25 Kasım 2014

Ömrün Çiçeği

Çiçeklere olan sevgim güzel görünmeleri ve kokmalarının ötesinde bir anlam ifade etmemiş olsa da uzun yıllar boyunca bana,  her zaman çok sevmişimdir çiçekleri.  Aslına bakacak olursak haklarında pek bir şey bilmeden geliştirdiğim bu sevgi tamamen yüzeyselmiş, sonradan farkına vardım.

Yıllar önce kendime açmak üzere olan bir lale almıştım saksıda ve iş yerime götürmüştüm. Güneşini, suyunu eksik etmemiş hevesle açmasını beklemiş, açtığındaysa çok mutlu olmuştum. Ne yazık ki mutluluğum fazla uzun sürmemiş, kısa süre sonra yapraklarını dökmüştü güzelim lale. Aradan biraz zaman geçip her gün manasızca baktığım boş saksıda bir hareket olmayınca biraz araştırma yapmış ve o zaman öğrenmiştim lalelerin yılda bir kere sadece Mart ve Nisan aylarında açtıklarını. Bunu öğrenince büyük hayal kırıklığına uğramıştım; “Kim bir yıl boyunca bir çiçeğin açmasını bekler!” diye düşündüğümü çok net olarak hatırlıyorum. Beklemeyi hayatım boyunca hiç sevmedim ve sabır her zaman zorlu bir sınav olmuştur benim için. Karar vermiştim,  lale benim çiçeğim değildi, benim çiçekleri her zaman açık olan bir çiçeğim olmalıydı. (Cahilliğimi mazur görün, böyle bir çiçek var mı onu bile bilmiyorum). Boş saksı sinirimi bozduğu için eve götürüp balkonun bir köşesine koymuştum. Sonrasında hiç sulamadığım için de soğanı kuruyup gitmişti çiçeğin.
Bu yılın başında yeni evime taşındığımda arkadaşım çok güzel bir mor orkide getirdi bana, 2 hafta boyunca çiçeklerini izlemeye doyamadım. Sonra çiçekleri döküldü, yaprakları solmaya başladı. Nasıl bakılması gerektiğini internetten araştırdım. Sulama şeklini değiştirdim, yerini değiştirdim, yok olmuyor, çiçek elden gidiyor. İş yerinde çiçeklerle çok ilgili bir arkadaş var, ona danıştım. Getir bakalım deyince iş yerine getirdim çiçeği.(Şimdi başka bir yerde çalışıyorum.)  Önce saksıyı büyüttük, ağaç kabukları koyduk toprağına, doğrudan güneş almayan bir yere koyduk. Birkaç ayda canlanıverdi çiçek, yaprakları dimdik oldu. Her çıkışında çiçek verecek sandığım ama aslında kök olan salkım saçak bir şeyler çıkarıp durdu. Geçen gün çiçeği sularken bir de baktım kökten farklı yapısı olan bir şeyler çıkmaya başlamış. Acayip heyecanlandım, arkadaşa gösterdim, bu dallardan çiçek verecek dedi. Ben hemen açacak sanıp, yılda bir açmıyor mu bu dedim, evet dedi. O zaman fark ettim ben çok kısa bir süre sonra çiçeğin bana gelişinin senesi olacağını; koca bir yıl nasıl da geçmiş! Zaman nasıl da göreceli bir kavram…

İş yerindeki orkidenin yanında bir de sümbülüm var benim.  Son zamanlarda o da soğanından yeşerme çabalarında. Bizim çiçek profesörü sümbülü görünce,  bu yeterince güneş almıyor burada dışarıda bir yere koy dedi. O anda içime bir sıkıntı çöreklendi. Hani bazı anlar vardır, aslında bildiğiniz gerçeklerin balyoz gibi kafanıza dank ettiği, tam da o anlardan biri.  Bu çiçeğin durumu kendi durumu mu aynaladı bana.  Ve ben yüzleşmek zorunda kaldım sümbülün bile gelişemediği, camları açılmayan, 15 kişinin bir arada çalıştığı bu lüks açık ofiste günümün tam on buçuk saatini oksijensiz bir şekilde geçiriyor olduğum gerçekliğiyle.
İş bununla kalsa iyi, üstelik kendi ellerimle örmüştüm hapishanemin duvarlarını tuğla tuğla, hem de ne zorluklarla. Elbette çok geçerli nedenlerim vardı, artık istikrarsız yaşamaktan yorulmuştum. Az da olsa düzenli bir gelirim olmaydı, düzenli çalışma saatlerim, ne zaman çalışıp ne zaman tatil yapacağımı bilmeliydim, hava sıcakken soğuk, soğukken sıcak olan bir yerde çalışmalıydım, bir ofiste. Bu sebeple bırakmıştım eğitimini aldığım rehberlik mesleğini 7 yıl önce, “Garanti” de olmak için!

