Biraz düşününce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biraz düşününce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2021

En Şanslı Gün - Akshaya Tritiya


Bugün Vedik Astroloji’ye göre 2021 yılının en şanslı günü Akshaya Tritiya. Hint kültürünü çok sevmemin sebeplerinden biri her günü bir şekilde özel kılması. Hindistan’a  gidenler  bilir; orda her gün bir kutlama, bir festivaldir.  Yolda yürürken, pazarda alışveriş yaparken bir bakmışsınız ziller, davullar çalmaya başlamış, insanlar dans ediyor, nehirlerde pujalar yapılıyor. Aynı şekilde orda her şey kutsaldır; inekler, fareler, maymunlar, ağaçlar, bitkiler, nehirler, dağlar... Hayatı yaşamak için daha neşeli bir yol düşünemiyorum; her anı bir kutlama halinde yaşamak. Jai !

Ne diyorduk; en şanslı gün. Deniliyor ki; bugün Ganj nehrinin Shiva’nın saçlarıyla yeryüzüne indiği günmüş. Pek hoş.

En şanslı günde ne yapmak istersiniz? Dilekler?

Covid  dünyamıza uğradığından beri  çoğu insanın iş yaşamı sekteye uğradığından  günlerin pek bir önemi kalmadı sanki, öyle ya; doğada Pazartesi yok! Ben bunu covidten daha önce kavradığımdan sendromlu Pazartesilerime veda edeli  biraz olmuştu zaten. Ancak bir şeyi bireysel ölçekte deneyimlemekle toplumsal  hatta küresel ölçekte deneyimlemek aynı değil elbette. Milyonlarca insan tişört pijama, hafta içiymiş hafta sonuymuş aldırmadan yaşayıp gidiyoruz şimdilerde. Bayrammış filan umurumuz değil.

Kaçınılmaz olarak günler birbirinin aynı olduğunda kendimizi nasıl hissediyoruz? Sokağa çıkmak yasak olduğundan netten aldığımız yüzüncü elbiseyi giyemediğimizde? Gidecek bir işimiz olmadığında biz kimiz? Son dizi izlendikten, son video oyunu oynandıktan, son yemek siparişi verildikten sonra ne yapacağız?

Geçen gün biri dedi ki; “Hiç bir şeyi yarına bırakmak istemiyorum; yarın ne olacağımız belli değil!”  Şaşırdım baya; daha önce belliydi de haberim mi yoktu? İşte böyle böyle, zorla da olsa uyanıyoruz  geçiciliğimize, hayatın belirsizliğine.

Ortak uyanışların yanında kişisel uyanışlar da oluyor elbette.  Geçen yıldan beri “Dünyada çok fazla acı var!” diye dolanıyorum ortalıklarda.  Bunu bilmiyor değildim elbette, doğalı beri etrafımdaydı bu acı ancak ilk kez kalbimde, hücrelerimde hissediyorum bu acıyı. “İnsan olmak acılı bir deneyim.” Cümlesi beliriyor sık sık zihnimde.  Sağım solum acı hep.

Yeni ay sabahı meditasyonda otururken yine dünyanın acısı çöreklendi yüreğime; insanın insana ettiği zulüm,  yerinden yurdundan edilen, aşağılanan insanlar, dini, ırkı yüzünden hor görülenler , insanca yaşayabilmek uğruna hükümetin aldığı kararları protesto için sokaklara dökülenler. Dünya koca bir yangın yeri, her yerinden acı fışkırıyor. Gözlerimden yaşların akmaya başlamasıyla beraber muazzam bir şefkat yayıldı içime sonra. Ah dedim, insan olma deneyimi bu işte , hissedebilen bir canlı olmak böyle bir şey, tam da bunun için burda değil miyiz?

Sorun acının varlığı değil,  acının varlığını kabul etmeye dair gösterdiğimiz direnç bence. Zenginler parasını fakirlerle bölüşse, ülkeler başka ülkelerle savaşmayı bıraksa, doğaya zarar vermesek, dünya harika bir yer, hayat bayram olsa dilekleriyle  üstesinden gelinebilecek bir şey değil  bu acı; dünyanın temelinde, insanın mayasında var. Acıyı kabul ediyoruz acı var ama asıl soru şu sanki; biz bu acıyla ne yapıyoruz? Yüreğimizdeki  bu acıyı derinden hissetmeden bu acıyı dindirmek için bir şey yapmamıza  imkan yok. Acı olmadan şefkat gelmiyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; yılın en şanslı gününde acı acı diye içimizi kararttın. Bekleyin biraz. Siz şansı piyangodan bilmem kaç milyon kazanmak olarak mı tanımlıyorsunuz? Ya da dilekleriniz şuyum olsun buna da sahip olayım gibi şeyler mi? Ancak ...... olduğunda mı mutlu olabilirsiniz? Bir daha düşünün. Tüm dilekleriniz gerçek olduğunda kim olacağınızı düşünün.

Belki  şu anda çok sıkılıyor, kapana sıkışmış hissediyorsun, belki maddi zorluklar içindesin, belki çok sevdiğin bir yakınını kaybettin ve onsuz yaşam düşüncesi içini yakıyor. Şu an insan olmanın her halini deneyimleyen güzel  insan kardeşim; bu yazıyı okuyorsan bil ki yalnız değilsin. Hissettiklerinde yanlış olan bir şey yok. İyi hissetmek için kendini  zorlamak zorunda değilsin. Biz insan kardeşlerin de aynı senin gibi hissediyoruz, acını paylaşıyor, seni seviyoruz.

Sonra, hiç bir gün diğerinin aynı değil sadece güne bakan gözlerin tozlanmış azıcık, üfleyiver tozları. Hangi gün olduğunu bilmesen de olur ama gün ne zaman doğuyor ne zaman batıyor bir bak, o zaman biraz daha kolaylıkla akacak zaman.  Biraz hareket et, silkelen, titre ve kendine gel, ister yoga ister dans ne seviyorsan artık. Biraz kuş dinle, ağaç izle balkondan ya da camdan. Bak çiçekler şikayet ediyor mu hiç covid filan diye.

Unutma, bugün en şanslı gün, yarın da, ondan sonraki günde. Bugün bayram, yarın da, ondan sonraki günde. Eline kalbine koy, nefes al, nefes ver. Öyle ya da böyle, burdayız işte. Madem gelmiş bulunduk, keyfini çıkaralım biz de.

Yalnız değilsin, hep seviliyor çok destekleniyorsun.

Tüm bunlara rağmen hala sıkılmaya devam ediyorsan da,  ananemin deyimiyle; "Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz."

En şanslı günün kutlu, mutlu olsun.

 

 

27 Mart 2020

Corona Günlükleri 4 – Kriz

Dün bir sürü arkadaşımla konuştum.

Corona hadisesi arkadaşlarımdan birini Mısır Seyahati sırasında bulmuş. Türkiye’ye zorlukla dönebilmiş ve Sivas'taki bir yurtta 14 günlük karantinaya alınmış. Yurtta binlerce kişiymişler. Test hala yapılmadığı için pozitif olup olmadığını bilmiyor.

Yıllardır Tayland’ta yaşayan ve turizm sektöründe çalışan bir arkadaşım bölümünde çalışan herkesi eve göndermek zorunda kalmış. (Ücretsiz izin) Kendisi evden çalışıyor ve iptal olan rezervasyonlarla ilgili otellerle görüşüyormuş tüm gün.

Dubai’de turizm sektöründe çalışan başka bir arkadaşım da evdeymiş. Böyle giderse bizim burdaki bölümü kapatırlar, 2 aya Türkiye’ye dönmüş olurum dedi.

Seyahat etmeyi  ve konuşmayı çok seven Hintli bir arkadaşım Hindistan’da sokağa çıkma yasağı ilan edilince depresyona girmiş. İzole olmak zorladığı için kendini alkole vermiş.

Hindistan’da seyahat eden Kanadalı bir arkadaşım sokağa çıkma yasağı öncesi  son dakika zorlukla bir yer bulabilmiş kendine. (Mekan sahipleri yabancıları kabul etmek istemiyormuş.)

Hindistan’da ashramda kalan Macar bir arkadaşım toplu dua etmenin yasaklandığını söyledi. Maksimum 5 kişilik gruplar halinde (Sadece ashramda kalanlar, dışardan kimse kabul edilmiyor.) aralarındaki mesafeyi  koruyarak dua ediyorlarmış.

Kelimenin tam anlamıyla DURMAKSIZIN çalışan  bir arkadaşım evde durma denemeleri yapıyor.  Artık çok daha sık iletişimdeyiz birbirimizle.

Hangi milletten olursak olalım ve dünyanın neresinde bulunursak bulunalım bir deneyimden geçiyoruz şu anda. Her birimizin deneyimi bilinç seviyemize ve yaşam tarzımıza göre ufak tefek farklılıklar gösterse de oldukça ortak bir yanı var bu deneyimin; hiç birimiz BİLMİYORUZ.  Bir şeyler oluyor; izliyoruz, okuyoruz ama o şeyin neden olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bu şeyin önümüzde nasıl bir yol açacağını da bilmiyoruz. Tam bir “Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim.” durumu içerisindeyiz.

Bunları düşünürken neden bilmem, yıllar önce yaşadığım  bir kriz geldi hatırıma. İşimi bırakma kararımın ardından Amerika’ya gitmiştim. Düşününce; aslında kriz yola çıkmamla başlamıştı sanırım.  15 Temmuz 2016 da uçağımın kalkmasından 2 saat sonra Türkiye’de darbe olmuştu. Gelişimin görkemli olması gibi Yeni Dünya’dan ayrılışım da muhteşem olmuştu. Önce kredi kartıyla ilgili bir sorun yüzünden uçağa kabul edilmemiş, uçak gözlerimin önünde kalkıp gitmişti. O gece Dallas’ta mahsur kalmış,  ertesi gün parası ödenmiş olmasına rağmen yeni bir bilet daha almak zorunda kalmıştım uçağa binmek için. Uçakta biri kalp krizi geçirince Oslo’ya iniş yapmak zorunda kaldığımızdan Doha’daki aktarmamı kaçırmıştım. Hava alanında geçen saatler sonunda  tam yeni bir uçağa binmek üzereyken dönüş biletim olmadığı için beni uçağa alamayacaklarını söylemişlerdi. Amerika bana gitme mi diyordu, Hindistan gelme mi diyordu bilmiyorum :D Kabus gibi geçen 2 günden sonra  güç bela ulaştığım Hindistan’da Rishikesh’e otobüs bulamadığım için Delhi’de mahsur kalmıştım bu sefer .

Konu çok uzadı, bahsedeceğim kriz bu değildi.  Rishikesh’e ulaştıktan sonra yoga eğitmenlik  kursuna başlamıştım. Aylarca Amerika’da kaldıktan sonra Hindistan’a , eğitimdeki  müthiş yoğun programa alışmaya çalışırken bir sabah uyandık ki  ne öğrenelim,  Hindistan hükümeti 500 ve 1000 rupilik banknotları tedavülden kaldırmış! Kurs ücretimi ödemek için yüklü miktarda para çekmiş olduğumdan elimde 500 ve 1000 lik banknotlardan oluşan binlerce rupi vardı. Banknotların belirli miktarda olmak üzere bankalardan değiştirileceği söylendi. Herkes bankalara koştu doğal olarak. Ucu bucağı görünmeyen kuyruklarda saatlerce bekleyip sıra geldiğinde öğrendik ki; tek seferde 2000 rupi değiştirilebiliyor  ve bir bankada birden fazla kere değiştirme yapılmıyor. Rishikesh banka sayısı belirli küçük bir kasaba. Halk sabah erkenden bankaya koşup sıraya giriyor.  Biz dersten çıkıp kuyruğa giriyoruz, iki saat bekliyoruz, bize sıra gelene kadar bankada para çoktan bitmiş oluyor. Bankamatiklerde de 2000 rupi sınırı var ve para konulur konulmaz bittiğinden yeni para  çekilemiyor. Bakkallar, alışveriş yaptığımız yerler eski para kabul etmiyor. (O döneme ait detayları "Burası Hindistan" yazımdan okuyabilirsiniz.)

