bir broşür uzattı, üzerinde “Tanrı’dan iyi haber” yazıyordu. Teşekkür ederek yoluma devam ettim ve gülmeye başladım, hem de sesli, kahkalar atıyordum. Hastalıktı filan derken hayatın ne kadar güzel olduğunu unutmuştum ve şükür ki hatırlatma gelmişti. Madem istediğim verilecekti ben de sıralamaya başladım. Hem de her zaman yaptığım gibi içimden değil, sesli olarak, söylediklerimi kendim de duyarak. İçerde tuttuğum yetmişti zira. İlk önce sağlığımı geri istediğimi tahmin etmişsinizdir. O gün güneşi Konyaaltı sahilinde mantralar söyleyerek batırdım, evrenin muhteşemliğini tüm varlığımda hissederek.

Birkaç gün sonra çekmecelerde bir şey ararken eski günlüklerimden birini buldum. Merakla okumaya başladım yazdıklarımı. 16 yaşındaki Serap’ın bilgeliği beni çok ama çok şaşırttı. Hayatın anlamını ta o zamanlar sorgulamaya başlamışım meğer. İlerde nasıl biri olacağıma dair müthiş bir merak duymuşum. Nasıl biri olursam olayım ama “sıradan” olmayayım yazmışım. Sıradan biri olup olmadığımı düşündüm.

Geçmiş ve gelecekle ilgili böyle güçlü ve duygu dolu deneyimler yaşarken tesadüf eseri Rus biriyle tanıştım. Sohbet ederken bir süre Moskova’da yaşadığımdan bahsettim. Bu konuşma beni o günler hakkında düşünmeye sevk etti. Moskova’da yaşadığım dönem hayatımın en buhranlı dönemiydi (Yogaya da o zaman başlamıştım.) O kadar büyük bir psikolojik acı yaşamıştım ki; sonrasında aynı Serap olarak kalamamıştım. O acı insan olarak bu dünyadaki varlığımı sorgulamama sebep olmuştu ve kendimle -gerçek anlamda- o acı sayesinde tanışabilmiştim. Elbette yaşadığımız her şeyin şu an olduğumuz insan olmamızda bir etkisi var ancak o dönem yaşadıklarım kişisel tarihimde bir milat olmuştu benim için. Bu hastalık süresince yaşadığım fiziksel acıyı düşündüm sonra, ikisi arasında hiçbir fark yoktu benim için; acı acıydı sonuçta. Bu da yeni bir dönüşümü mü müjdeliyordu acaba? Tanrı’dan gelen haber iyi miydi gerçekten de?

Not: Kan tahlilleri ve MR da hiçbir anormallik çıkmadı, doktor bunun neden olmuş olabileceğiyle ilgili bir yorum yapmadı…