Çiçeğin açmasını 1 yıl bekleyemeyen ben 7 yıl sonra nerdeyim şimdi? Kredisini ödediğim bir evden başka ne var elimde? Çiçeklerim açsınlar diye uğraşıyorum da,  ihtiyacım olan toprağı, güneşi, suyu, havayı sağlıyor muyum kendime? Ruhumu coşturan bir iş yapıyor muyum? Bu sorular dönüp duruyor kafamda bir süredir. Uzun ofis saatlerinde gezgin bloglarındaki profillerde insanların işlerini güçlerini bırakarak dünyayı gezmeye karar veriş hikâyelerini okuyup bir gün böyle bir karar verecek kadar cesur olup olamayacağımı sorup duruyorum kendime. Rahatlık alanımın sınırlarını ne kadar zorlayabilirim?

Ömür denen narin çiçeğe ne kadar hoyratça davrandığını fark eden her insan gibi içim acıyor benim de ve bu acı araştırmaya sevk ediyor beni, ben ne yapmayı severim, neleri iyi yapabilirimi bulmaya.
Cevapları bulmaya çok uzak hissettiğim bu aralar çok güzel bir yazı çıktı karşıma diyor ki;

"Yalvarırım sana... Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Sorunların kendisini sevmeye çalış; kilitli odalar veya yabancı lisanlarda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi yaşama meselesidir. Şu anda, soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın." *
Fazla söze ne hacet; çare yok, soruyu yaşayacağız bir süre daha…

*Rainer Maria Rilke

23 Kasım 2014

Karanlık ve Işık

Bir kitapta okumuştum,  tam cümleyi hatırlamıyorum ama yaklaşık olarak şöyle bir şeydi; “Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık dediğimiz şey ışığın yokluğudur.” Şöyle basit bir örnekle açıklıyordu durumu; diyelim karanlık bir odaya girdiniz, oda eşyalarla dolu ancak karanlık olduğu için siz onları göremiyorsunuz. Bu durumda gerçeklik algınız karanlık üzerinden ancak bu sadece ışığın yokluğundan kaynaklanan bir algı. Odayı aydınlattığınız anda karanlık kayboluyor ve eşyaları görüyorsunuz. Oda aynı oda, değişen bir şey yok, eşyalar her zaman orda, sadece ışık yoktu odada. (Ben bu şekilde anladım, umarım doğru aktarabilmişimdir.)

Nerden geldi şimdi bu cümle aklıma? Sabahtan itibaren grinin değişik tonlarını gözlemleme fırsatı bulduğum bol yağmurlu bir Antalya gününün akşamında güneşin batma saatinin de yaklaşmasıyla ortam zifiri karanlık olmuştu. Sonra birden,  çok uzakta, dağların arasında güneşin küçücük bir parçası göründü. O küçük parça havayı öyle bir hızla aydınlattı ki birkaç dakika içinde gökyüzü alev alev yanmaya başladı. Gün batımının muhteşem renkleri sardı her yeri bütün ihtişamıyla. Öyle güzel bir manzaraydı ki; içimde bir şeylerin yer değiştirdiğini hissettim. Zifiri karanlığın ardından gelen bu aydınlanma aklıma bu cümleyi getirdi, yüreğime de bu yazıyı yazma isteğini.

