17 Eylül 2019

Kim O?



Ekranda bembeyaz sayfadaki çubuk yanıp sönüyor ve ben nasıl başlayacağımı bilmeden çubuğa bakıyorum. Bir kelime belirir umuduyla izlemeye devam edip ilham gelmesini mi beklesem? İçim kelimelerle dolu hâlbuki. Sadece hangisini çekip hangi sırayla dizeceğimi bilemiyorum. Dosyayı yazıyı bitirdiğimde aynı kalacağından şüphe duyduğum tek kelimelik bir başlıkla kaydettim. Hadi bakalım.

Bir şeyler oluyor. Fazlaca ilginç bir şey gibi gelmeyebilir kulağa, sonuçta her an bir şeyler oluyor. Dahası var; bana bir şeyler oluyor. Ne olduğunu bilmiyorum. Aslında içimde biliyorum ama kelimelerle anlatabileceğim tarz şeyler değil bunlar. Yaşadığımız düzlemdeki gerçeklikle ilgili değiller sanki başka bir gerçekliğe aitler.

Kendimin farkına varıyorum. Yıllardır kendimi fark etme çabasındayım ancak bu sefer ki farklı. 7 sayısından bahsetmeden geçemeyeceğim yine. 7. Yaşımı kutladığım bu yıl diğerlerinden farklı.

Uyanıyorum. 7 yıl önce açmıştım gözümü ilk. Ben onu uyanma sanmıştım ancak geçen 7 yıl uyku mahmurluğundan başka bir şey değilmiş geriye bakınca. Sabah kalktığında uykuyla uyanıklık arasında ki o halde el yordamıyla bulmaya çalışırsın ya bir şeyleri; saate bakmak için telefonunu, gözlüklerini, giysilerini, tastamam öyle. Beynin tam olarak vücuduna hükmetmez, az önce olan şey rüya mıydı yoksa gerçekten olmuş muydu bilemezsin.

Bu yazıyı yazan kim bilmiyorum; 7 yıl önceki “eski” Serap mı , şimdiki “yeni” Serap mı, her ikisi de mi, hiç biri mi, bilmiyorum. Aynı kelimeyi defalarca tekrarladığınızda anlamsızlaşır ya, ismim de öyle sanki, kendi başına pek fazla anlam ifade etmiyor.

Birkaç saat önce ettiğim sohbette yaşadığım bir olaydan bahsettim birine. Anlatırken anısı hala canlıydı. Ölüme yakın deneyim yaşayanların bahsettikleri şeyleri okumuş ya da duymuşsunuzdur; kişi ameliyat masasındadır ve bir anda yerden yükselir ve yukardan ameliyat masasında yatan bedenine bakar. Ya da kaza geçirmiş yolda yatmaktayken yukardan yerde yatan bedenini izler. Ölüme yakın olmasa da ben bu tarz bir deneyim yaşadım geçen yıl. Travmatik bir an yaşıyordum. Yaşadığım olay eski Serap’ın “dehşet” olarak tanımlayacağı bir şeydi. (Hatta yeni Serap bile ona katılır bence bu konuda.) Hazmetmesi gerçekten zor olan o anı yaşarken birden müthiş bir sakinlik hissettim varlığımda. Bir şey (o şey her neyse) yükseldi içimden ve kendimi yukardan gördüm. Aşağıda kurulu bir tiyatro sahnesine bakıyordum sanki. Bir oyun oynanıyordu. Ben ve bir kişi daha oynuyorduk oyunu. Tüm bunları yaşayan Serap’tı ama ben değildim. Olayın travmatikliğinden kaynaklanan acı, incinme gibi duygular hissetmiyordum. Bir şey oluyordu; olan şey iyi değildi, kötü değildi, sadece oluyordu ve bunda bir sorun yoktu. O an bana hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini anladım.  Bedenim incinebilirdi, duygularım incinebilirdi, sahte egom yerlerde sürünebilirdi ancak bana hiçbir şey olmamıştı, olmuyordu, olmayacaktı.

Yoga yapmaya başladıktan kısa süre sonra bedenim olmadığımı fark etmiştim. Yıllar geçtikçe zihnimdeki düşünceler olmadığımı anladım. Duygularım sürekli değişiyordu, onlar da olamazdım. O zaman ben kimdim? Bunların çok ötesinde bir şeydim, bundan emindim ama nasıl bir şey olduğumu çıkaramıyordum bir türlü.

