26 Mayıs 2017

Yurda Dönüş

İki hafta oldu yurda döneli. İstanbul’a iner inmez doğrudan ailemin yanına geçtim. Anneme yapmayı planladığım sürpriz elimde patlamış bulunmakta. Yolda olduğum zamanlar çok endişelendiğini bildiğim için geleceğim tarihi tam bildirmemiş, Anneler Günü’nde yanında olacağım gibi yuvarlak bir şeyler söylemiştim. Anneler Günü’ne daha iki gün var ve ben eve ulaşıyorum ama o da ne; kapı duvar, kimsecikler yok. Uzun süre yurt dışında olacağım için hattımı kapattığımdan telefonum çalışmıyor. Kapıda öylece kalakalıyorum. Sonrası mahalleyi ayaklandırma, anneme telefonla ulaşma, şehir dışında oldukları için kilidi kırarak eve girme filan.

Şimdi evin içindeyim ama zihnimde ne zamandır canlandırdığım hasret dolu kavuşma gerçekleşmiyor ne yazık ki. Bir tam gün süren bol aktarmalı yolculuğum sebebiyle oldukça yorgunum ama boş durmuyorum; yorgunluk dışında nasıl hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Hiç gitmemiş gibiyim! Aynı eve 10 ay önceki ziyaretimden farklı hissetmiyorum, sanki valizimi alıp bir kaç gün sonra Amerika’ya gideceğim, her şey aynı.  Memleketi özlemiş miyim diye tekrar bir yokluyorum kendimi; yok, sanki giden ben değilmişim, hep burdaymışım. Özlediğim şeyler var elbet; gelir gelmez ekmeğe yumulup yarım kalıp tam yağlı Edirne beyaz peyniriyle hatırı sayılır miktarda siyah zeytini mideye indiriyorum. Uzun zamandır hasretini çektiğim kokteyl domatesleri yiyorum iştahla. Sonra uyuyorum. Gece geç vakit annemlerin geldiğini duyuyorum ama açamıyorum kendimi.

Sonraki günler mutlak bir aile saadetiyle geçiyor. Eş, dost soruyor nasıl onca zaman sonra geri dönmek diye: bilmem diyorum, pek bir fark yok gibi. Bahar en sevdiğim mevsim. Bahçedeki güller ve hanımelleri coşmuş, bahçe sınırlarını aşıp sokağa taşmış durumda, kokuları inanılmaz. Hava serin hala, akşamları yorganla yatıyorum. Hattım açılır açılmaz hemen kitap siparişi veriyorum. Defne Suman’ın ben Hindistan’dayken çıkan son romanını okumak için sabırsızlanıyorum ve üniversiteden arkadaşım Özgecan’ın yayınlanan romanını okuyacağım için heyecanlıyım. Bunun dışında Amerikalı bir arkadaşın tavsiyesi iki kişisel gelişim kitabıyla beraber bir de roman alıyorum, Middlesex.

Bahçede ekim zamanı gelmiş. Bahçeyi kazıyorum, domates, biber, patlıcan fidelerini özenle dikiyorum, öyle bir haz alıyorum ki yaptığımdan hafızama not düşüyorum; toprakla daha fazla haşır neşir ol Serap! Bahçedeki kayısı ağacının üzeri pıtırak gibi meyve. Kirazlar, elmalar, armutlar dallarında olgunlaşmayı bekliyor sabırla.  Olgunluklarına yetişemeyeceğim diye üzülüyorum biraz.

Ev bana hoş geldin demek için gelen komşuların getirdiği eriklerle dolup taşıyor. Öyle yiyor öyle yiyorum ki sanırsınız kıtlıktan çıkmışım. Baharın benim için anlamı yeşil erik kesinlikle! Sonra bir de çekirdek var -baharla alakasız-  hani İzmir’de çiğdem dediklerinden, yeryüzüne en büyük armağanlardan biri bence. Biz de çekirdeğin anavatanı Trakya’danız değil mi, o kadar sevgimiz de olsun kendisine.

Gece gündüz kitap okuyorum; onlar, yüzler derken bini geçen sayfalar su gibi akıyorlar gözlerimin önünden. Öyle güzel âlemlere dalıyorum ki; tarifi imkânsız! 10 ay boyunca İngilizce kitaplardan başka bir şey okumayan gözlerim bayram ediyor adeta. Ruhum anadilinde okumaya aç kalmış, çok ama çok özlemişim!