Son dönemde yoga pratiğim biraz şekil değiştirdi. İlgim asanalardan nefese, meditasyona, yoganın felsefesine doğru kaymaya başladı. 1 haftadır Richard Freeman’ın yoga üzerine yaptığı konuşmaları dinliyorum, nasıl zevk aldığımı anlatamam. Dinledikçe bir şeylerin yerine oturduğunu hissediyorum.  Yogayla ilgili okudukça, dinledikçe bulutların teker teker dağıldığını, bambaşka bir manzaranın karşıma çıktığını görüyorum. Bu manzara ne diye sorsanız size kelimelerle anlatamam. Mantık yoluyla açıklanabilecek bir şey olmaktan ziyade içten bilinen, hissedilen bir şey. Hani içten içe hep orda olduğunu bilmenize rağmen yeni farkına vardığınız bir şey gibi.  Hiç beklemediğiniz bir anda çok sevdiğiniz bir dosta rastlayıp, oturup hasbıhal etmek gibi. Susuzluktan ölmek üzereyken ağzınızı duru, buz gibi bir kaynağa dayayıp kana kana su içmek gibi. Yıllar boyu yaşadığınız gurbet elden yuvaya dönmek gibi. Gerçekten değişik bir deneyim benim için.

Tüm bu yazdıklarımdan her şey güllük gülistanlık zannedilmesin. Farkındalık beraberinde acıyı da getiriyor. Farkına varmaya başladıkça derinlerde birikmiş, ifade edilmemiş ne varsa gün yüzüne çıkmaya başlıyor bir bir. Her şey durağanken taşlar yerine oturamaz ki, temelinden sarsılması gerekiyor bir şeylerin, deprem olması gerekiyor. Deprem olurken de aşağıda birikmiş, baskılanmış tüm o enerji açığa çıkıyor ve bu acı olarak hissettiriyor kendini çoğu zaman.  İnsanın kendisiyle yüzleşmesi kolay iş değil.

Son zamanlarda beni kendimle yüzleştiren iki olay oldu. Geçen hafta yaklaşık olarak 2 yıldır görüşmediğim bir arkadaşımla görüştüm. Bu arkadaşımla görüşmeyişimin kendimce haklı sebepleri var ama nedense Antalya’dayım görüşelim mi deyince hayır diyemedim. Buluştuğumuz ilk dakikada da neden görüşmediğimi çok iyi anlamama rağmen dönüp gitmedim. Uzun süredir görüşmediğimiz için, bu süre zarfında neler yaptığımızdan, ara ara da eski günlerden bahsederek sohbet ettik. Yemek süresince her şeyin yolunda gitmesine rağmen ayrılmamıza yakın bana bir şeyler oldu. Eski defterleri açıp başladım konuşmaya. Bu arkadaşım uzun süredir hayatının gerçekleriyle yüzleşmekten kaçıyor. O kadar uzun süredir kaçıyor ki artık gerçeklik algısını tamamen yitirmiş, kafasında kurduğu ve gerçeklemesi çok zor olan hayalinin içinde yaşıyor, bu da nedense beni çok sinirlendiriyor. Konuşuyorum! Söylediklerimde gerçek olmayan tek bir kelime yok, bunu o da biliyor ama çok bozuluyor, kırılıyor, beni yargılıyorsun diyor. Ben onun kırıldığını görmeme rağmen susmuyorum, içime sanki bir canavar girmiş, konuşmaya devam ediyorum ve onu yüzleşmeye hiç niyeti olmayan gerçekliğiyle yüzleştirmeye çalışıyorum saçma bir şekilde. Sonuç; kırgın bir şekilde ayrılıyoruz.

Şimdi baktığımda; sadece görüşmeyi kabul etmeyerek tüm bu kırgınlıktan kaçınmamın ne kadar kolay olabileceğini görsem de insan karar alırken değişik mekanizmalar işliyor ve her ne kadar olay anında farkına varamasak da her şey belli bir sebepten oluyor.

Olayın ertesi günü o kadar üzüldüm ki, fiziksel olarak da hasta oldum. Neden böyle davrandığıma anlam veremedim bir türlü. Elbette söylediklerim gerçekti ama ne gerek vardı söylemeye, seçim onun seçimiydi sonuçta, bana ne oluyordu. Belli ki o arkadaşımda gördüğümde beni rahatsız eden –benimle ilgili- bir şeyler vardı. Aklıma birkaç şey gelse de fazla üzerinde durmadım, zaten çok kötü hissediyordum kendimi.