Yakın zamana kadar ne kadar güçlü olduğumun, neler yapabileceğimin farkında değildim. Kendimi sınırlı bir varlık olarak görüyor içine hapsolduğum döngülerden kurtulamıyordum bir türlü. Neden aynı tarz insanlar çıkıyordu karşıma, neden aynı sorunları tekrar tekrar yaşıyordum, neden “çok isteğim”i söylediğim şeylere ulaşamıyor, dokunacak kadar yaklaştığım o son anda “Buda mı gol değil?” haline geri dönüyordum.

Biliyorum; yazının tam burasında size hayatın sırrını çözdüğümü ve tüm bunların üstesinden geldiğimi söylememi bekliyorsunuz. Gelmedim. Ya da şöyle söyleyeyim; bir anlayışa geldim ancak bunu sizin anlayabileceğiniz şekilde kelimelerle anlatmamın imkânı yok.

Bazılarınız biliyor; 40 günlük bir hareket yaptım Instagramda kısa süre önce. O süreçte bir sürü şey oldu. Bazı kişiler sık sık soruyor; ne oldu, işe yaradı mı diye. Yaradı, hem de çok yaradı ama yine tekrar etmek zorundayım, kelimelerle anlatamıyorum. Neden anlatamadığımı de söyleyeyim. İşe yaradı mı diye soran, yaptığı şeyden elle tutulur somut bir şey bekleyen zihnimiz. Oysa niyetin zihinle, sonuçlarla hiçbir alakası yok. Niyet enerji boyutunda çalışıyor ve enerjimde söze dökemediğim muazzam bir değişim var.

Bu süreç zarfında tanıştığım kişilerin, öğretilerin katkısı inanılmaz. Şu anda pek çok değişik kanaldan bir sürü bilgi akıyor bana doğru. Dışardan birbirine çok zıtmış gibi görünen bu öğretilerin hepsinin aynı şeyi söylediğini keşfettikçe büyüleniyorum. Hani diyoruz ya; ayrılık yok, her şey BİR, bunu deneyimliyorum ardı ardına. Eş zamanlılıklar müthiş arttı; birini düşünüyorum, arıyor, yardım istiyorum geliyor.

Bir şeyleri okuyarak, zihin yoluyla anlamak başka, o şeyi idrak ederek deneyimlemek bambaşka şeyler. Yıllardır yaptığım çalışmaların bir şeylere dönüşmesini izliyorum hayranlıkla. Ağzımdan çıkanlar ezbere tekrar ettiğim kuru bilgiler değil. Hoş, ben onları tekrar ederken kuru olduklarının farkında değildim, o zaman da onları deneyimlediğimi zannediyordum. Bir 7 yıl sonra bu yazdıklarıma da o gözle bakacağım belki; bu böyle, bir sonu yok.

Artık hayatla beraber aktığımı ilan edebilirim gönül rahatlığıyla. Zihnimde değilse de içimde çözdüm işlerin nasıl yürüdüğünü. Biliyor musunuz, her şeyi bilmenize gerek yok! Her şeyi bilme, anlama arzusunu bir kenara bıraktığınızda gizemin enfes tadını hissedeceksiniz.
Tek bilmeniz gereken her şeyin mükemmel şekilde işlediği ve hiçbir şeyin tesadüf olmadığı. Sizden gayrı hiçbir şey yok hayatınızı şekillendiren; acı deneyimliyorsanız seçtiğiniz için, neşe deneyimliyorsanız seçtiğiniz için, istiyorsunuz ve oluyor.

Bu fiziksel düzleme gelmeyi seçmeden önce ruh candınız, şu anda ruh cansınız ve her zaman ruh can olacaksınız. Bunu hiçbir zaman unutmayın…

28 Şubat 2019

İyi ki varım (Dikkat!Ölüm tehlikesi)


Dün sinema çıkışı parkta yürüyordum. Sinemaya gitmek gibi bir niyetim yoktu hiç aslında. Günlük olağan rutinimin sonlarında yayılmış kahvemi yudumlayarak kitabımı okurken telefon çaldı. Arkadaşım sinemaya gideceğini söyleyerek sinemada buluşmayı önerdi, 40 dakika sonra! Konuşma saniyeler sürdü, hiç düşünmedim. Komutanından emir almış asker ciddiyetiyle hızlıca hazırlanıp kendimi otobüse attım ve tam filmin başlama saatinde sinemaya vardım.