Kriz anları verdiğimiz kararlar gerçekten önemli. Aldığım eğitime konaklama ve yemek dahil olduğundan ben nispeten şanslıydım. Okulla konuşarak ödemeyi belli bir komisyon karşılığı kredi kartımdan yaptım önce. Böylece elimde o an kullanamayacak olsam da bir miktar para kaldı. Yavaş yavaş değiştiririm diye düşündüm. Ben ancak bir ya da iki kere değişim yapabilmiştim ki Hindistan Hükümeti bundan böyle sadece Hindistan vatandaşlarının paralarının değiştirileceğini açıkladı. Paralar elimde kalmıştı! Ne yapacağımı bilemiyordum ama panik yapmamaya çalışıyordum.(En azından başımın üstünde bir çatı vardı ve karnım doyuyordu, değil mi?) Tek çözüm parayı Hintli birine vermek gibi görünüyordu. Öğretmenimle konuştum. Böyle bir durumda vaktini ve enerjisini böyle bir şeye harcamak isteyip istemeyeceğinden emin değildim. Neyse ki Hintliler gerçekten çok yardımsever bir millet, kabul etti. Paranın hepsini ona verdim. O da gün be gün, azar azar değiştirip bana verdi.

Sorun çözülür gibi olmuştu ama eğitimin de sonuna gelmiştik. Artık konaklama ve yemek için de paraya ihtiyacım vardı. Elimdeki para 2 hafta idare edecek kadar var yoktu. Ülkedeki para sıkıntısı devam ediyordu, küçücük kasabada para bulunan bankamatik bulmak çok zordu. Başka bir yere mi gitsem, orda kalmaya devam mı etsem karar veremiyordum bir türlü. O sırada  bir  önceki yıl Hindistan seyahatimde konakladığım otelin sahibi "Serap, ülkede para sıkıntısı  var ve devam edecek gibi görünüyor. Artık sertifikanı aldın, buraya gel ve yoga dersi ver, kalacak yer ve yemek için para vermene gerek yok." dedi. Nasıl rahatladım anlatamam. Böylece ülkenin kuzeyinden en batısına gittim ve orda geçirdiğim 40 günün sonunda para sıkıntısı nispeten azalınca seyahatime devam ettim.

Tüm bunlar neden şimdi aklıma geldi bilmiyorum, belki içinde bulunduğumuz ne yapacağını bilememe hali bir çağrışım yarattı.

4 yıl önce yaptığım o yolculuk bana çok ama çok şey öğretti. (O yolculuğa çıkma kararını almak başlı başına ayrı bir konu.) Bu çokluktan birini seç derseniz hiç düşünmeden "Hayata güvenmek ve onunla beraber akmak." derim. Kişisel gelişim  öğretilerinde pek klişe duran bu tanımın anlamını o yolculukta deneyimledim ben. O yolculuğa bakıp gözümü bu ana çevirdiğimde aklıma gelenler;

- O yolculuk gibi hayat ta bir yolculuk ve bu yolcuğun bir sonu var.

- Her türlü sıkıntı gelişim için müthiş bir fırsat. İnsan rahatken kendini geliştirme ihtiyacı duymuyor. Kısıtlı imkanlar, zor durumlar insanın yaratıcılığını güçlendiriyor.

-Kriz anlarında uzun vadeli plan yapmak anlamsız. Koşullar durmaksızın değişiyor. Gelecek belirsizken bugünden başka bir zaman yok. Aceleye gerek yok, tek seferde tek adım. Öncelik günü kurtarmak.

- Hayata güvenmenin hediyesi çok ama çok büyük. Bunu defalarca deneyimledim. Ne zaman endişeye kapılsam, korksam ve o duygularla karar alsam işler hep daha kötüye gitti.  Ne zaman o duyguları biraz aralayıp, sakin bir yerde durup, hayırlısı neyse o olsun desem yaşam aktı. Yardım değişik vesilelerle bana ulaştı.

-Hayat bizden çok büyük. (Ben burda hayat hayat diye bahsediyorum, siz içinizde o çağrışımı yapan, size daha uygun olan bir kelimeyle değiştirebilirsiniz bunu.) Benim hayattan bekleyebileceklerim ve isteyebileceklerim çok sınırlı. Bunu o yolculukta, daha önce hissetmediğim coşkunlukta ve taşkınlıkta duyguları hissedince anladım. Bizim isteklerimiz hep geçmiş yaşantımız doğrultusunda sınırlı, halbuki hayatta sonsuz seçenekler, sonsuz var olma biçimleri mümkün.

-Evren kesinlikle dost canlısı bir yer. (Biz öyle hissetmediğimiz zamanlarda bile öyle.)

-Hayat her zaman bizim yanımızda. Onun müthiş bir kurgusu ve dengesi var. Olan her şeyin ardında müthiş bir zeka ve bizim hesaplayamayacağımız bir matematik var.

-Her şey ama istisnasız her şey geçiyor.

Bu yazdıklarımın dışarda neler oluyor, kadın ne anlatıyor gibi algılanmasını istemem. Biliyorum; insanlar hastalanıyor, ölüyor, yakınlarını kaybediyor . Farkındayım, insanlar  (Ben dahil, tuzum kuru bir yerden yazdığım düşünülmesin.) işlerinden oluyor. Sadece diyorum ki; bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında hiç bir şey. Hayatımızın altı mı iyi üstü mü iyi bilmiyoruz.

Ancak hücrelerime kadar biliyorum ki; zaman yıllardır öğrendiğimiz metotları, teknikleri uygulama zamanı. Yogayı instagramda like almak için öğrenmedik, şimdi yogayı, meditasyonu, pratiği kullanma zamanı.

Korku senaryoları üretip yaymanın kimseye faydası yok, zaman enerjimizi, titreşimimizi yükseltme zamanı. Önümüzde nerden baksak 6 aylık bir süreç var, zaman bu süreci değerlendirme zamanı. O zaman hadi, hep birlikte...

25 Şubat 2020

Yeni Ay


Yeni ay etkileri nasıl gidiyor? 23 Şubat’ta Balık burcunda bir yeni ay gerçekleşti.  Ay, güneşle dünya arasına girdiği için bize görünen yüzü ışık alamadı, gökyüzü karardı. 

Yeni aylar beni  dolunaylardan daha fazla etkiliyor. Sebebini bu yeni ayda çok daha iyi anladım; gökyüzünün zifiri karanlığı beni kendi karanlığıma götürüyor.

Bu dünyada her şey zıddıyla mevcut, aydınlığa giden yol karanlıktan geçiyor. Karanlığa bakış da kolay iş değil; çokça cesaret, sabır ve güç gerektiriyor.

Yeni ay günü,  duygularımın bulandığı bir anda zihnimde çamur imgesi belirdi.  Bakmaya çalıştığım yer bir bataklıktı sanki ve benim ordan bir şey bulup çıkarmam gerekiyordu.  Sonra ardından lotus çiçeği geldi aklıma. Lotus ülkemizde yaygın olarak görülen bir çiçek olmamasına rağmen  birdenbire zihnimde belirmişti. Bu elbette bir tesadüf değildi.  Lotus çiçeğinin Hindistan ve Uzak  Doğu’dan gelen  pek  çok öğretide metafor olarak kullanıldığını biliyordum. İçimden; “ Köklerini çamurda daha da derine sal Serap, çiçek açabilmen için başka yol yok!” diye geçirdim.  

Duygularımın izini sürerek iki gün öncesine gittim.  İşte ordaydı. Birinin yaptığım işi eleştirdiği an içime bir kor ateş gibi düşmüştü. Korun ateşinden sebep önce kükremiş, zeytin yağı gibi üste çıkmaya çalışmıştım. Tam kendimi haklı çıkarmak için karşımdakini suçlamaya başlamıştım ki; eleştirinin küçük de olsa haklı olabileceğini kabul eden yanım suçluluk duymaya başladı. Bu, hazmı öfkeden çok daha zor olan bir duyguydu benim için.  İçimdeki  rahatsızlık dayanılmaz hale geldiğinden karşımdakine “Enerjimizi boşa harcamayalım!” diyerek konuşmayı bitirdim hemen.

Ertesi gün,  konuşma bitmiş ama içimdeki yankıları bitmemişti. Küçük bir eleştiri canımı neden bu kadar çok sıkmıştı? Daha önce eleştirildiğim anları düşündüm, hepsinde de çok sinirlenmiştim. Bu sadece eleştirilmekle alakalı bir konu olamazdı, derinde yatan başka bir şey vardı sanki.

Kişisel gelişim kitaplarında  -ben de  dahil olmak üzere yoga derslerinde- sıkça söylerler; duygudan kaçmayın, onunla kalın. Söylemesi kolay da, yapması! İnsan böyle bir durumda yaşadığı rahatsızlığı hissetmemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. İlk tepki tanıdık yollarla duygudan kaçış oluyor. Ben de kendimi yemeğe verdim. Bu farkında olmadığım bir davranış değildi kesinlikle ancak o anda bunu değiştirecek gücüm yoktu, hızlı bir çözüme ihtiyacım vardı. Tüm dünyayı bir çırpıda mideme indirdim. (Siz de mutluluğu sık sık pizza ve makarna yiyerek bulmaya çalışıyorsanız sindirilmemiş duygularınız olması ihtimali yüksek.)

Hepimizin belli durumlara karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları var ve bu mekanizmaların  çoğunluğu çocuklukta oluşuyor.  Kendimizi  yüzleşmeye hazır olmadığımız bir durumla yüzleşmeye  zorlamak  kendimize zarar vermemize sebep olabilir. Daha gelişmişleri oluşana  kadar bu ilkel mekanizmaları arada bir kullanmakta sakınca yok bence (Alışkanlık haline getirmeden elbette).  Fırtına kopuyorsa önce canınızı kurtarın, hasar tespitini sonra yaparsınız. Ben de öyle yaptım.

Sular durulduktan sonra, bu sabah okuduğum kitaptaki bir cümle tüm ışıkları yaktı birden. Eleştirilmek içimdeki büyük bir yarayı tetikliyordu; yetersizlik. Mükemmeliyetçi bir annenin çocuğu olarak yaptığım hiç bir şeyin “yeterince iyi” olmadığına inanarak büyüdüm.  Annemin standartlarına ulaşmak imkansızdı. Kendi dışında hiç kimsenin yaptığı işi beğenmezdi. Her şey onun istediği zamanda, onun istediği şekilde yapılmalıydı. Bu  imkansız olduğu için; ne yaparsam yapayım onu memnun edemediğimi hissederdim küçükken.

Aynı mükemmeliyetçiliğin bende de yerleşmiş olduğunu anlamam yıllar aldı. Kimsenin yaptığını beğenmemem sebebiyle her işi kendim yapmaya çalışıyordum. Yardım almak asla bir seçenek değildi! Hiç unutmuyorum;  çalıştığım iş yerinde bana yardımcı olması için bir eleman almışlardı. Adam o kadar baştan savma (Bana göre elbette.) iş yapıyordu ki; kendi işlerimi bitirdikten sonra onun yaptıklarını tekrar yapıyordum. Bir süre sonra ona hiç iş vermez oldum . Adam aylarca hiç bir şey yapmadan  para kazandı.

Mükemmeliyetçilik kontrolcülüğü yanında getiriyordu. İnsanları, durumları, olayları kontrol etmek için insan üstü çaba harcıyordum. Her durumu önceden planlamaya çalışıyordum. Tatile gitmeden önce gideceğim ülkedeki  şehrin sokaklarına varıncaya kadar ezberlemiş oluyordum. Bunun beni nasıl tükettiğini anlamam yıllar aldı.

