18 Aralık 2015

*Yogada Ne Buluyorum?

Yoga deyince insanların kafasında çok değişik şeyler canlanıyor. “Ne yapıyorsunuz, bütün gün oturup ‘OMMM’ mu diyorsunuz? Yerden yükseliyor musunuz?” diye soran gerçeküstücüler, Ayı Yogi diyerek ya da Recep İvedik’deki yoga sahnesini anlatarak komiklik yaptığını zanneden şakacılar, “Yoga yapacağına namaz kılsana” diyen nasihatçiler ve “Aman fazla kendini kaptırma” diye tembihleyen temkinlilerin yanı sıra yogayı sihirli değnek zanneden hayalperestler var: “Çok kilo verdiriyor, stresten arındırıyor değil mi?”

Geçen akşam, yemek yerken, arkadaşım bana şu soruyu sordu: “Ne buluyorsun yogada?” Sustum bir süre; düşündüm. Yukarıda saydığım gruba dahil biri olsa umursamayıp geçeceğim. Benim gibi hayata merakla yaklaşan biri olduğu için açıklamak istedim ama kelimelerle açıklayamayacağımı da biliyordum. Çok iyi tanımlamasına rağmen “Anlatılmaz, yaşanır.” desem çok klişe olacaktı. Yogada ne bulduğumdan çok yoga yaparken kendimi nasıl hissettiğimi anlatmaya çalıştım ben de; ne kadar başarılı oldum bilemiyorum.

Sonraki günlerde biraz düşündüm bunun üzerine. Konuşarak anlatamadıklarımı yazarak ifade etmek istedim; sizlerle de paylaşmak isterim.

Yoganın bana ilk katkısı beni bedenimle tanıştırmak oldu. Uzun zaman varlığını unutmuş olsam da yoga yaparken farkına vardım ki benim bir bedenim varmış. Konuşuyormuş da üstelik; ben dinlemeyi bilmediğimden sesini duymuyormuşum. Dinlemeye, ona göre hareket etmeye başladım. Bir pozda ne kadar kalacağıma, hareket ederken ne kadar ileri gideceğime o karar verdi. Onu dinledikçe esnedim, güçlendim. Derslerdeki farkındalık dışarda da kendini gösterdi; karnım acıkınca yemeye, uykum geldiğinde uyumaya başladım. Hiçbir şey yapmadan sadece bedenimde olduğumu hissetmek bile öyle büyük bir mutluluk ki.

Yoga yaptıkça kollarım, bacaklarım, omurgam uzadı sanki. Bu birebir fiziksel bir uzama olmayabilir ama ben uzadıklarını hissediyorum. Onlar uzarken bir yandan da genişliyorum sanki vücudumun içinde. Zaman ilerledikçe bu genişlemeyi çok daha net bir şekilde hissediyorum. Her yoga yapışımda içimde kocaman, ferah odalar açılıyor ve ben onları nefesle dolduruyorum.

Yoganın en sevdiğim yanı ulaşılacak bir nokta koymaması. Hareketleri bedenimin izin verdiği ölçüde, yapabildiğim kadar yapmak. Önemli olan hareketi iyi, güzel, uzun yapmak değil çünkü. Asıl olan anda mevcut olmak; bedenimle, zihnimle, ruhumla. O gün, o an nasılsam öyle. Bu öyle güzel bir kabul etme ve teslim olma hali ki yüksek müzik eşliğinde, kalbim yerinden çıkacakmışçasına hareket ettiğim spor salonundan tükenmiş halde çıkmaktan çok çok uzak. Yorulduğumda durmak ve tekrar kaldığım yerden devam edebilmek büyük özgürlük.

“Lazım” lardan, “-meli”, “–malı” lardan, kıyaslamalardan büyük ölçüde kurtuldum. Zihnimdeki tekerlemeleri takip etmek zorunda olmadığımı öğrendim. Zihin sürekli konuşuyor; işi bu. Mesela diyor ki: “Bu hareketi yapman lazım! Daha geçen gün yaptın aynısını, şimdi nasıl yapamazsın?!” ya da “Bak bakalım yanındaki nasıl yapıyor?” Bende diyorum ki “Öyle bir zorunluluğum yok. O gün öyleydi, şimdi böyle. Onun vücuduyla benim vücudum aynı değil.” Zihnimin söylediklerini dinlemeyi ama dahil olmamayı öğreniyorum. Olmak zorunda olduğum biri olmadığını kavrıyorum. Serap olmak için başarılı olmaya, şunu yapmaya, bunu giymeye ihtiyacım yok, ben zaten olduğum kişiyim.

Nefes almayı öğrendim. Günlük hayatlarımızda nefes almayı unutmuşuz ne yazık ki. Birkaç derin nefesle zihindeki gevezeliği susturmak, vücudu enerjiyle doldurmak mümkün. Doğru nefes alınca çocuklar gibi şen, enerjik oluyor insan.