Arkadaşım da benim gibi sanata düşkün birisi. Bu arkadaşımla defalarca sinemaya, konserlere, galerilere gitmişizdir. (Hatta beni resim kursuna gitmeye bile ikna edebilmiş birisidir kendisi!) Tüm bunları yaparken gördüğümüz veya göreceğimiz eser hakkında uzun uzun sohbetler etmiş, tartışmışızdır ancak hayatta tek bir şey, tek bir ilişki yok ki değişime tabi olmasın. Arkadaşım önce ikiz ardından bir çocuk daha doğurduktan sonra vakit geçirme süremiz ve biçimimiz doğal olarak değişti. Artık kısıtlı zamanlarda buluşup fazlaca vakit geçiremeden, eğer evine gittiysem çocuklar sebebiyle pek konuşamadan ayrılmak zorunda kalıyoruz.

Filmin uzun olması sebebiyle çıkışta arkadaşım hemen eve dönmek zorunda kalınca ben de otobüse binmeyip eve yürüyerek gitmeye karar verdim ve dümenimi parka kırdım. İlişkimiz yasak bir aşk gibi geldi birden. O bulabildiği kısıtlı zamanlarda beni arıyor, ben de koşa koşa O’na gidiyordum ancak tatmin olacak kadar beraber vakit geçiremiyorduk. Artık hoyratça harcanacak saatlerimiz yoktu ve bu da bizi sahip olduğumuz her dakikanın kıymetini bilmeye itiyordu. Kafamda kurduğum bu “yasak aşk” ilişkisinden heyecanlandığımı fark edince gülmeye başladım.

Yürüdüğüm park şu an yaşadığım yere taşınmadan evvel 13 yıl yaşadığım mahalleye yakın bir yer olduğundan parkla ilgili pek çok anım mevcut.  Yürürken bu anılardan bazıları hafızama akın etti. AKM binasını görünce film izlediğim arkadaşımla sabahtan akşama film kovaladığımız Altın Portakal günleri geldi aklıma. Zaman uçuyor.

Lafı çok uzattım. Kulağımda müzik, hafif soğuk hava, burnuma gelen çiçek kokuları, tepemde uçan 3 tane kuş, biraz uzakta gözüme ilişen deniz derken tüm duyularımın yoğun olarak farkına vardığım bir anda yukarıdaki yazıyı gördüm. Kalp “İyi ki varım”. İçimden tekrar ettim; “İyi ki varım.” Yazı elektrik trafosunun üzerine yazılmıştı. Genelde bu tarz yerlere yazılan “Dikkat! Ölüm tehlikesi” cümlesi geldi gözümün önüne, kuru kafa etrafında çakan şimşeklerle beraber.  Ne kadar ironik diye düşündüm. Belli ki yazarımız hınzır biriydi; ölüm tehlikesinin bulunduğu bir yerde varlığından duyduğun memnuniyetten daha önemli ne olabilirdi ki?  O anda “Dikkat! Ölüm tehlikesi” dehşet veren bir ifade olmaktan çıkıp yumuşak bir hatırlatma olarak zihnimdeki yerini aldı.

Size de oluyor mu bilmem; bazen bir an geliyor ve hayat elindeki son parçasını yerleştirdiğin bir bulmaca gibi çözülüveriyor gözünün önünde. Bu tarz anların kelimelerle tarifi çok zor. Geçen gün kendisi de yoga eğitmeni olan bir arkadaşımla konuşuyorduk;  buna benzer bir şey anlatmaya çalışırken resmen kelimelerle boğuştuğunu görebiliyordum. Ne dediğini anlamaya çalışırken aklıma bir an geldi. O zamanlar vaktimin çoğunu kapalı bir ortamda, bilgisayar karşısında geçirdiğim düzenli bir işte çalışıyordum. O havasız ortamdan bir nebze de olsa uzaklaşmak adına öğle aralarımı fabrikaların arasında yürüyerek, ağaçları, kuşları izleyerek geçiriyordum. O yürüyüşlerden birinde, yol kenarında, akşam yağan yağmurdan kalma küçük bir su birikintisi gördüm.  O küçük, çamurlu su birikintisinde bulutların yansımasını gördüğüm an bir şey oldu, içimdeki her şey yerli yerine oturdu. O saniye tüm evrenin bilgisine vakıf olmuştum sanki işte buydu! Elma ağacı altında oturan Newton, hamamdaki Arşimettim; Evreka! Elbette birkaç şiirsel ima dışında bundan kimseye bahsetmedim; maazallah, deli deyip tıkıverirler içeri! Karşımda çırpınıp duran arkadaşımı gördüğümde anlatma zamanının geldiğine karar vererek bu anı onunla paylaştım. Gözlerindeki parlamayı nerde görsem tanırım; yaşasın yalnız değilim.