Yaptığım işin eleştirildiği o an tepkiyi veren 41 yaşındaki Serap değil içimdeki küçük Serap’tı.  Çok büyük bir acı duyuyordu çünkü eleştirildiğinde yetersiz hissediyordu. Ona göre yetersiz olmak daha az sevilmekle eşdeğerdi.

Bunları annemi suçlamak için yazmıyorum. Herkesin elinden gelen en iyi şekilde, en doğru bildiğini yaptığına yürekten inanıyorum. Bedenlerimiz büyürken içimizdeki çocukları büyütmek bizim sorumluluğumuz. Önermesi gerçek olmasa da (Yetersiz olursam beni sevmezler ) o gün o küçük kızın hissettiklerinin gerçek olduğunu biliyorum. Onu sevgiyle kucaklıyorum. Kendimize sarılmayı öğrenmediğimiz sürece hiç bir kucaklamanın yeterli gelmeyeceğini çok iyi biliyorum.

Yeterliyim, yeterlisin, yeterliyiz. 

24 Şubat 2019

Aydınlana aydınlana


Sevgili Okur,

Kimsin, ne kadar okursun, neler okursun bilmiyorum ama şu an burda olduğuna göre yazdıklarımın sana ulaşması gerekiyor. Yogayla tanıştığım günden beri hayatım küçük büyük aydınlanmalarla geçiyor ve ben bu aydınlanmaları (bilinçli olarak değil) bir süre kendime saklayıp içimde öğüttükten sonra bir şekilde yazıya döktüğümü fark ediyorum.  Bunu herkese açık olan blog yazılarımı ve instagram paylaşımlarımı kastederek söylüyorum elbette.  Yoksa aydınlanmalarımı doğrudan kaydettiğim, yazma sıklığım sebebiyle “günlük” diyemeyeceğim bir defterim her zaman mevcut.  Demem o ki; bu yazı halka açık hale geldiyse birazdan paylaşacaklarım içimde epeyce yer etmiş demektir.

Bu aydınlanmalar benim için büyük insanlık için küçük gibi görünebilir ama inan öyle değil. Bunları yazan ben ve okuyan sen  (yani her ikimiz de) “insan” olduğuna, her insanda insanlığın her hali mevcut olduğuna ve  “insanlık” insanlardan oluştuğuna göre aydınlanmalarım pekala devasa öneme sahip olabilir insanlık için.

Tüm bu büyük lafları ederken birazdan ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığından emin olmanı isterim. Sadece parmaklarımı idare eden ilahi güce güveniyorum.  Haydi başlayalım.

İlk olarak hayallerini yıkarak başlamak istiyorum işe; ilham perisi diye bir şey yok!

Bunu uzun zamandır biliyorum aslında. Yazmayı çok seven biri olarak yıllarca kendimi ilham perisinin varlığına inandırdım. O peri ki “bir gün” sol omzuma oturup “yaz kızım” diye kulağıma fısıldayacak, ben de bilgisayarın başına oturup  tıkır tıkır koca bir romanı yazıp bitirecektim.  Tahmin edersiniz ki öyle olmadı (olmuyor)! Bir yerde okumuştum; yapmaktan en çok korktuğumuz şey yapmaya en çok ihtiyacımız olan şeymiş. İtiraf ediyorum; yazmaktan ölesiye korkuyorum. Neden bilmiyorum. Belki de yazarken kendimi çırılçıplak hissetmemdendir çünkü yazarken hiçbir şeyi saklayamıyorum.  Görmekten, duymaktan ve bilmekten çekindiğim her şey birden karşıma dikiliveriyor.  Yazarken her şey  “gerçek” oluyor. Bu sebeple yazma isteği içimde dayanılmaz hale gelene kadar kaçıyorum bu histen. O his geldiğinde de hemen oturup yazmak lazım; dur şunu da yapayım, bu da bitsin dersen yazına veda edebilirsin. Tüm “o şeyler” bittiğinde oturduğun an aklına yazacak tek şey gelmeme ihtimali çok yüksek.

Kışın gelmesiyle beraber sabah pratiğim biraz geç saate taşındı. Yataktan kalktığımda hava aydınlanmaya yüz tutmuş veya aydınlanmış oluyor. Haliyle ne yaptığım yoga ne de meditasyonum beni “yeteri!” kadar (neye göre?) tatmin etmiyor. Uzun bir aradan sonra bu sabah daha ezan okunmadan uyandım. Ah  sabahın bu saatleri! Günün en güzel saatleri bana göre.  Meditasyondayken kapalı gözlerimin ardından günün aydınlandığını hissetmek gibisi yok. Bu sabah bir de ek olarak üzerime kelimeler yağmaya başlamasın mı? Amanın, şimdi ne yapmalı?  Kalkıp bilgisayarın başına geçip kelimeleri yazıya mı dökmeli mi yoksa oturup meditasyona devam mı etmeli? Büyük dilemma.  Hayatımız tamamen yaptığımız seçimlerden oluşuyor. Sadhanamı yazıya tercih ederek oturmaya devam ettiğimden kalkıp yazmaya başlasaydım neler çıkabileceğini hiç birimiz bilemeyeceğiz. (O yüzden diyorum o his geldiğinde hemen yazmak lazım diye) Meditasyonun ardından yogamı yaptım ve mantra söyledim. Kendimi oldukça tatmin olmuş hissettim. Güzel bir kahvaltı, ardından kahvemi içerken kitap okuma derken günlük olağan rutinimi tamamlayıp yazının başına geçene kadar vakit öğleni buldu. Sonuçta belki aynı kelimeleri değil ama bazı kelimeleri yazıyor olduğuma göre yaptığım seçimden pişman değilim hakim bey.

İlham perisine geri dönecek olursak; elimizde hiç kalmadı, onun yerine her gün düzenli çalışma verelim.  Kolay değil mi diyorsunuz? Kimse kolay olduğunu söylemedi. Formül basit, her gün otur yaz. Ben yazı yazmıyorum ki, tüm bunlardan banane diyebilirsiniz. Hemen kestirip atmayın; bunu her şeye uygulayabilirsiniz. O boş tuvalin karşısına oturmadıkça resim kendiliğinden orda belirmeyecek, gitarı eline almadıkça notalar kendini bestelemeyecek. Sanatçı ruhlu biri olmadığını mı düşünüyorsun; sağlıklı beslenmeyip hareket etmedikçe fazla kilolarından kurtulamayacaksın, ölesiye sıkıldığın işinden ayrılmadıkça aslında ne yapmak istediğini bilemeyeceksin, neden sürdürdüğünü bilmediğin ilişkinin içinde kalmaya devam ettikçe kendini tanıyamayacaksın. Sihirli değnek yok. 1.bombayı patlatıyorum; dışarda seni “kurtaracak” biri yok. Asıl ve daha önemli 2. Bombayı patlatıyorum; kurtarılacak biri de yok. Aciz, mağdur, kurban, defolu, kırık, bozuk, onarılması, düzeltilmesi, değişmesi gereken bir şey değilsin sen. Olduğun halinle mükemmel ve sevilesi bir insansın ve acı çekmek için burada değilsin. Sadece kim olduğunu ve neden  burda olduğunu bilmen gerekiyor. Bu bilme zihinsel değil içsel bir bilme.  Bu içsel bilme haline gelmek için yeni bir şeyler bilmene gerek yok, aksine işin sırrı bildiklerini unutmaktan geçiyor.  Elbette bu yolda ilerlemek için bir takım yöntemlere ihtiyaç duyabilirsin.  Ne o yöntemler dersen ben kendi tecrübemden yoga ve meditasyon derim ancak tek bir yöntem yok.  Yakın bir arkadaşım var, pozitif bilim ve zihinle kavranan şeyler dışındaki pek çok şeye dudak büker, fasa fiso der, nasıl bildiğini bilmiyorum ama O da biliyor mesela.  (O da yazı yazan birisi)  Demem o ki; bilmek için Hindistan’a gitmene, yoga yapmana gerek  yok (Ben yine de yapmanı tavsiye ederim o ayrı ) Bu dünyada kaç milyar  insan varsa o kadar yöntem  olduğuna inanıyorum. Biricik ve eşsiz bir varlıksın. Yaparken zamanı, yemeyi, içmeyi unuttuğun ne var? Onu yap. Düzenli olarak yap ve herhangi bir sonuç beklemeksizin yap. (Ve hayır, bilgisayar oyunu oynamaktan bahsetmiyorum!)

2. Aydınlanmama geçiyorum. İhtiyaç duyduğun bilgi içinde.

Her yılın kendine göre bir teması var; bu yılın ki arınma ve harekete geçme bana göre. 2019’a hasta başladım.  Grip, virüs sebebi nerdeyse 10 gün ölü gibi yattım. Sonrasında duygusal bir sarsıntı yaşadım. Dürüstlük, şüphe, güven gibi kavramlar dikkatime çekildi. 7 yıl önce bu kavramlarla ilgili ciddi bir sınav vermiştim. İşin aslı ben sınavı verdiğimi düşünmüştüm ancak aynı yerden geldiğine göre demek ki verememişim. Bunu görüp kabul etmek bayağı zorladı. Sonra 7 sayısı dikkatimi çekti. Hayatımda 7 yıl arayla bir şeyleri değiştirdiğimi fark ettim. 7 yıl rehberlik yaptıktan sonra bırakıp 7 yıl dış ticaretle uğraşmıştım. Yoga da tam 7 yıl önce hayatıma girmişti. Bu ilginç saptamayı yaptıktan 1 ay kadar sonra Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında şu cümleyi okudum; Her yedi yıllık dönem belli bir yaşantı ve ders kümesini temsil eder. Yedi erginlenmenin sayısıdır.” (Bu kitabı tüm kadınlar okusun, hatta erkekler de okusun.)  Ben de derslerimi tekrar ediyordum.  Hemen ardından uzun zamandır arzuladığım bir şeyin belki de asla gerçekleşmeyebileceğini öğrendim. Hayat kesinlikle beni sınıyordu, tıpkı 7 yıl önce sınadığı gibi. Ancak bu sefer geçen seferkinden biraz daha farklıydı, ben daha donanımlıydım. 7 yıldır hayatımda olan yoga karşıma çıkan tüm olaylarla baş etmekle ilgili müthiş yetenekler kazandırmıştı bana. Son derece kırılgandım ancak bu kırılganlık bana müthiş bir güç veriyordu. Zeyna  gibi olan bu halimden gurur duydum. Korkmuyor değildim ancak korkuya rağmen hareket etmeyi başarabiliyordum.  Bu sarsıntı beni bir takım kararlar almaya itti ve biri bedenimi diğeri enerji alanımı temizlemek adına 2 şeyden 40 gün boyunca vazgeçmeye karar verdim. Şu an yolu yarıladım. Geçen gece rüyamda niyetimi bozmam için acayip cazip bir teklif gelmesine rağmen kabul etmedim. (Hayatınızda en beğendiniz ve beraber olmak istediğiniz kişiyi düşünün, o kişi size geliyor ve sizinle olmak istiyor ve siz hayır diyorsunuz. Bunun gibi bir şey. ) Rüyada bile olsa; irade 1 arzu 0.

Buraya kadar olan kısım arınmayla ilgiliydi; yüzleşemediğimiz duygularımızı görme, kabul etme, kendimizi ve diğer kişileri affetme, eskiden kalan tortuları temizleme ve bedensel arınma. ( Bedensel arınma kısmına bu 40 gün bittikten sonra başka konularda da devam etme kararı aldım.)

Gelelim harekete geçme kısmına; harekete geçip ne yapacağız, devrim mi? Belki de evet, kişisel bir devrim bahsettiğim. Belki siz de benim gibi ne istemediğini çok iyi bilmesine rağmen ne istediğini bir türlü bilemeyen insanlardansınızdır. (Can yoldaşlarım benim, sokulun şöyle yamacıma.) Hatırı sayılır sayıda yılımı ne istediğimi bulmaya vakfetmiş biri olsam da pek başarılı olduğumu söyleyemem. Zira istek (arzu) dediğimiz şey doğası gereği sürekli değişen bir şey. Burda bahsettiğim şey bu tarz isteklerden biraz daha farklı; çok iddialı olmayacaksa” yaşam amacı “ gibi bir şeyden bahsetmek istiyorum. Ve harekete geçeceğimiz konu da bu yaşam amacını yürürlüğe koyma.