Sonra Antalya’ya geliyoruz, ailecek. Gece geç vakit girdiğimiz evde alelacele yatakları yapıp yatıyoruz. Sabah uyandığımda Türkiye’ye geldiğimden beri ilk kez bir şeyler hissediyorum: yabancılaşma! Burası benim evim değil sanki yadırgıyorum çok. Bunda tüm kişisel eşyalarımın kolilerde olmasının büyük etkisi var elbette ama sadece o değil sanki. Şehirde hem de şehrin tam merkezinde yaşadığımı unutmuşum mesela. O kadar gürültülü geliyor ki tahammül edemiyorum. Yoldan geçen otobüslerin sesleri, okuldan gelen çocuk çığlıkları, camiden okunan ezan, apartmanın içinden gelen sesler. Hâlbuki burda yaşarken ne kadar sakin gelirdi bana, daha önce rahatsız olmamıştım hiç. Geçirdiğim 10 ayı düşünüyorum; birkaç günlük istisnalar dışında şehirde kalmamışım ki hiç. Hep doğanın içinde, insan sayısının sınırlı olduğu köy ve kasabalarda geçirmişim vaktimi.

Aslında ilk şoku Hindistan’dan sonra gittiğim Phuket’te yaşamıştım. Tam bir köyden indim şehre modundaydım. Bol ışıklı caddeler, alışveriş merkezleri, lüks arabalar, lüks evler, şık restoranlar, kesintisiz elektrik ve internet. İnsanların refah içinde yaşaması inanılmaz garibime gitmişti. Şehirde yaşamaya hiç alışamayacakmışım gibi gelmişti, üstelik Phuket bir şehir değildi.

Şu an yaşadığımsa daha başka bir yabancılaşma. Her şey çok eski görünüyor gözüme, hepsini atıp kurtulmak istiyorum, her şeyi yenilemek, sıfırdan başlamak! Yine de bir yandan temizleyip yerleştiriyorum eşyaları. Evin darmadağın halini gördükçe kaçmak geliyor içimden. İlk giden uçağa atlasam ve başka bir ülkeye atsam kendimi hemen şimdi.

Ben kurtulmaya çalıştıkça daha bir yapışıyor sanki yakama eski. Neyi atmaya kalksam annem “ Aa atma lazım olur belki” diyor. Lazım olur belki! Hep gelmeyecek bir geleceğe hazırlık, korku, yoksunluk duygusu, hayata güvenmeme. Neden bu kadar biriktirdiğimi daha net görüyorum şimdi, armut ağacın dibine düşüyor hep. Gerçi son 5 yılda bayağı mesafe kaydettim bu konuda. Yine de gitmeden önce attığım onca şeye rağmen bu kadar eşyanın nerden çıktığında akıl sır erdiremiyorum. En zoru kitaplara veda etmek ama bir 20 tanesinden daha vazgeçiyorum bu sefer.

Ev biraz toparlanınca başka duygular geliyor sonra. Antik müzik setini mutfağa koyup TRT3 radyosunu açınca mesela. Tanıdık, ılık bir şeyler. İçim balkona oturup yazı yazma isteğiyle doluyor, tıpkı eski günlerdeki gibi. Karşı koymuyorum, yazma zamanı gelmiş demek ki. 10 ayda yazı yazacak çok vaktim vardı ama olmadı bir türlü, dilediğimce yazamadım. Yazmak için sadece zaman yeterli olmuyor, insanın rutine de ihtiyacı var sanırım en azından benim var; günün belirli bir zamanı, sevdiğin bir ortam (benim evimde balkon orası), kahve…

Annem içerden seslendi az önce: “Ne yapıyorsun o kadar zamandır orda sen?” diye. Yazıyorum dedim. Ne yazıyorsun diye sordu, yazı dedim, blog için. Hayal kırıklığına uğradı; bende özgeçmiş hazırlıyorsun, işe gireceksin sandım dedi. Hala düzenli bir işe gireceğimi umut etmekten vazgeçmiyor.

Antalya semalarının ağladığı şu andan sonra ne olacak bilmiyorum. Tek bildiğim; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…