Her savasana sonrası hakikate küçük bakışlar atıyor olsak da herhangi bir çalışma yapmadan, beklenmedik, bir anda beliriveren,  ayan beyan yaşadığımız bu anları başka bir yere koyuyorum. Su birikintisinden yıllar sonra bu güzel bir sürpriz oldu benim için. İnsan evladı bu kadar saçmalıyorsa bilin ki ölümlü olduğunu unuttuğundan. Bence bu hatırlatmayı sık sık yapmalıyız kendimize; Dikkat! Ölüm tehlikesi. Hepimiz bir gün tadına bakacaksak ölüm denen bu şeyin, bir an önce yaşamaya başlasak iyi ederiz.

Yoga yapmaya başladıktan sonra duyusal algılarımda ciddi bir değişiklik oldu. Bunu ilk olarak 2014 senesinde fark ettim. Bugün baktığımda “HD ye geçmek” olarak tanımlayabileceğim bir dönem geçirdim o sene. Renkler daha parlak ve her tonunu tek tek ayırabileceğim kadar ayrıntılı, kokular daha yoğun,  yediklerim inanılmaz lezzetli, tenim her türlü titreşime hassaslaşmış bir haldeydi. Duyduğum kuş seslerini ayırt edebiliyordum. Tüm evren benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum (Hayvanlar, ağaçlar). İşte o dönemden sonra görüş alanım da inanılmaz genişledi.

Dün yolda yürürken göz hizamdan çok çok yüksekteki bir ağacın tepesinde duran kuşun ağzındaki çırpının farkına varınca içimi bir sevinç kapladı. Şehrin orta yerinde, yoldan vızır vızır arabaların geçtiği, etrafın yüksek apartmanlarla çevrili olduğu o ortamda dikkatim kesinlikle başka bir yerdeydi. Gözüm yükseklerde arkadaş!

Tüm bu aydınlanmaları yaşarken acayip bir müzik dinliyordum. Birbirimize bu kadar ilham olabilmemiz sizce de inanılmaz değil mi? Duyduğumuz bir müzik, okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film bizi yaratmaya, üretmeye teşvik edebiliyor. O müziği dinlerken eve koşup o müziği kullandığım bir yoga videosu çekme, oturup bir şeyler yazma isteği yükseldi içimden. Öte yandan bazı müzikler de var ki bizi dibe çekip zavallı hissettiriyor, bedenimize zarar verme isteği yaratabiliyor. Notalar değişmiyor, aynı ancak onları hangi ruh haliyle ve nasıl bir araya getirdiğimiz muazzam önem taşıyor. Hiçbir şey mutlak bir şekilde iyi veya kötü değil, her şey olduğu gibi sadece. Tıpkı bizim gibi.

Yürürken özgürlük fikri geldi aklıma. Özgürlüğü dışarda, ancak belli şeyleri bırakarak ya da bir yerlere giderek elde edebileceğimizi düşünmek ne büyük yanılgı. Özgürlüğümüzün önünde kendimizden başka bir engel yok. Kafesi etrafımıza kendi düşüncelerimizle örüyoruz ve sonra da o kafesten çıkmak için çırpınıp duruyoruz. İlk önce kafesin orda olmadığının farkına varmamız gerek galiba.

Tüm hayatı dünkü yürüyüş süresince yaşayabildiğim gibi yaşayabilmenin mümkün olmasını çok isterdim. Dikkatimi sadece etrafımda olanlara verebilmek, tüm duyularımdan gelen bilgilerin rehberliğinde içinde bulunduğum anı tüm netliğiyle kavrayabilmek. Belki bir gün.