Yıllardır değişik yerlerden pek çok mesaj alıyorum. (Kulağa çılgınca gelebilir ama doğru.) 2015 yılının sonunda Işığını Parlat diye bir yazı yazmıştım. O yazıyı yazdıktan 6 ay sonra düzenli işimden istifa ettim, evimi bıraktım ve sırt çantamı alarak yollara düştüm. O zamandan beri “düzenli” bir işim, gelirim ve sigortam yok. Yoga dersi vermekten başka hiç bir iş yapmıyorum, geçimimi bundan sağlamaya çalışıyorum ve verdiğim bu karardan şüphe ya da pişmanlık duyduğum bir an bile olmadı. (ÇALIŞIYORUM kısmını özellikle vurgulamak istiyorum zira metrekareye düşen yoga öğrenci sayısının yoga öğretmen sayısından çok daha az olduğu günümüzde insanların “yogadan para kazanma” gayesiyle işlerinden ayrılmalarını enteresan buluyorum. İnstagramda gördüğünüz yogadan büyük paralar kazanan, bazı spor giyim markalarının temsilciğini yapan birkaç kişi sektörün gerçeğini yansıtmıyor. Yogayı bir  “hayat yolu” seçmekten başka bir sebeple mevcut olan işinizden ayrılıp yoga eğitmeni olmak istiyorsanız yol yakınken dönün derim. Sadece yoga öğreterek geçiminizi sağlamak hiç de kolay bir iş değil. En azından birkaç sene. )

Ne diyordum, mesajlar. Yıllardır mesajların gelmesine rağmen 2019 yılında aldığım mesaj sayısı inanılmaz. Önüm, arkam, sağım, solum mesaj. Bunların bir kısmı doğru yolda olduğumu söyleyen onaylayıcı mesajlar; öğretmem, bilgiyi aktarmam, paylaşmam yolunda. Bir kısmı da yaratıcılığımı kullanarak harekete geçmem konusunda. Ne yapmak üzere? Bilmiyorum. Burdaki “yaratıcılık” kelimesi oldukça ironik. Zira benim “yaratıcı biri olmadığım” konusunda nerden geldiğini bilmediğim çok ciddi bir kök inancım mevcut. Yaratıcılık 2. Çakra olan Svadisthana’nın konusu ve enteresandır ki hayattaki tüm sınavlarım bu çakranın konularıyla ilgili. Bu kadar bilgi ne işine yarıyor diye soruyorsanız şu an için HİÇ.

Hal böyle olunca kendimi daha bir açtım mesajlara, belli ki geliyorlar ama şifreyi çözmede sıkıntı var. Bir takım kartlar aldım kendime yol göstersin diye. O kartlar vesilesiyle birkaç gündür önüme sürekli “yaratıcı yazarlık” geliyor , ben de gülüyorum.  Aslında son birkaç gündür bayağı gülüyorum. Öyle yüz hatlarında hafifçe değişime yol açan gülümseme gibi değil; karnımın derinliklerinden, gürül gürül, kahkahalarla, gülme göz yaşlarına dönüşene kadar, o derece. Sebebi bu ara okuduğum bir kitap. Yazarının otobiyografi ya da anı kitabı olduğunu kesinlikle reddettiği bir yaşam öyküsü; ismi Tibet Şeftali Turtası. Tom Robbins kitaplarını okuduysanız yaratıcı yazarlık ne demek iyi bilirsiniz. O nasıl bir hayal gücü öyle! Kendi yaşamından bahsettiği bu kitabı okurken adamın yazar olmak için doğduğunu çok net olarak görebiliyorum; buraya bunun için gelmiş. Hayat amacı diyoruz ya; işte onun ki bu. İşte böyle bir adamın kitabını okurken karşıma çıkan “Yaratıcı yazarlık” mesajına da gülmeden edemiyorum, yaratıcı yazarlık mı? Ben mi? Ha ha haaaaaaaaa

Peki, ya düşündüğümüz kadar zor değilse? Hepimiz yaratanın bir parçası değil miyiz? O zaman bu “yaratıcılık” ın bizde de olmasından daha doğal ne olabilir? Yaratıcılığı kendimize yakıştıramayışımızın sebebi reddedilme, beğenilmeme, onaylanmama, yeterince ….. olmama korkumuz olabilir mi? Bence düşünmeye değer.

Ne konuda harekete geçeceğimi, ne yapacağımı bilemediğim için kendimi mesajlara açtım dedim ya, bunu dışardan beklemekte bir şekilde yanılsama. Nitekim almam gereken mesajı kendime dün verdim. Hayatında ilk kez yoga yapmaya gelmiş, düşüncelerini dışardan okuyabileceğim kadar endişeli bir gençle verdiğim ders sonrası konuşuyorduk. Yaptığı yanlış seçimlerden dolayı çok kaygılandığını, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Sonra şöyle bir ses duydum; “Bilgiyi dışarda arama, ihtiyaç duyduğun bilgi içinde. İçinden gelen sesi dinle…” O ses benimmiş meğer.

Buraya kadar gelebildiysen azimli bir okuyucu olduğunu kanıtladın, tebrik ediyorum. Bende aydınlanmalar bitmez, arada uğra yine.


28 Aralık 2016

Bir Yıl Daha Biterken – Kısa Bir Özet Yaşama Dair


İşte bir yıl daha bitiyor. İnsan yaş aldıkça zaman daha hızlı geçer derlerdi de inanmazdım. Bu yıl fırtına gibi geçti adeta. Ne çok şey oldu; hem kişisel hem ortak tarihlerimizde. Dünyaya bakıyorum da; zıvanadan çıkmış gibi geliyor. O kadar fazla olumsuz şey oldu ki; daha fazla kötüye gidemez artık diyorum, bundan sonra muhakkak iyi bir şeyler olacak. Her şeyin kökten değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Değişim devinim demek, kolay olmayacak elbet.

Yoganın ilk kolunun ilk ilkesi Ahimsa yani şiddetsizlik. Var olan her şeye karşı şiddetsiz olma durumu. Öyle geniş bir tanımı var ki nasıl açıklanır bilmiyorum. Yoga felsefesi öğretmenimin söylediği, bu prensiple çelişir gibi görünen bir cümle çok hoşuma gitmişti; şiddet olmasaydı dünya olmazdı. En basitinden; bir ağacın oluşabilmesi için tohumun ölmesi gerek. Öyle basit bir ölüm de değil üstelik tamamen parçalanması, tüm potansiyelinin, özünün toprağa karışması gerek ki bundan ağaç gibi yeni bir şey ortaya çıksın. Dalları göğe uzanan, milyonlarca yapraktan oluşan heybetli bir ağaç düşünün, tohumdan kat be kat büyük. Tüm bu büyüklük işte o küçücük tohumun içinde saklı ve tohum ölmediği sürece hiçbir işe yaramayacak, ne ağaç olacak, ne çiçek açacak ne meyve verecek.

2012 yılında marduk dünyaya çarpacak ve kıyamet kopacak diye ortalık birbirine girmişti. Marduk dünyaya çarpmadı ama benim kıyametim o yıl koptu kesinlikle. Başıma gelmesinden korktuğum her şey üst üste başıma gelince gerçeklik algımı yitirdim tamamen. Ben dediğim kişinin bir yabancı, hayatım dediğim şeyin kurmaca olduğunu fark ettim, bir de hayatlarımız üzerinde hiçbir kontrolümüz olmadığını. Böyle büyük bir değişimle karşı karşıya kaldığınızda eskisi gibi yaşamaya devam etmenize olanak yok. Araştırdım, okudum, yardım aldım, anlamaya çalıştım neden böyle olduğunu; öyle ya, sebepsiz kuş uçmuyor. Tüm başıma gelenler uyandırma çağrısıymış meğer.

2013 kendimi tanıma ve yeniden yapılanmayla geçti. Etrafımızda sevdiklerimiz, ailemiz, eşimiz, arkadaşlarımız olsa da hayatta yalnız olduğumuzu derinden kavradım. Mevlana’nın dediği gibi; “Bu yol senin ve sadece senin yolun. Başkaları seninle yürüyebilir ancak senin için yürüyemez.” Ben de yalnız yürümeye başladım yolumu. Kolay olmadı hiç yıllarca beraber yapmaya alıştığım tüm o şeyleri yalnız yapmak. Canım o kadar yanıyordu ki ölüyordum sanki. Sonra fark ettim ki ölmüyordum, küllerimden yeniden doğuyordum Anka kuşu gibi,  doğum sancılı geçiyordu sadece. Bebektim yeniden ve tüm dünya yabancıydı bana, ağlıyordum ben de. Elime ne geçerse ağzıma götürüyor tadına bakıyordum ne olduğunu anlamak için. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Sonra emeklemeye başladım ve adım atmaya. Bir yıl sürdü yeniden ayağa kalkmam.

2014 yılında büyülü şeyler oldu; coştum, taştım kendimden, çiçek açtım adeta. Tüm duyularım keskinleşti; renkler daha parlak yemek daha lezzetliydi. Ortak bir dil keşfettim var olan her şeyle, ağaçların, hayvanların sesini duyuyordum sanki. BİRdim tüm yaradılışla. Yoganın anlamını kavradım.

2015 geldiğinde yerimde duramıyordum. Gitmem gerekiyordu bir yerlere ama korku elimi kolumu bağlıyordu, hareket edemiyordum. Bir gayret topladım tüm cesaretimi ve çıktım yola, ne iyi etmişim! Daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyu deneyimledim o yolculukta: özgürlük. Korkunun gözünün içine bakmayı becerebildiğimizde ne muhteşem hediyeler bekliyormuş bizi yolda. Sistemin kölesi olmayı reddeden, başka hayatlar yaşayan insanlar gördüm. Evleri, arabaları, paraları yoktu ama özgürdüler. Hayatları müzikle, dansla, şiirle, yaratarak, yardım ederek, paylaşarak geçiyordu. Derinde bildiğim bir gerçeği yaşam tarzlarıyla yüzüme vuruyorlardı, hayatımı para karşılığı satmak zorunda değildim. Hayat sevmediğim şeyleri yaparak harcayamayacak kadar kısaydı.

2016 da ne yapmam gerektiğini biliyordum, sadece nasıl yapmam gerektiğine karar vermem gerekiyordu. İlk yarı denemelerle geçti. Ben ille de şöyle olsun dedikçe, sabırsızlandıkça olmuyordu bir türlü, nerden tutsam elimde kalıyordu. Hayat diretmeye gelmiyor. Çaresiz bıraktım ben de… Bırakır bırakmaz bir afan bir tufan neye uğradığımı şaşırdım. Çorap söküğü gibi her şey öyle hızlı gelişti ki! Nasıl olduğu önemsizdi, istediğim olmuştu sonuçta.

Amerika’ya ayak bastığımda öğrendim ki; Türkiye’de ben uçağa bindikten 1 saat sonra darbe girişimi olmuş. Yani uçağım 1 saat geç olsa orda olamayacakmışım! Bir kere daha anladım ki hayat planlanabilir bir şey değil. Demek belli yerlerde olmam, belli insanlarla tanışmam gerekiyormuş, tüm işleyiş buna göre programlanmış.