Vücudumda, zihnimde sessizleştikçe dışarıdayken de sessizleşmeye başladım. Her zaman konuşmak, fikir bildirmek, taraf olmak, sohbet başlığı altında başkasının kafasının içindeki monologlara dahil olmak zorunda değilim.


Bedeni fark etmek, doğru nefes almak, zihni sakinleştirmek hepsi iyi güzel de ben en çok yoga yaptıktan sonra ki “o hal”e vurgunum yogada; kafamda dileklerim, isteklerimle başlayıp yoga bitip te oturduğumda isteyecek tek bir şey bulamadığım o hale. Her şeyin tam ve bütün olduğu, şükran dolu olduğum, ağzımı açıp tek bir kelime etmek istemezken ağaçların, kuşların sesini duyduğum o hale. O hal ki hepimiz BİRiz ve başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok hayatta.

*Bu yazı Kuraldışı Dergi‘de yayınlanmıştır.

8 Aralık 2015

*Sınır Ötesi

Bir gün tanımadığım bir çocuğun çok korktuğu bir ana tanık olmuştum. Korkmaktan biraz da utandığını görünce onu rahatlatmak için “Merak etme” demiştim ona, “Herkes korkar, büyükler bile.” Çocuk çevikliğiyle hemen soruyu yapıştırmıştı ; “Sen neden korkarsın?” O an donup kalmıştım. Zihnimden hemen karanlık, yükseklik, böcek gibi somut şeyler geçmişti söylemek için ancak bunların hiç birinden korkmuyordum ben. Düşünüp, düşünüp bir şey bulamamıştım. Korkmaktan bile korkuyor muydum acaba?

Geçen yıl Hindistan’a gitmeye niyetlendim. Araştırmalar, hazırlanan rotalar, her şey tamam gidiyorum derken görünmez bir el beni durdurdu. Gitmeyi çok istememe ve görünürde gitmemek için hiçbir sebebim olmamasına rağmen gidemedim. Neden gidemediğime de bir türlü anlam veremedim. Sordum kendime defalarca, cevap yok. Akışına bırakmaya karar verdim. Zaman geçti, bir yıl sonra içimdeki ateş yanmaya başladı yine, Hindistan’a gitmeliydim ama karar veremiyordum bir türlü. Dürüst olunca gitmekten korktuğumu fark ettim. Hindistan’a gitmekten çok Hindistan’a yalnız gitmekten korkuyordum. Daha önce yalnız yola çıktığım olmuştu ancak yolun sonunda tanıdığım birileri vardı o zaman. Gerçek anlamda yalnız başıma seyahat etmemiştim hiç ve bu bilinmez deneyimden korkuyordum. Korkum yalnız bir kadın olarak Hindistan’da seyahat etmenin zorluklarıyla ilişkili gibi görünse de (bu da bir gerçeklikti elbette) daha derinde başka bir şeyden daha fazla korktuğumu hissediyordum. Döndüğümde aynı olmayacağımı biliyordum ve değişmekten ölesiye korkuyordum. Bilinmezlik, değişim korkusu, rahatlık alanımdan çıkacak olmanın huzursuzluğu beni gitmekten alıkoymuştu onca zaman.

Zamanı gelmişti; bu sefer korkuya pabuç bırakmayacak, yüzleşecektim. Vazgeçmemek için vizeyi bile almadan uçak biletimi aldım. Sonrası çok kolay oldu ve gittim.

Hindistan’a ayak bastığım an huzur, güven, inanç (her şeyin yolunda gideceğine dair) doluydum. Ayak bastığım toprağın benim için sadece yeni bir ülke olmadığının farkındaydım. Korkumun sınırları dışına ayak basmıştım ben. Basar basmaz da ruhumda pek aşina olmadığım bir duygu filizlenmeye başlamıştı: Özgürlük.

Yalnızdım, korkmuyordum ve özgürdüm. İnsan korkmayınca her şey nasıl da yolunda gidiyormuş meğer. İlk günden itibaren çok güzel şeyler yaşadım ve tüm gezi boyunca korunduğumu hissettim. Gittiğim yerlerde hep güler yüzle karşılandım. Güler yüzlü kadınların hazırladığı köy sofrasına davet edildim; sabah rüzgârını tenimde hissetmeme olanak veren bir motosiklet arkasında şelale görmeye gittim; köyün tulumbasında neşeyle oynaşarak yıkanan çocukları izledim; yol kenarındaki küçücük bakkalda pişirilen lezzetli samosalarla kahvaltı ettim; antik tapınaklardaki inanılmaz detaylı kabartmaları izledim hayranlıkla; bir turistin kendi başına keşfedemeyeceği nefes kesen yerlere götürüldüm; gittiğim otelde Türk kahvesiyle karşılandım ve sufilik hakkında konuştum; çölde yıldızlardan oluşan gök kubbenin altında uyudum; hayatımda ilk kez deveye bindim: kale manzaralı terasta güneşi selamladım arkadaş olduğum yoga hocasıyla.