Burda olmak, tüm bunları deneyimleyebilmek gerçekten muhteşem. Burdayım, burda olmayı hak ediyorum, burda olmayı seviyorum. Can-ı gönülden söylüyorum: İyi ki varım. Ve sen oradaki, iyi ki varsın. Sen olmasaydın dünya eksik olurdu.

24 Şubat 2019

Aydınlana aydınlana


Sevgili Okur,

Kimsin, ne kadar okursun, neler okursun bilmiyorum ama şu an burda olduğuna göre yazdıklarımın sana ulaşması gerekiyor. Yogayla tanıştığım günden beri hayatım küçük büyük aydınlanmalarla geçiyor ve ben bu aydınlanmaları (bilinçli olarak değil) bir süre kendime saklayıp içimde öğüttükten sonra bir şekilde yazıya döktüğümü fark ediyorum.  Bunu herkese açık olan blog yazılarımı ve instagram paylaşımlarımı kastederek söylüyorum elbette.  Yoksa aydınlanmalarımı doğrudan kaydettiğim, yazma sıklığım sebebiyle “günlük” diyemeyeceğim bir defterim her zaman mevcut.  Demem o ki; bu yazı halka açık hale geldiyse birazdan paylaşacaklarım içimde epeyce yer etmiş demektir.

Bu aydınlanmalar benim için büyük insanlık için küçük gibi görünebilir ama inan öyle değil. Bunları yazan ben ve okuyan sen  (yani her ikimiz de) “insan” olduğuna, her insanda insanlığın her hali mevcut olduğuna ve  “insanlık” insanlardan oluştuğuna göre aydınlanmalarım pekala devasa öneme sahip olabilir insanlık için.

Tüm bu büyük lafları ederken birazdan ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığından emin olmanı isterim. Sadece parmaklarımı idare eden ilahi güce güveniyorum.  Haydi başlayalım.

İlk olarak hayallerini yıkarak başlamak istiyorum işe; ilham perisi diye bir şey yok!

Bunu uzun zamandır biliyorum aslında. Yazmayı çok seven biri olarak yıllarca kendimi ilham perisinin varlığına inandırdım. O peri ki “bir gün” sol omzuma oturup “yaz kızım” diye kulağıma fısıldayacak, ben de bilgisayarın başına oturup  tıkır tıkır koca bir romanı yazıp bitirecektim.  Tahmin edersiniz ki öyle olmadı (olmuyor)! Bir yerde okumuştum; yapmaktan en çok korktuğumuz şey yapmaya en çok ihtiyacımız olan şeymiş. İtiraf ediyorum; yazmaktan ölesiye korkuyorum. Neden bilmiyorum. Belki de yazarken kendimi çırılçıplak hissetmemdendir çünkü yazarken hiçbir şeyi saklayamıyorum.  Görmekten, duymaktan ve bilmekten çekindiğim her şey birden karşıma dikiliveriyor.  Yazarken her şey  “gerçek” oluyor. Bu sebeple yazma isteği içimde dayanılmaz hale gelene kadar kaçıyorum bu histen. O his geldiğinde de hemen oturup yazmak lazım; dur şunu da yapayım, bu da bitsin dersen yazına veda edebilirsin. Tüm “o şeyler” bittiğinde oturduğun an aklına yazacak tek şey gelmeme ihtimali çok yüksek.

Kışın gelmesiyle beraber sabah pratiğim biraz geç saate taşındı. Yataktan kalktığımda hava aydınlanmaya yüz tutmuş veya aydınlanmış oluyor. Haliyle ne yaptığım yoga ne de meditasyonum beni “yeteri!” kadar (neye göre?) tatmin etmiyor. Uzun bir aradan sonra bu sabah daha ezan okunmadan uyandım. Ah  sabahın bu saatleri! Günün en güzel saatleri bana göre.  Meditasyondayken kapalı gözlerimin ardından günün aydınlandığını hissetmek gibisi yok. Bu sabah bir de ek olarak üzerime kelimeler yağmaya başlamasın mı? Amanın, şimdi ne yapmalı?  Kalkıp bilgisayarın başına geçip kelimeleri yazıya mı dökmeli mi yoksa oturup meditasyona devam mı etmeli? Büyük dilemma.  Hayatımız tamamen yaptığımız seçimlerden oluşuyor. Sadhanamı yazıya tercih ederek oturmaya devam ettiğimden kalkıp yazmaya başlasaydım neler çıkabileceğini hiç birimiz bilemeyeceğiz. (O yüzden diyorum o his geldiğinde hemen yazmak lazım diye) Meditasyonun ardından yogamı yaptım ve mantra söyledim. Kendimi oldukça tatmin olmuş hissettim. Güzel bir kahvaltı, ardından kahvemi içerken kitap okuma derken günlük olağan rutinimi tamamlayıp yazının başına geçene kadar vakit öğleni buldu. Sonuçta belki aynı kelimeleri değil ama bazı kelimeleri yazıyor olduğuma göre yaptığım seçimden pişman değilim hakim bey.