İnsanız ve ölümlüyüz, sınırlı zamanımız var dünya denen bu gezegende. Her birimiz öyle ya da böyle bir anlam arıyoruz hayatlarımızda. Bu boşuna bir arayış değil elbette, her bir ruhun belli bir sebepten burda olduğuna inanıyorum ben. Bazılarımız şanslı, içgüdüsel olarak biliyor neden burda olduğunu. Bazılarımızın da benim gibi araştırması gerekiyor bu anlamı bulması için. Geçen yıl bu zamanlar bir yazı yazmıştım Işığını Parlat diye, o zaman biraz malum olmuş gibi sanki bana ama bu yıl Ganj nehri kıyısında bir sabah geçirdim ki derinden anladım neden burda olduğumu. Dilerim tüm ruhlar bulsun hayatlarının anlamını ki acı çekmesinler daha fazla…

Şu anda Hindistan’dayım. Mardin’e inanılmaz benzeyen, kendimi evimde gibi hissettiğim bu güzel şehirde (Jaisalmer) ışıklarla aydınlatılmış kaleye bakarak yazıyorum bu satırları, fonda Ayten Alpman çalıyor. Hafiften bir esinti var ama tişörtümle üşümeden oturabiliyorum dışarda.

Yeni yıla bu çöl şehrinde, uzun zamandır hayal ettiğim yoga eğitmenliği sertifikamı almış olmanın huzuruyla gireceğim için mutluyum. Yarın ne getirecek hiç birimiz bilmiyoruz, elimizde sadece şu an var. O zaman şu an burda olalım hepimiz.


Mutlu yıllar…

14 Haziran 2016

İnsanın Doğası


15 Ocak 2016

Dün gece yılanlarla ilgili bir belgesele rastladım televizyonda. Başını kaçırdığım için içeriği kesin bilmiyorum ama Hindistan’da yılanlarla ilgili araştırma yapan bir klinikte yaşanan olaylar anlatılıyor anladığım kadarıyla. Klinikte çalışan Hintli delikanlı yılan tarafından sokulduğu anlardan birini anlatıyor.  Zehir çok çabuk yayıldığı için bir motosikletin arkasına bindiriyorlar delikanlıyı. Yarı baygın olmasına rağmen düşmeden hastaneye yetiştiriliyor motosikletle, hemen müdahale ediliyor. Yarım saat gibi kısa bir süre içinde müdahale edildiği için delikanlı ölmekten kurtuluyor. Ancak yılanın soktuğu elinde ömür boyu hasar kalacağını söylüyor sunucu ve delikanlının elinin görüntüsü geliyor ekrana.  O kadar kötü bir görüntü ki ne kadar acı çektiğini tahmin bile edemiyorum. Batılı sunucu soruyor : “ Siz yılana yardım etmek isterken yılan sizi soktu, ne hissediyorsunuz?” . Delikanlı yüzünde kocaman bir gülümsemeyle cevap veriyor : “ Kızgın değilim, sokmak yılanın doğasında var.”


Yılanın doğasında sokmak var peki, insanın doğasında ne var?

4 Şubat 2015

Cazdan Prangalara

Sizin de plak takılır mı zaman zaman? Hayatınızda bir şeyleri tekrar etmeye başladığınız dönemler olur. O dönemlerde değişik keşiflerde bulunursunuz bazen, mesela çok güzel bir film izlersiniz ve birden farklı görünmeye başlar her şey gözünüze. Takılma yön değiştirir birden, yönetmene takılırsınız, kimmiş, daha önce hangi filmleri çekmiş araştırır, diğer filmlerini bulur buluşturur izlersiniz. Biraz daha, biraz daha girmek istersiniz o dünyaya. Kim Ki-duk’la ilişkimiz böyle başlamıştı.

Ya da bir şarkı çalınır kulağınıza girdiğiniz kitapçıda, tüyleriniz diken diken olur.  Albümü alır dinlersiniz bir daha ve bir daha. Her dinleyişinizde başka şeyler duyarak ve bu tekrardan hiç sıkılmayarak, tüm duygusunu içinize alıp her bir hücrenize sindirerek. Önce birkaç şarkıdır takıldığınız, dönüp dönüp onları dinlersiniz. Sonra bu güzelmiş, bu da güzelmiş derken bir bakmışsınız tüm albümü benimsemiş, kişiselleştirmiş, kendinizden bir parça haline getirmişsiniz. Bu şekilde dinlediğim son albüm Buika’nın 2013 te çıkardığı La Noche Más Largas albümüydü.

2015 yılının ilk hediyesi güzel bir albüm oldu;  Ervah-ı Ezel. Ne kadar da güzel bir isim; ruhların ilk yaratıldığı zaman anlamına geliyormuş. Halil Sezai’nin albümünü dinleyene kadar hiç duymamıştım türküyü. Albüm çoğu duymaya alışık olduğumuz -bazıları da meraklısının bildiği- şarkı ve türkülerin yeniden düzenlemelerinden oluşuyor. Bilinen bir şarkıyı alışılmışın dışında bir yorumla söylemek oldukça riskli bir iştir; çoğu zaman sonuç pek başarılı olmaz, kulak alıştığı şekli arar durur çünkü. Bu albümde ise bu durumun tam aksi gerçekleşti benim için. Prangalar gibi normalde dinlemeyeceğim bir şarkı yapılan düzenlemeyle bambaşka bir hale büründüğünden içimde garip duygular uyandıran güzel bir şarkıya dönüşüverdi mesela. İki keklik türküsünü çok severim, en çok da Erkan Oğur yorumunu beğenirim.  Bu albümdeki yorumunda öyle güzel enstrümanlar kullanmışlar, enstrüman çeşitliliğini o kadar güzel bütünlemişler ki dinlerken alıp götürüyor. Halil Sezai şarkıları güzel yorumlamış ancak albümün başarısı büyük oranda Ekin Eti’nin düzenlemelerini yaptığı müziklerinden kaynaklanıyor bana kalırsa.
Şarkıların oldukça “Damar” olduğu bu albümü bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de içinde bulunduğum ruh hali muhtemelen. 
İtiraf ediyorum; benim çok fena bir damarım var sevgili okur!  Her daim şeylerin nasıl olması gerektiğine dair fikirleri olan ve bu fikirleri arsızca, olur olmaz zamanlarda, avaz avaz kulağıma bağırıp duran.  İstediği olmadığı zaman tüm dünyayı yakıp yıkmak isteyen, kızan, öfkelenen, küçük bir çocuk gibi yerlere yatıp tepinen. Ölümüne isteyen ve istediğini oldurmak için çırpınırken en çok kendine zarar veren, acıtan, kanatan, canı çok yanan ve yandıkça-sözüm ona-  buna sebep olanın canını yakmak isteyen. Tüm dünyanın yüzüne haykırdıklarını bilmezden gelen, hırsından gözlerimi kör, kulaklarımı sağır, dilimi lal eden. Her seni dinlemiyorum deyişimde “Ama bunlar hep senin iyiliğin için” diye kulağıma fısıldayıp duran. Benim bir damarım var, tuttu mu mümkün değil bırakmayan. Siz de tanırsınız, hatta belki sizin bile vardır bir damarınız adına EGO denen.

İşte benim damarım şahlandı bu sıralar ve beni kandırmaya çalışıyor. Öyle şekillere bürünüyor, kendini öyle ustalıkla saklamayı başarıyor ki az daha inanacağım söylediklerinin gerçek olduğuna.  Sen onu seviyorsun ama o seni sevmiyor diyor misal.  Sevgi bir alışveriş değildir diyorum, illa bir karşılığının olmasına gerek yok.  Seni senin onu sevdiğin kadar sevmiyor diyor bu sefer. Sevgi ölçülmez ki diyorum, hem neye göre karar vereceğiz kimin ne kadar sevdiğine. Kendisinden o kadar emin ki hiçbir cevabı kabul etmiyor;  sevseydi şöyle yapardı, böyle davranırdı ardı ardına sıralıyor. Ona göre sevmenin bir reçetesi var, içindekiler de mutlak ve değişmez. Bir tanesi bile eksik olsa kıyametleri koparıyor. Dayanabilecek gibi değil birinin hele de en kıymetlinin onu sevmiyor olabileceği ihtimaline, sanki ölecek. Arada bir bilge yanım başını kaldırıp bir laf edecek olsa hemen ağzının payını verip yerine oturtuyor. Ben de ikisi arasındaki bu çekişmeyi sisler arkasından, acıklı bir filmi izler gibi izliyorum.
Tüm bunlar olurken yüzüme tokat gibi çarpan bir cümle ilişti gözüme dün, diyordu ki  “ O da sevmeyiversin.” Bu kadar basit işte.  Sahi ne olur beni sevmezse? Kabulde olmak ne kadar da özgürleştirici ama bu kadar drama arasında mümkün mü? Düalizmin doruklarında gezinirken, sırf istediğim karşılığı alamıyorum diye “öteki”ni düşman ilan etmişken, yarayı sağaltacağım yerde kabuğunu defalarca kaldırıp onu derinleştirmeyi marifet sayarken mümkün mü? Gerek var mı gerçekten bu kadar acıya? Belki de var, belki de acı bizi büyüten.

Zor geçirdiğim bir günü anlatırken arkadaşım dedi ki bu kadar yoga yapıyorsun, nefes tekniği biliyorsun neden uygulamadın? İnsanım çünkü dedim.  Sanıyoruz ki yolu bilmekle yolda yürümek aynı şey, değil tabi ki.  İnsanın öğrendiklerini hayatına geçirmesi için iyice sindirmesi lazım. İnsan olmak kolay iş değil, kor ateşlerde yürümek, değirmenlerde öğütülmek gerekiyor bazen.  
Aynı arkadaşım Halil Sezai’nin albümünü çok beğendiğimi söyleyince kolay gelmedin sen de buralara dedi, cazdan prangalara. Hangimiz kolay geldik ki olduğumuz yere?

25 Kasım 2014

Ömrün Çiçeği

Çiçeklere olan sevgim güzel görünmeleri ve kokmalarının ötesinde bir anlam ifade etmemiş olsa da uzun yıllar boyunca bana,  her zaman çok sevmişimdir çiçekleri.  Aslına bakacak olursak haklarında pek bir şey bilmeden geliştirdiğim bu sevgi tamamen yüzeyselmiş, sonradan farkına vardım.

Yıllar önce kendime açmak üzere olan bir lale almıştım saksıda ve iş yerime götürmüştüm. Güneşini, suyunu eksik etmemiş hevesle açmasını beklemiş, açtığındaysa çok mutlu olmuştum. Ne yazık ki mutluluğum fazla uzun sürmemiş, kısa süre sonra yapraklarını dökmüştü güzelim lale. Aradan biraz zaman geçip her gün manasızca baktığım boş saksıda bir hareket olmayınca biraz araştırma yapmış ve o zaman öğrenmiştim lalelerin yılda bir kere sadece Mart ve Nisan aylarında açtıklarını. Bunu öğrenince büyük hayal kırıklığına uğramıştım; “Kim bir yıl boyunca bir çiçeğin açmasını bekler!” diye düşündüğümü çok net olarak hatırlıyorum. Beklemeyi hayatım boyunca hiç sevmedim ve sabır her zaman zorlu bir sınav olmuştur benim için. Karar vermiştim,  lale benim çiçeğim değildi, benim çiçekleri her zaman açık olan bir çiçeğim olmalıydı. (Cahilliğimi mazur görün, böyle bir çiçek var mı onu bile bilmiyorum). Boş saksı sinirimi bozduğu için eve götürüp balkonun bir köşesine koymuştum. Sonrasında hiç sulamadığım için de soğanı kuruyup gitmişti çiçeğin.
Bu yılın başında yeni evime taşındığımda arkadaşım çok güzel bir mor orkide getirdi bana, 2 hafta boyunca çiçeklerini izlemeye doyamadım. Sonra çiçekleri döküldü, yaprakları solmaya başladı. Nasıl bakılması gerektiğini internetten araştırdım. Sulama şeklini değiştirdim, yerini değiştirdim, yok olmuyor, çiçek elden gidiyor. İş yerinde çiçeklerle çok ilgili bir arkadaş var, ona danıştım. Getir bakalım deyince iş yerine getirdim çiçeği.(Şimdi başka bir yerde çalışıyorum.)  Önce saksıyı büyüttük, ağaç kabukları koyduk toprağına, doğrudan güneş almayan bir yere koyduk. Birkaç ayda canlanıverdi çiçek, yaprakları dimdik oldu. Her çıkışında çiçek verecek sandığım ama aslında kök olan salkım saçak bir şeyler çıkarıp durdu. Geçen gün çiçeği sularken bir de baktım kökten farklı yapısı olan bir şeyler çıkmaya başlamış. Acayip heyecanlandım, arkadaşa gösterdim, bu dallardan çiçek verecek dedi. Ben hemen açacak sanıp, yılda bir açmıyor mu bu dedim, evet dedi. O zaman fark ettim ben çok kısa bir süre sonra çiçeğin bana gelişinin senesi olacağını; koca bir yıl nasıl da geçmiş! Zaman nasıl da göreceli bir kavram…