Pek konuşkan olmadığım halde tren istasyonunda, gittiğim misafirhanede, yolda, tapınağın bahçesinde insanlarla konuştum; çabucak arkadaşlık kurdum, beraber gezmeye başladım. Gördüm ki seyahat ederken sınırlar, ön yargılar kalkıyor ilişki kurmak, bir başkasının hayatına dokunmak çok ama çok kolaylaşıyormuş. Seçmeden edinmiş olduğumuz etiketlerin etkisinden sıyrıldım, politikalara boş verdim, bir İsrailliyle arkadaş oldum; savaşı lanetledik beraber. Söylenenlerin aksine insanlara güvendim; hiç de pişman olmadım. Çok ama çok yardım aldım.

Sınavlar verdim, kendimle yüzleştim. Hindistan zamansız bir ülke, zaman pek göreceli bir kavrammış, acele etmek faydasızmış. Tüm planlarımın birkaç dakikada alt üst olup, gitmek istediğim yerle alakası olmayan bir kasabaya gitmek üzere olan trene binmeme yarım saat kala, yetişebilecek miyim diye çıldırmak üzereyken tren istasyonu yerine Shiva tapınağına götürülerek kutsandım. Her şeyin yolunda gideceğinden emin olmamız gerekmiş! Başka bir şehirde yaptıkları ilginç organizasyonla beni trene zamanında yetiştireceğini iddia eden üç farklı otel personeline inanmayarak kendimi zorla istasyona bıraktırıp 2 saat trenin kalkmasını bekledim. Meğer bir bildikleri varmış. Tüm o zamanlarda treni kaçıracağım için kaygılandığımı zannederken Hintlilerin kaygı duymayışına sinirlendiğimi sonradan fark ettim. Bir türlü beceremediğim tevekkül bu güzel ülkenin her bir hücresine sinmiş sanki.

Biz düzenli hayatlarımızda her şeyi planlayabileceğimiz yalanına inanıp kendimizi uyuturken akışla gitmeyi seçenlerin çok daha mutlu olduklarını gördüm. Kaos çok da korkulacak bir şey değilmiş. Kaosun içinde dahi her şey tıkır tıkır işleyebiliyormuş, bakınız Hindistan trafiği. Din korku üzerine kurulmak zorunda değilmiş, kutlanarak da yaşanabilirmiş, müzik, dans, her daim bir cümbüş içinde. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun renkleri soldurmaya gerek yokmuş. Hindistan’ı tek bir kelimeyle anlat deseler rengârenk derdim.

Dönüş vakti gelip uçağın koltuğuna oturduğumda kendimi daha dün gelmiş gibi hissettim. Üç hafta kesinlikle yetmemiş, ağzına bir parmak bal çalınıp ortada bırakılmış insan hüznünü yaşıyordum. Üstelik Ankara’da bomba patlamış, insanlar ölmüştü. Geri dönmek istemiyordum. Benim seyahat ederken sınırları, önyargıları aşmam, hepimizin bir olduğunu hissetmem hiçbir işe yaramamıştı. İnsanlar hala kendileri gibi düşünmeyenleri öldürebilecek kadar acımasız, öldürdüklerinin de kendi gibi insan olduğunu, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu unutacak kadar özlerinden ayrı düşmüştü. Hayat acımasızdı ve kötülük her yerdeydi. Yola çıkmadan önce hissettiğim korku ve kaygı ülkemin üzerine sinmişti.

Yine de döndüm. Korktuğum da başıma geldi, değişmiştim. Bir kere gittiğinizde aynı kalmanıza imkân yoktur çünkü. Uzun zamandır sorguladığım şeyler gözüme dayanılmaz görünmeye başladı. Mesela fazla değil, temel ihtiyaçlarımı karşılamama yetecek bir miktar karşılığı neden günümün yarısını (lafın gelişi değil gerçekten 12 saat) iş için harcıyordum? Üstelik yalnız da değildim, çok insan bunu yapıyordu sanki çoğunluğun bunu yapması olayı normalleştiriyormuş gibi. Gerçekten keyif aldığımız bir iş yapmaktan her bahsettiğimde neden kredileri kimin ödeyeceği sorusuyla karşılaşıyordum hep? Ev-iş hattında, akşam televizyon karşısında, hafta sonu alışveriş merkezinde geçen normal yaşamlarımızda mutlu muyduk gerçekten? Sorular bitip tükenmek bilmiyordu.

Çok tehlikeli bir şey yapmış sınır dışına çıkmış, hayatımı bana dayatıldığı gibi değil değişik şekillerde de yaşayabileceğimin farkına varmıştım. Bir kere daha! Bu yeni bir kavrayış değildi benim için, her yurt dışından dönüşte böyle hisseder, sonra düzenli işime gide gele rutine alışır, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ederdim, düzeni değiştirmek kolay iş değildi ne de olsa.


Soru sadece şuydu: Bu sefer farklı olacak mıydı?

*Bu yazı Kuraldışı Dergi' de yayınlanmıştır