İlham perisine geri dönecek olursak; elimizde hiç kalmadı, onun yerine her gün düzenli çalışma verelim.  Kolay değil mi diyorsunuz? Kimse kolay olduğunu söylemedi. Formül basit, her gün otur yaz. Ben yazı yazmıyorum ki, tüm bunlardan banane diyebilirsiniz. Hemen kestirip atmayın; bunu her şeye uygulayabilirsiniz. O boş tuvalin karşısına oturmadıkça resim kendiliğinden orda belirmeyecek, gitarı eline almadıkça notalar kendini bestelemeyecek. Sanatçı ruhlu biri olmadığını mı düşünüyorsun; sağlıklı beslenmeyip hareket etmedikçe fazla kilolarından kurtulamayacaksın, ölesiye sıkıldığın işinden ayrılmadıkça aslında ne yapmak istediğini bilemeyeceksin, neden sürdürdüğünü bilmediğin ilişkinin içinde kalmaya devam ettikçe kendini tanıyamayacaksın. Sihirli değnek yok. 1.bombayı patlatıyorum; dışarda seni “kurtaracak” biri yok. Asıl ve daha önemli 2. Bombayı patlatıyorum; kurtarılacak biri de yok. Aciz, mağdur, kurban, defolu, kırık, bozuk, onarılması, düzeltilmesi, değişmesi gereken bir şey değilsin sen. Olduğun halinle mükemmel ve sevilesi bir insansın ve acı çekmek için burada değilsin. Sadece kim olduğunu ve neden  burda olduğunu bilmen gerekiyor. Bu bilme zihinsel değil içsel bir bilme.  Bu içsel bilme haline gelmek için yeni bir şeyler bilmene gerek yok, aksine işin sırrı bildiklerini unutmaktan geçiyor.  Elbette bu yolda ilerlemek için bir takım yöntemlere ihtiyaç duyabilirsin.  Ne o yöntemler dersen ben kendi tecrübemden yoga ve meditasyon derim ancak tek bir yöntem yok.  Yakın bir arkadaşım var, pozitif bilim ve zihinle kavranan şeyler dışındaki pek çok şeye dudak büker, fasa fiso der, nasıl bildiğini bilmiyorum ama O da biliyor mesela.  (O da yazı yazan birisi)  Demem o ki; bilmek için Hindistan’a gitmene, yoga yapmana gerek  yok (Ben yine de yapmanı tavsiye ederim o ayrı ) Bu dünyada kaç milyar  insan varsa o kadar yöntem  olduğuna inanıyorum. Biricik ve eşsiz bir varlıksın. Yaparken zamanı, yemeyi, içmeyi unuttuğun ne var? Onu yap. Düzenli olarak yap ve herhangi bir sonuç beklemeksizin yap. (Ve hayır, bilgisayar oyunu oynamaktan bahsetmiyorum!)