İş yerindeki orkidenin yanında bir de sümbülüm var benim.  Son zamanlarda o da soğanından yeşerme çabalarında. Bizim çiçek profesörü sümbülü görünce,  bu yeterince güneş almıyor burada dışarıda bir yere koy dedi. O anda içime bir sıkıntı çöreklendi. Hani bazı anlar vardır, aslında bildiğiniz gerçeklerin balyoz gibi kafanıza dank ettiği, tam da o anlardan biri.  Bu çiçeğin durumu kendi durumu mu aynaladı bana.  Ve ben yüzleşmek zorunda kaldım sümbülün bile gelişemediği, camları açılmayan, 15 kişinin bir arada çalıştığı bu lüks açık ofiste günümün tam on buçuk saatini oksijensiz bir şekilde geçiriyor olduğum gerçekliğiyle.
İş bununla kalsa iyi, üstelik kendi ellerimle örmüştüm hapishanemin duvarlarını tuğla tuğla, hem de ne zorluklarla. Elbette çok geçerli nedenlerim vardı, artık istikrarsız yaşamaktan yorulmuştum. Az da olsa düzenli bir gelirim olmaydı, düzenli çalışma saatlerim, ne zaman çalışıp ne zaman tatil yapacağımı bilmeliydim, hava sıcakken soğuk, soğukken sıcak olan bir yerde çalışmalıydım, bir ofiste. Bu sebeple bırakmıştım eğitimini aldığım rehberlik mesleğini 7 yıl önce, “Garanti” de olmak için!

Çiçeğin açmasını 1 yıl bekleyemeyen ben 7 yıl sonra nerdeyim şimdi? Kredisini ödediğim bir evden başka ne var elimde? Çiçeklerim açsınlar diye uğraşıyorum da,  ihtiyacım olan toprağı, güneşi, suyu, havayı sağlıyor muyum kendime? Ruhumu coşturan bir iş yapıyor muyum? Bu sorular dönüp duruyor kafamda bir süredir. Uzun ofis saatlerinde gezgin bloglarındaki profillerde insanların işlerini güçlerini bırakarak dünyayı gezmeye karar veriş hikâyelerini okuyup bir gün böyle bir karar verecek kadar cesur olup olamayacağımı sorup duruyorum kendime. Rahatlık alanımın sınırlarını ne kadar zorlayabilirim?

Ömür denen narin çiçeğe ne kadar hoyratça davrandığını fark eden her insan gibi içim acıyor benim de ve bu acı araştırmaya sevk ediyor beni, ben ne yapmayı severim, neleri iyi yapabilirimi bulmaya.
Cevapları bulmaya çok uzak hissettiğim bu aralar çok güzel bir yazı çıktı karşıma diyor ki;

"Yalvarırım sana... Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Sorunların kendisini sevmeye çalış; kilitli odalar veya yabancı lisanlarda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi yaşama meselesidir. Şu anda, soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın." *
Fazla söze ne hacet; çare yok, soruyu yaşayacağız bir süre daha…

*Rainer Maria Rilke

8 Temmuz 2014

Ölüme Dair Bir Yazı

Pazar günü Osho’nun Yoga kitabında ölümden bahseden bölümü okuyordum.  Kitapta diyordu ki; farkında olursak tam olarak ne zaman öleceğimizi bilebilirmişiz. Ölüm gelmeden önce işaretler gelirmiş. Yazılana göre insan ölmeden 9 ay önce (Aslında tam olarak 9 ay değil, ana rahminde kaldığınız süre kadar önce  -7 aylıksanız 7 ay önce- ) Hara’da-göbekte bir şey kıpırdarmış. Bunu okuyunca yaklaşık 2 ay kadar önce tam da o bölgede hissettiğim hareket geldi aklıma. Hatta bunu blogta da yazmıştım. Bu hatırlayışla acaba dedim, acaba işaret geldi mi? Bu durumda 7 ay kadar bir vaktim kalmış oluyor.


Ölümlüyüz. Hepimiz de bunu biliyoruz. Ama ısrarla hiç farkında değilmişiz gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ölümden ölesiye korkuyoruz çünkü.  Sonra bir şey oluyor; yakınımızda biri ölüyor, hastalanıyoruz, hayatımızda kökten bir değişiklik oluyor ve hatırlıyoruz yeniden, öleceğiz, evet, hepimiz bir gün öleceğiz. Gel gör ki zihin kabul etmek istemiyor, hep başkaları ölür diyor, ölüm senin için değil. Seni küçük sorunlarına geri çekiyor hemen, ayın sonunu getiremedin, çok istediğin arabayı alamadın, sevdiğin kız seni terk etti, arkadaşın sana kazık attı, çok kilo aldın vesaire.  Küçük dünyanın küçük sorunlarına dönmenin dayanılmaz hafifliğinde devam ediyorsun yaşamaya, ta ki seni kendine getirecek başka bir olay olana kadar. Aslında işaretler hep geliyor. Ya da gelmiyor, işaretler hep orda zaten, gözünün önünde ama görmek istemiyorsun bir türlü. Günde milyon kez şikâyet ediyorsun ama biteceğini düşündüğün an birden kıymetleniyor hayat, bırakmak istemiyorsun, ölüm fikrinden bile korkuyorsun, kaçıyorsun. Nedir tam olarak bırakamadığın, seni buraya bağlayan ne? Nedir korktuğun, yok olmak mı? Var olduğundan nasıl bu kadar eminsin?
Düşündüm, diyelim 7 ay sonra öleceğim, ne yapacağım şimdi? Tabi saçma geliyor, bir saniye sonra bile yaşayıp yaşamayacağımı bilmezken 7 ayın hesabını yapmak ama diyelim ki öyle.  Bir şey yapmak gelmiyor içimden, bir şeyi değiştirmek ya da. Öyle akıp gitsin diyorum. Ne yapacağım ki? Yıllardır görüşmediğim insanları mı arayacağım? Namaza mı başlayacağım? Hep yapmak istediğim dünya turuna mı çıkacağım? Ne anlamı var? Tüm bunları yaptıktan sonra ölsem ne değişecek?
Daha bir ay olmadı; Robin Williams’ın bir filmini izledim.  Doktor adama 90 dakika sonra öleceğini söylüyor. Adam koşa koşa yıllardır seks yapmadığı karısına gidip seks yapmaya, 2 yıldır görüşmediği oğluna gidip ilişkisini düzeltmeye çalışıyor. Olan ne, ne değişti?
Yine birkaç yıl önce gitar diye bir film izlemiştim. Genç bir kadın 2 ay ömrü kaldığını öğreniyor aynı zamanda işinden kovuluyor, sevgilisi terk ediyor. Hayatı birden berbat bir hal alıyor. Sahip olduğu tüm para ve kredi kartları ile gidip kocaman bir daire kiralıyor, eşyalar alıyor, dilediği gibi yiyip içiyor bir de çocukluğundan beri hayalini kurduğu gitarı alıyor. Günlerini hiçbir şeyi dert etmeden, evine gelen birkaç kişinin hayatına dokunarak sürdürmeye başlıyor.
Filmlere, kurgu hikâyelere gitmeye gerek yok, çok yakınımda kanlı canlı örneği duruyor. Kardeşini kanserden kaybettikten 5 ay sonra kendisine kanser teşhisi konan canım annem. Dayımın kanser hastalığıyla geçen son yılına yakından tanıklık etmenin etkisiyle ben bu yolun sonunu biliyorum, tedavi olmak istemiyorum diyerek başta tedaviyi reddeden, zorlukla kabul ettirdiğimiz kemoterapi dönüşleri kusarken Allah’ım ölüyorum diye haykıran, neden ben diyerek ağlayan, sonra yaşama iç güdüsüyle dimdik ayağa kalkan, savaşan ve en sonunda kabullenen, teslim olan canım annem. Tüm ömrünü başkaları için endişelenerek, kimse üzülmesin, kırılmasın diye içine atarak, başkalarının mutluluğu için çırpınarak harcayan canım annem. Bakıyorum o da öğreniyor artık, boş vermeyi, önemsememeyi, biraz da olsa kendini düşünmeye başlamayı. Nasılsın diye sorduğumda ağrılardan bahsetmek yerine bir şarkı söyleyiveriyor telefonda bana. Evet, ölüm çok yakınımızda.
7 ay sonra ölme konusundan arkadaşıma da bahsettim. Konunun yabancısı değil; aylar önce bana geçen yıl gördüğü bir rüyayı anlatmıştı. Rüyasında ölmüş olan babası yanına gelmiş, o da ölüm hakkında sorular sormuş babasına. Babası tüm sorularını yanıtsız bırakmış ve tek cümle söylemiş; merak etme, yakında geleceksin yanıma. Ve balon gibi uçup gitmiş sonrasına.  Arkadaşım tüm bunlar olurken babasının ölü olduğunun farkında olduğunu, kendisinin de babasının ölü olduğunun farkında olduğunu,  bunun bir rüya olmadığını söyledi. Ona inanıyorum kesinlikle. Sabah uyandığında gülmüş, ağlamış, çok değişik duyguları aynı anda hissetmiş. Ama o gün değişik hiçbir şey yapmak gelmemiş içinden, çok ikiyüzlüce gelmiş. Ben de tamamen aynı hissiyattayım.
Demem o ki; gerek var mı illa hara daki hareketi beklemeye, kanser hastası olmaya, düşünmeye başlamak için bir yakının ölümüne şahit olmaya. Yaşadığımız her dakika ölüm için bir hazırlık değil mi zaten? Elimizde “Şu an” dan başka bir şey var mı? Kendimize, bedenimize, etrafımıza ettiğimiz bu zulüm niye? Sonsuzlukla kıyaslandığında şu minicik, küçücük varlığımızın, kâinatta kapladığımız yerin hacmi, kütlesi ne kadar? Her şey sonluyken -ya da sonsuzken- nedir nesneye, insana tutunma, bağımlı olma, sahip olma isteği? Neden bu yapışma, bırakmama? Akış nerede? Teslim olma?
Bırakma isteği bir yanda ona direnen zihin öbür yanda. Peki ben neredeyim? Henüz gidemezsin, daha bütüne katkıda bulunmadın diyen hangisi? Bütüne nasıl katkıda bulunacağımı nasıl bileceğim? Bölünmüşlük hissi ne zaman son bulacak? Soruların ardı arkası kesilmiyor.
Tanrının var olup olmadığından bir türlü emin olamayan bir arkadaşım sormuştu geçenlerde; biz öldükten sonra ne olacak diye. Ben de bedenimiz yok olacak ama ruhumuz (ya da içimizdeki enerji, adına ne dersen de ) devam edecek diye. Sana göre kolay demişti, dayamışsın sırtını yok olmayacağın düşüncesine. Sanırım ben de inanacağım artık bu Tanrı fikrine, yoksa delireceğim dediğinde teslim ol demiştim ona, sadece teslim ol.

Söylemesi kolay, yapması zor, teslim olmak, bırakmak.
Tüm bunları yazarken bir kere daha farkına varıyorum sorunumu(zu)n, düşünmek! O kadar çok düşünüyoruz ki yaşamaya vakit kalmıyor düşünmekten.
Şimdi biri bana söylesin, 7 ay yeterli mi tüm bu soruları cevaplamaya? Ya da, soru neydi ki?