2. Aydınlanmama geçiyorum. İhtiyaç duyduğun bilgi içinde.

Her yılın kendine göre bir teması var; bu yılın ki arınma ve harekete geçme bana göre. 2019’a hasta başladım.  Grip, virüs sebebi nerdeyse 10 gün ölü gibi yattım. Sonrasında duygusal bir sarsıntı yaşadım. Dürüstlük, şüphe, güven gibi kavramlar dikkatime çekildi. 7 yıl önce bu kavramlarla ilgili ciddi bir sınav vermiştim. İşin aslı ben sınavı verdiğimi düşünmüştüm ancak aynı yerden geldiğine göre demek ki verememişim. Bunu görüp kabul etmek bayağı zorladı. Sonra 7 sayısı dikkatimi çekti. Hayatımda 7 yıl arayla bir şeyleri değiştirdiğimi fark ettim. 7 yıl rehberlik yaptıktan sonra bırakıp 7 yıl dış ticaretle uğraşmıştım. Yoga da tam 7 yıl önce hayatıma girmişti. Bu ilginç saptamayı yaptıktan 1 ay kadar sonra Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında şu cümleyi okudum; Her yedi yıllık dönem belli bir yaşantı ve ders kümesini temsil eder. Yedi erginlenmenin sayısıdır.” (Bu kitabı tüm kadınlar okusun, hatta erkekler de okusun.)  Ben de derslerimi tekrar ediyordum.  Hemen ardından uzun zamandır arzuladığım bir şeyin belki de asla gerçekleşmeyebileceğini öğrendim. Hayat kesinlikle beni sınıyordu, tıpkı 7 yıl önce sınadığı gibi. Ancak bu sefer geçen seferkinden biraz daha farklıydı, ben daha donanımlıydım. 7 yıldır hayatımda olan yoga karşıma çıkan tüm olaylarla baş etmekle ilgili müthiş yetenekler kazandırmıştı bana. Son derece kırılgandım ancak bu kırılganlık bana müthiş bir güç veriyordu. Zeyna  gibi olan bu halimden gurur duydum. Korkmuyor değildim ancak korkuya rağmen hareket etmeyi başarabiliyordum.  Bu sarsıntı beni bir takım kararlar almaya itti ve biri bedenimi diğeri enerji alanımı temizlemek adına 2 şeyden 40 gün boyunca vazgeçmeye karar verdim. Şu an yolu yarıladım. Geçen gece rüyamda niyetimi bozmam için acayip cazip bir teklif gelmesine rağmen kabul etmedim. (Hayatınızda en beğendiniz ve beraber olmak istediğiniz kişiyi düşünün, o kişi size geliyor ve sizinle olmak istiyor ve siz hayır diyorsunuz. Bunun gibi bir şey. ) Rüyada bile olsa; irade 1 arzu 0.

Buraya kadar olan kısım arınmayla ilgiliydi; yüzleşemediğimiz duygularımızı görme, kabul etme, kendimizi ve diğer kişileri affetme, eskiden kalan tortuları temizleme ve bedensel arınma. ( Bedensel arınma kısmına bu 40 gün bittikten sonra başka konularda da devam etme kararı aldım.)

Gelelim harekete geçme kısmına; harekete geçip ne yapacağız, devrim mi? Belki de evet, kişisel bir devrim bahsettiğim. Belki siz de benim gibi ne istemediğini çok iyi bilmesine rağmen ne istediğini bir türlü bilemeyen insanlardansınızdır. (Can yoldaşlarım benim, sokulun şöyle yamacıma.) Hatırı sayılır sayıda yılımı ne istediğimi bulmaya vakfetmiş biri olsam da pek başarılı olduğumu söyleyemem. Zira istek (arzu) dediğimiz şey doğası gereği sürekli değişen bir şey. Burda bahsettiğim şey bu tarz isteklerden biraz daha farklı; çok iddialı olmayacaksa” yaşam amacı “ gibi bir şeyden bahsetmek istiyorum. Ve harekete geçeceğimiz konu da bu yaşam amacını yürürlüğe koyma.

Yıllardır değişik yerlerden pek çok mesaj alıyorum. (Kulağa çılgınca gelebilir ama doğru.) 2015 yılının sonunda Işığını Parlat diye bir yazı yazmıştım. O yazıyı yazdıktan 6 ay sonra düzenli işimden istifa ettim, evimi bıraktım ve sırt çantamı alarak yollara düştüm. O zamandan beri “düzenli” bir işim, gelirim ve sigortam yok. Yoga dersi vermekten başka hiç bir iş yapmıyorum, geçimimi bundan sağlamaya çalışıyorum ve verdiğim bu karardan şüphe ya da pişmanlık duyduğum bir an bile olmadı. (ÇALIŞIYORUM kısmını özellikle vurgulamak istiyorum zira metrekareye düşen yoga öğrenci sayısının yoga öğretmen sayısından çok daha az olduğu günümüzde insanların “yogadan para kazanma” gayesiyle işlerinden ayrılmalarını enteresan buluyorum. İnstagramda gördüğünüz yogadan büyük paralar kazanan, bazı spor giyim markalarının temsilciğini yapan birkaç kişi sektörün gerçeğini yansıtmıyor. Yogayı bir  “hayat yolu” seçmekten başka bir sebeple mevcut olan işinizden ayrılıp yoga eğitmeni olmak istiyorsanız yol yakınken dönün derim. Sadece yoga öğreterek geçiminizi sağlamak hiç de kolay bir iş değil. En azından birkaç sene. )