19 Mayıs 2014

Maraton mu Yüz Metre Koşusu mu?

Şu an huzur doluyum. Aylak yaşam kampında oturmuş sade kahvemi içiyorum. Radyoda Ah İstanbul'un Hüsnü Şenlendirici yorumu çalıyor. Aslında başka bir şey yazmak niyetiyle oturmuştum ama kafam başka  yerlere gitti şimdi. Bir şarkı, bir koku, bir görüntü bazen nerelere götürebiliyor insanı, inanılmaz. Hayat küçük küçük anların toplamı olsa gerek, böyle zamanlarda daha çok hissediyorum bunu.

Geçen gün katıldığım eğitimde eğitmen sordu, hayat maraton mudur yoksa 100 metre koşusu mu? Herkes bir şeyler söyledi. Beni en çok henüz yaşı çok genç olan delikanlının yanıtı etkiledi. "Hayat monotondur. (Maratonu monoton mu anlamıştı acaba?) Her gün işe gidiyoruz uzun saatler çalışıp eve geliyoruz. Bu yüzden hayatımız monoton. Sonra evleneceğiz, çocuklarımız olacak. Yaşlanıp emekli olduğumuzda tor torun bakacağız, sonra da öleceğiz ." dedi. Bu insanın genç yaşında yaşadığı bu yılgınlık ve umutsuzlukla ilgili ne hissedeceğimi bilemedim. Üzülsem mi acaba? Ama halinde bu duruma karşı rahatsızlık hissettiğine dair bir iz de yok. Ona göre hayat böyle bir şey ve bu da çok doğal gibiydi sanki. Sonra hissettiğim şeyi buldum, merak! Çok merak ettim, hayat hakkında düşledikleri bunlar mıydı gerçekten? Belli bir sırayla hayatı yaşamak. Yapılacaklar belli, dolayısıyla kafa yoracak, kafayı karıştıracak bir şey yok, öylece yaşayıp gidecek. Böyle bir hayatın yılgınlık ve umutsuzluk verici olduğunun tamamen benim fikrim olduğunu fark ettim. Ah bu ben! Her düşündüğümün mutlak doğru olduğu yanılgısına ne sık düşüyorum.

Peki, ben neler düşünüyordum hayat hakkında O'nun yaşındayken? Onun yaşındayken değil de, çocukken mesela hep kendimin çok farklı ve özel biri olduğunu düşünürdüm. Büyüdüğümde ünlü bir şarkıcı olacaktım. Herkes beni tanıyacak bana hayran olacaktı, her istediğimi yapabilecektim. Bir de doktor olma hayalim vardı, ameliyatlar yapacak insanların hayatlarını kurtaracaktım. Mutlaka önemli biri olacaktım yani. Daha da önemlisi; ne olursam olayım kesinlikle etrafımdaki insanlar gibi "sıradan" olmayacaktım.

Zaman ilerledikçe hayatımın diğer insanlarla aynı çizgide gittiğini fark ettiğim anlarda bile fikrim değişmemişti. Bir müzik aleti çalmak istiyordum mesela. Eline aldığı her müzik aletini kendi kendine öğrenip çalan abimin aksine ben bir türlü beceremiyordum. Ama olsun diyordum, Jimi Hendrix'te çok geç yaşta başlamış gitar çalmaya ama harika bir gitaristti. (O sıralar, nerden bilmiyorum Jimi Hendrix'in 21 yaşında gitar çalmaya başladığı duymuştum. 21 yaşında ve hala gitar çalmayı öğrenebileceği umudu taşıyan biri uydurmuştu herhalde.) Umudu elden bırakmıyordum hiç. İstenilen şeyleri gerçekleştirmek  için çok çalışmak gerektiği gerçeğini görmezden geliyordum. İstiyordum öyleyse olacaktı, başka yolu yoktu.

Okuldan mezun oldum, çalışmaya başladım ve evlendim. Klasik bir Türk kızı yaşamasam da aşağı yukarı herkesin yaptıklarını yaptım ben de. Ne müzisyen oldum ne de doktor. Yaşım ilerleyip ünlü olmanın pek de matah bir şey olmadığını anladığımda hayal kırıklığım azaldı. İnsan olmanın yaptığın meslekle alakalı olmadığını öğrendim. Bülent Ortaçgil bir şarkısında diyor ya; "İyi meslek yoktur, işini iyi yapan insanlar vardır." diye, gönülden katılıyorum.

Hatta sizle de paylaşmak isterim. Geçen gün ikamet adresimi değiştirmek için nüfus müdürlüğüne gittim. Sabah 8'di, içerde bir kaç kişi vardı, yeni açmışlardı. Sıra alayım mı diye sordum. "Kimse yok ki hayatım, gel yapayım işlemini." dedi kırklarında bir abla. Ülkemde devlet memurları tarafından azarlanmaya alışmış her insan gibi ben de çok şaşırdım. Oturdum karşısına. Tayland'an aldığım bileklik ve küpeleri işaret ederek "Takıların çok güzel." dedi, teşekkür ettim." Biz kadınlar böyleyiz takıya düşkünüz işte ama napalım, tek lüksümüz bu. Sanki tatile mi gidebiliyoruz, aldığımız iki küpe bir yüzükle mutlu oluyoruz işte" dedi. Aslında bir şikayet dile getiriyordu ama bunu öyle içten gülümseyerek yapıyordu ki, sanki dünyadaki güzelliklerden bahsediyordu. Çok hoşuma gitti bu tavrı. İşini bitirince " İşlemin bitti Serapçım, öpüldün hayatım." dedi bana. İnsana mutlu olmak için fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını hissettiren bu güzel kadın sayesinde binadan yüzümde kocaman bir gülümsemeyle çıktım. Doktor değildi, hayat kurtarmıyordu, ünlü değildi ve kimse O'nu tanımıyordu ancak işini iyi yapıyordu ve daha önemlisi insanları gülümsetebiliyordu.

Hayat baştan sona tek bir doğru üzerinde ilerleyen bir şey olarak değerlendirilirse sonuç hüsran olabilirmiş gibi geliyor. Oysa her günü bir 100 metre koşusu olarak düşünürsek tökezleyip düştüğümüz zamanlar ayağa kalkmak daha kolay. Performans günden güne değişebilir. Her insanın hayatında kendini daha iyi ve daha kötü hissettiği zamanlar olur. Bu zamanların sürekli olmadığının farkına varmak  hayatı keyifle yaşamanın anahtarıymış gibi geliyor. Her yeni gün yeni bir umut ve kim bilir ne sürprizlere gebe.

Ben bu sefer yapmam gerekeni değil yapmak istediğimi yaptım. Çıralı'dan sevgilerle...

17 Mayıs 2014

Planlarımız ve Hayat

İşte güzel bir gün daha. Pazartesi de tatil, ballı kaymak yani. Gel gör ki zaman ve para pek zorlu bir ikili, birinin varlığında diğeri ortadan kayboluyor, nedendir bilinmez.

Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlermiş. Ben bu ayı nasıl geçireceğim diye dertlenirken bir de baktım arabanın sigortası bitmiş, muayene zamanı gelmiş. Sanayiye götürdüm, bir dünya masraf da orda çıktı filan derken mali olarak göçtüm. Şu an ciddi olarak mali durumumu düşünmem gereken bir durumdayım yani. Peki, ben ne yapıyorum? Çıralı'ya gitme, yoga kampına katılma planları. Hatta daha da ileri gidiyorum, arabayı satıp Hindistan'a gitsem nasıl olur acaba? Eski Serap olsa çıldırırdı, değişim bu olsa gerek.

Hayatta yaşadığımız şeylerin ne kadarı bizim kontrolümüzde? Dün bir arkadaşımla konuşuyorduk. Arkadaşım yaklaşık 1 yıldır işini, yaşadığı şehri ve medeni durumunu değiştirme planları yapıyor. Bunları hangi sıralamayla ve ne şekilde yapacağına dair gayet net olan fikirlerini uzun zamandır anlatıyordu bana. Dün baktım dağılmış durumda. Küçük kızının ağzından çıkan tek bir cümleyle her şey değişmiş, düşündüğü akış, sıralama yerle bir olmuş. Diyor ki; bir kere, hayatımda bir kere de bir şeyler planladığım gibi olsun.

İsteğini çok iyi anlıyorum. Yakın zamana  kadar ben de hayatının kontrolünün tamamen kendinde olduğunu düşünen çılgın insanlardan biriydim ne de olsa. Bu fikrim ne zaman değişti? Bangkok'ta yaşama planları yaparken kendimi Moskova'da bulduğumda mı? Tüm ömür boyu süreceğini düşündüğüm evliliğim bittiğinde mi? Annemin kanser hastası olduğunu öğrendiğimde mi? Bilmiyorum.

Hayat harika bir öğretmen. Derslerimizi öğrenmemiz için gereken olayları birer birer çıkarıyor karşımıza. İçinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamızın başka bir yolu yok çünkü. Sürekli aynı şeyleri yaparak değişik sonuçlar elde etmek imkansız gerçekten de, tecrübeyle sabit.

İşte yine o yol ayrımı, isyan ya da kabullenme. Çok sevdiğim bir ifade var; "Everything happens for a reason" ya da "Sebepsiz kuş uçmaz". Hangi dilde veya nasıl söylendiğinin pek bir önemi yok. Teslimiyet inanılmaz bir rahatlama sağlıyor insana. Elbette o zor durumun içindeyken bunu hemen kavramak kolay olmuyor. Ama acı biraz azalıp da dışarıdan bakabildiğinde insan daha iyi görüyor bazı şeyleri. İşte o zaman "İnsan" oluyor insan.

Peki tüm bunlardan çıkardığımız ana fikir ne? Çıralı'ya gitmek ya da gitmemek, işte bütün mesele...

15 Mayıs 2014

Spread The Love

Yıllar önce bir eğitimde duydum bu sözü ilk defa. Hayır, kişisel gelişimle ilgili bir eğitim değildi, İngiliz bir tur operatörünün biz Türk rehberlere verdiği bir eğimdi. Belli ki biz Türk rehberler olarak nasıl tur yapacağımızı bilmiyorduk, bize öğretilmesi gerekti. Bakmayın siz böyle küçümser gibi söylediğime, hepimiz can atıyorduk o operatörle çalışabilmek için. Ayrıca genele baktığımızda hiç de haksız sayılmazlardı, piyasada rehber diye dolaşan tipleri düşününce müşterilerine rehberlik edecek kişileri eğitmek istemeleri gayet normaldi. Ne de olsa çok değerli "Repeat Customer" dı söz konusu olan, "Eğitim şarttı."

Eğitimde yapacağımız turların içeriği, bu turları ne şekilde yapacağımız, oteli nasıl kontrol edeceğimiz, şikayet olursa müşteriye -müşteri değil o "misafir"- nasıl davranacağımız anlatılıyordu. Tur programı içinde köydeki bir evde konaklanan bir bölüm vardı; misafir, ülkedeki gerçek yaşama dokunsun kabilinden. (Açık söyleyeyim turizm sebebiyle ziyaret edilen bu tarz köylerdeki evlerin sahipleri aç gözlü olurdu çoğu zaman. Neden onun evine değil de komşu eve gittin diye kızar, küser,  laf atar dururdu. Hatta iki ev sahibinin birbiriyle kavga ettiğine bile şahit olmuşluğum vardır. Paranın gözü kör olsun!) Neyse işte, kadın "Biz turdaki bu bölümü yaparken bölge halkının kalkınmasını da amaçlıyoruz, bu sebeple hep aynı eve değil değişik evlere gitmeye özen gösteriyoruz, siz de turlarınızda ev olsun, restaurant olsun aynı yerlere gitmeyin." dedi ve ekledi "Spread the love!"