Ne diyordum, mesajlar. Yıllardır mesajların gelmesine rağmen 2019 yılında aldığım mesaj sayısı inanılmaz. Önüm, arkam, sağım, solum mesaj. Bunların bir kısmı doğru yolda olduğumu söyleyen onaylayıcı mesajlar; öğretmem, bilgiyi aktarmam, paylaşmam yolunda. Bir kısmı da yaratıcılığımı kullanarak harekete geçmem konusunda. Ne yapmak üzere? Bilmiyorum. Burdaki “yaratıcılık” kelimesi oldukça ironik. Zira benim “yaratıcı biri olmadığım” konusunda nerden geldiğini bilmediğim çok ciddi bir kök inancım mevcut. Yaratıcılık 2. Çakra olan Svadisthana’nın konusu ve enteresandır ki hayattaki tüm sınavlarım bu çakranın konularıyla ilgili. Bu kadar bilgi ne işine yarıyor diye soruyorsanız şu an için HİÇ.

Hal böyle olunca kendimi daha bir açtım mesajlara, belli ki geliyorlar ama şifreyi çözmede sıkıntı var. Bir takım kartlar aldım kendime yol göstersin diye. O kartlar vesilesiyle birkaç gündür önüme sürekli “yaratıcı yazarlık” geliyor , ben de gülüyorum.  Aslında son birkaç gündür bayağı gülüyorum. Öyle yüz hatlarında hafifçe değişime yol açan gülümseme gibi değil; karnımın derinliklerinden, gürül gürül, kahkahalarla, gülme göz yaşlarına dönüşene kadar, o derece. Sebebi bu ara okuduğum bir kitap. Yazarının otobiyografi ya da anı kitabı olduğunu kesinlikle reddettiği bir yaşam öyküsü; ismi Tibet Şeftali Turtası. Tom Robbins kitaplarını okuduysanız yaratıcı yazarlık ne demek iyi bilirsiniz. O nasıl bir hayal gücü öyle! Kendi yaşamından bahsettiği bu kitabı okurken adamın yazar olmak için doğduğunu çok net olarak görebiliyorum; buraya bunun için gelmiş. Hayat amacı diyoruz ya; işte onun ki bu. İşte böyle bir adamın kitabını okurken karşıma çıkan “Yaratıcı yazarlık” mesajına da gülmeden edemiyorum, yaratıcı yazarlık mı? Ben mi? Ha ha haaaaaaaaa

Peki, ya düşündüğümüz kadar zor değilse? Hepimiz yaratanın bir parçası değil miyiz? O zaman bu “yaratıcılık” ın bizde de olmasından daha doğal ne olabilir? Yaratıcılığı kendimize yakıştıramayışımızın sebebi reddedilme, beğenilmeme, onaylanmama, yeterince ….. olmama korkumuz olabilir mi? Bence düşünmeye değer.

Ne konuda harekete geçeceğimi, ne yapacağımı bilemediğim için kendimi mesajlara açtım dedim ya, bunu dışardan beklemekte bir şekilde yanılsama. Nitekim almam gereken mesajı kendime dün verdim. Hayatında ilk kez yoga yapmaya gelmiş, düşüncelerini dışardan okuyabileceğim kadar endişeli bir gençle verdiğim ders sonrası konuşuyorduk. Yaptığı yanlış seçimlerden dolayı çok kaygılandığını, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Sonra şöyle bir ses duydum; “Bilgiyi dışarda arama, ihtiyaç duyduğun bilgi içinde. İçinden gelen sesi dinle…” O ses benimmiş meğer.

Buraya kadar gelebildiysen azimli bir okuyucu olduğunu kanıtladın, tebrik ediyorum. Bende aydınlanmalar bitmez, arada uğra yine.