Size bahsetmek istediğim bu bağlamda bir sevgiyi yayma değil elbette. Sevgi nasıl yayılır? Öncelikle içimizdeki sevginin farkına varmamız gerekir değil mi? Peki nasıl farkına varılır? Ben içimdeki sevginin farkına nasıl vardım? Pek de kolay olmadığını söyleyebilirim.

Benim genel farkındalığım beni şok eden bir olay yaşamamla başladı. (Belki  daha sonra bahsederim o olaydan da.) Şoka verdiğim ilk tepki kendimi sorgulamak oldu. Şimşek hızıyla kendimi sorguladım ve kararımı verdim, bende bir sorun vardı. Evet, bende kesinlikle bir sorun vardı. O gün hayatımda ilk kez psikologa gittim. Ağlamaktan yüzüm gözüm şişmiş,burnum tıkalı, salya sümük ağlamaya da devam ediyorum üstelik, kelimenin tam anlamıyla berbat durumdayım. Psikologsa anamı, babamı, tüm ceddimi sorguluyor, yaşım, işim, medeni halim. Öfkeden kadının boğazına yapışacağım, ne önemi var şimdi tüm bunların. Bende bir sorun olduğu olduğuna kanaat getirmemdeki şimşek hızı psikologa da sirayet etti ve o dakika teşhisi koyuverdi. Modern bir kadın olmama rağmen annemin yaşadığı yaşamı sürdürmeye çalışıyormuşum. Hoppalaaa, buyur burdan yak. Delirmek üzereyim. O kadar canım yanıyor ki tarifi imkansız, hayatta öyle bir acı yaşamamışım. Olayı bir psikologa anlattığımda yaşayacağımı düşündüğüm rahatlamadansa eser yok.

Lafı uzatmayayım, beni tanımadan, dinlemeden beş dakikada teşhis koyan bu Psikolog Hanım'dan pek bir fayda görmedim. Zaten 3.seanstan sonra da bıraktım gitmeyi. Kitaplara verdim kendimi sonra. Bu insan denen ne menem bir şeymiş diye doymak bilmeyen bir merakla okudum da okudum. Okudukça gördüm ki ben yıllardır olduğumu zannettiğim kişi değilmişim. Hatta neredeyse tam tersiymişim olduğumu zannettiğim kişinin. Böylece başlamış oldu insanlığımı, sınırlarımı, davranışlarımı, duygularımı, düşüncelerimi sorgulama serüvenim.

Anladım ki; insan bir kere sorgulamaya başladığında artık eskiden olduğu - ya da olduğunu düşündüğü- kişi olarak kalması imkansızmış. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi tartışılır elbette. Kişinin iki seçeneği var bu aşamada: acı çekmemek uğruna sorgulamayı bırakmak veya ne pahasına olursa olsun hakikatle yüzleşmek. Yapılan tercih doğru-yanlış, iyi-kötü olarak olarak değerlendirilebilecek bir şey değil bence, kişi için vakit gelmiş veya gelmemiş denebilir en fazla belki. Hayatımda genel tavır olarak zoru seçmeye meyilli bir insan olduğumdan (kim bilir hangi bilinçaltı kaydım sebebiyle) ikinci yola baş koydum o ayrımda ben. Yol uzun, yol zorlu, yol ancak mezarda bitecek, farkındayım ancak yaptığım seçimden mutluyum.

Bu yolda benim için en önemli ve en şaşırtıcı keşiflerden biri aslında kendimi sevmediğimin farkına varmam oldu. Kabullenmek kolay olmadı elbet. Çünkü ben kendimi çok sevdiğimi düşünürdüm hep o zamana kadar, hatta diğer insanlardan da fazla. Hayatta yalnızca ben varmışım gibi yaşardım, her şeyin sebebi bendim. Tüm dünyam kendim üzerine kuruluyken kendimi sevmemem mümkün olabilir miydi? Ne yazık ki gerçek öyle değilmiş. Her başarısızlığımda, koyduğum mükemmellik kriterlerine uymayan her hareketimde, insan ilişkilerinde yaşadığım her sorunda kendimi acımasızca eleştiriyor, yargılıyor ve cezalandırıyormuşum. Meğer kendimi sevmememden kaynaklanıyormuş huysuzluğum, hırçınlığım, uzlaşmaz tavrım. Kendini sevmeyen başkasını sevebilir mi hiç? Sonradan anladım.

Bunun farkına varır varmaz ilk iş kendimi kabul ettim, olduğum halimle, öylece yani. Doğru bildiklerini yaparak hayatta kalmaya çalışmış bir insandım sadece. Doğru bildiklerimin benim doğrularım değil başka insanlar tarafından bana doğru olduğu söylenen şeyler olduğunu fark etmemiş, sorgusuz sualsiz kabul ederek uygulamaya çalışmıştım. Dışardan söylenenlerle içerdekiler uyuşmadıkça kendime kızmış, kendimi suçlamış, olmadığım bir şey olmaya çalışarak kendimden uzaklaşmıştım. Gerçekte mükemmel değildim, olmak zorunda da değildim. İnsandım sadece, sınırlarım vardı. Bu kabullenişle kendime yaklaşmaya başladım. Olması gereken halimle değil olduğum halimle sevmeye başladım kendimi.

Ondan sonra büyülü şeyler olmaya başladı. Coşku ve neşe yayıldı her yere ilk önce. Bir şeyler taşıyordu sanki içimden, tarif edemediğim bir enerji. Yıllardır içimdeydi ama yeni farkına varıyordum. Baktığım her şey güzel görünüyordu gözüme. İnsanların davranışları sinirime dokunmuyordu artık. Önceden benden çok uzak olduğunu düşündüğüm insanlar şimdi yakındı.

Sürekli bir etkinlik telaşıyla ordan oraya koşuşturup kendimi kalabalıklarda boğduğum zamanlar, kendimle geçirdiğim sakin anlara dönüştü. Önceden biri bana tüm hafta sonunu dışarı çıkmadan evde geçirerek keyif alabileceğimi söyleyeseydi kahkahalarla gülerdim. Eylemsizlik de keyifli olabiliyormuş meğer.

Düşününce tüm bunların kendimi sevmekle gerçekleştiğine inanamıyorum, fazla basit geliyor değil mi? Ama öyleymiş işte. İçinde sevgiyi hissettiğinde yaymaya gerek yok, o kendiliğinden yayılıyor  zaten. Suyun akıp yolunu bulduğu gibi o da gideceği yeri çok iyi biliyor.


Ama siz yine de sevgiyi yayın, hem de her fırsatta. Ne de olsa bir insanı sevmekle başlıyor her şey...

12 Mayıs 2014

Uzaklara Gitmek

Çağıran bir şeyler var beni uzak şehirlerde... Ne de güzel ifade eder bu cümle hissettiklerimi, benim için yazılmış sanki. Kendimi bildim bileli başka yerlerin başka ülkelerin hayalini kurar dururum. Sanki o yerlerdeki insanlar başka türlü yaşar, havası suyu başkadır, yaşam başka türlü akar oralarda. Zaman ilerleyip başka ülkelere gitme fırsatı bulduğumda anladım ki o yerler değilmiş aslında beni çeken; oralara gittiğim zaman yaşayacağımı düşündüğüm şeylermiş hayalini kurduğum. Her şeyin farklı olduğu büyülü bir diyarmış düşlediğim, orda mutluymuş hep insanlar, hayat günlük gülistanlıkmış her daim, hiç acı yokmuş. Bildiğin ütopyaymış yani benim başka ülke hayalim. Peki gerçeklik neymiş aslında; yemekler, müzikler, dinler, diller farklı olsa da her yer aynıymış.

Çok sevdiğim bir hikâye var. Eski zamanlardan birinde, bilge bir kişi ile arkadaşı limanda dolaşıyorlarmış. Ahşap kadırgalardan birinin üzerinde, başını ellerinin arasına almış kara kara düşünen birini görmüşler. "Bak" demiş bilgenin arkadaşı, "Bu adam dünyanın en zengin adamlarından biridir. Yapmadığı şey, gezip görmediği yer kalmamıştır. Gene de böyle mutsuzdur". Bilge de şu cevabı vermiş: "Her gittiği yere kendini de götürüyordur da ondan..." Durumu çok güzel özetliyor bence.

Ben doğup büyüdüğüm yeri hiç bir zaman sevmedim ve ait hissetmedim kendimi oraya. Lise yıllarımda abim İstanbul'da yaşıyordu. Çok sık olmamakla beraber arada sırada ziyaretine giderdim. Bu ziyaretler büyülü bir dünyaya açılan kapı gibiydi benim için. Taşrada doğup büyümüş biri olarak İstanbul inanılmaz bir yere sahipti gözümde. Abim müzisyen olduğundan ve pek çok değişik mekanda sahne aldığından çok renkli ortamlara girme fırsatı buluyordum üstelik. Jazz Stop, Hayal Kahvesi, Kemancı. Müzisyenlerle tanışıyordum, Engin Yörükoğlu, Önder Focan. Kesin kararımı vermiştim, üniversiteyi İstanbul'da okuyacaktım ama olmadı.

Ege'yi kazandım, günlerce ağladım. Kayıt için İzmir'e gittiğimizde anneme "Ben bu şehri sevmedim, gitmeyeceğim üniversiteye!" dedim. Neden, çünkü İzmir hayalimdeki şehir değildi, ben İstanbul'da yaşayacaktım, başka yerde mutlu olmama imkân yoktu.

Çare yok tabi, kaydoldum okula. Sonradan sevdim İzmir'i, Bornova'yı. Tam alıştım derken bizim bölüm Çeşme'ye taşındı, üstelik merkeze bile değil, Dalyanköy diye gerçek bir köye! Ben yine ağlamaktan helak. Taşradan kurtulmak için gelmedim mi ben üniversiteye, ne işim var köyde, mümkün değil yaşayamam burda. Neden, çünkü ben ancak şehirde (İzmir'de) mutlu olabilirim. Huzursuz geçen aylardan sonra bahar gelince bir başka göründü Dalyanköy gözüme, alıştım sonra zamanla.

2014'ün ilk günü Konyaaltı sahilde uzun uzun yürümüş, güneşi batırmışım. Üşürken aklıma Ekim'de gittiğim Bangkok düşmüş, üzerimde askılı bluz, kısacık şort, ayağımda boncuklu sandaletlerim, sokaklarda yürüdüğümü hayal ediyorum. O sırada Bangkok'ta yaşayan arkadaşım yazıyor "Paylaştığın fotoğrafa bakıyordum da, ne güzel olurdu şimdi kap kalın mont giyip Antalya'nın soğuğunda Konyaaltı'nda bir banka oturup içmek." Yok artık! Kurduğum hayalden bahsedince çok hoşuma giden ve daha iyi ifade edilemeyeceğini düşündüğüm cümleyi kuruyor: "Nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi geliyor."

Şimdi fark ediyorum ki tüm bu başka yerde olma hayalleri zihnimizin bir oyunu bize, memnuniyetsizliğimizin maskesi. O kadar şartlandırıyoruz ki kendimizi ancak belli koşullar gerçekleşirse mutlu olabileceğimize, kendimize nefes alacak alan bırakmıyoruz. Hayatımız meli, malı lar arasında sıkışıp kalmış, her şey koşullu. Zihnimiz sahip olamadıklarımızın çetelesini tutmaktan bitap başka bir yerde olma hayaline tutunup günü kurtarmak için didinip duruyor.

Peki ne kadar mümkün bunu kırmak? Kolay olmadığı kesin, temeller çok erken atılmış ne de olsa. Ama olmayacak iş de değil, biraz pratik lazım sadece. Düşlediğimiz hayat bulunduğumuz koşulları kabullenmenin sınırında duruyor. Tüm mesele olanı kabullenip gerisini akışa bırakabilmekte. Koyvermenin huzuruna erince gerisi geliyor zaten.

Ara ara yoklasa da içimi uzaklara gitme istediği bugün bulunduğum yerde olmaktan çok mutluyum. Şükürler olsun.