Bir kaç gün sonra meditasyon yaparken ışık yandı birden. Düşündüğüm şeylerle alakası yokmuş, tamamen başka bir şeymiş konu meğer. Konuya baktıkça soğanın kabukları gibi katman katman soyulmaya ve derine doğru gitmeye başladı. Gitti, gitti ve çok temel bir noktaya dayandı. Zaten tüm sorunlarımız o temel birkaç nedenin etrafında dönüp durmuyor mu? Ta ordan buralara nasıl gelmişim, hayret ettim.

İkinci olay isteklerimin ne kadar hızla değiştiğini gösterdi bana. Yine geçen gün başka bir arkadaşımla telefonda konuşurken nasıl cevap vereceğimi bilemediğim bir davette bulundu bana. O anda davetine karşılık verip vermeyeceğini bilmediğimi ve ne sebeple bilmediğimi uzun uzun anlatmama rağmen de bir türlü ikna olmadı. Kesinlikle bir tarih vermemi bekliyor benden. Açıklama yaparken daralıyorum, bunalıyorum ama halden anlamıyor bir türlü. İşin garibi 2 ay önce bu daveti almak için yanıp tutuşmuş ve hatta etmediği için ona kızmış, kırılmış olmam. O zaman etse hiç düşünmeden kalkıp gideceğim ama etmiyor ve ben şimdi gerçekten gitmek isteyip istemediğimi bilmiyorum. 2 ayda insanın fikirleri, istekleri ne kadar değişebilir? Benimkiler değişmiş görünen o ki. (Aslında bir andan öbürüne bile değişiyor bazen!) Beklentiler ne büyük hayal kırıklığı yaşatıyor insana. Beklentilerimizin zamanlaması çakışmadığından benim 2 ay önce yaşadığım kırgınlığı şimdi onun yaşadığına tanık oluyorum üzülerek.

Ben bu haftayı yaşadıklarımdan ders almıyorum, hep aynı hataları yapıyorum, , öğrendiklerim hiçbir işe yaramıyor diye hayıflanarak geçirirken başka bir şey fark ettim dünkü yoga dersinde.

Tüm ders boyunca güvercin pozuna hazırlayıcı hareketler yapıp iyice ısındıktan sonra ders sonunda kemer kullanarak poza girmeye çalıştık. Hocam ayağımı yakalamama bir karış kaldığını söyleyince inanılmaz şaşırdım. Ayağımı yakalamak matah bir şey olduğundan değil, bunun benim için bir önemi yok. Bu pozda ayağımı yakalamayı denememiştim bile daha önce. O an farkına vardım ki bir anda büyük sıçrayışlar olmuyor hayatta. Yaptığımız, öğrendiğimiz her şey yavaş yavaş, adım adım taşıyor bizi bu sıçrayışa. Hiçbir şey boşuna gitmiyor aslında; sadece biz çok içinde olduğumuz için farkına varamıyoruz gelişmenin. Hocamın yönlendirmesiyle girdiğim güvercin pozunda fark ettim ben de günlük yoga pratiğimde fark edemediğim gelişmeyi.

Havalı, ışıklı ana caddelerde yürümeyi sevsek de şehrin kalbi karanlık, arka sokaklarda atmıyor mu aslında? Bazen yanlış yola girmek daha çok şey öğretiyor insana…

İyi Pazarlar

14 Kasım 2014

Kasım'da Motor Gezisi Başkadır

Hayatı nasıl yaşayanlardansınız? Her bir anını en ince ayrıntısına kadar planlıyor musunuz? Belki de gündelik yaşıyorsunuz, rüzgâr nerden eserse, nerde akşam orda sabah. İkisini de yapmanın gerekli olduğu anlar oluyor hayatımızda şüphesiz ancak gözlemim şu ki plansız yaşanan zamanlar beklentinin yarattığı hayal kırıklıklarından muaf olduğu için çok daha keyifli geçiyor.

Kasım ayının ilk hafta sonu bir yerlere gidelim diye konuşmuştuk ama Cuma olmasına rağmen nereye gideceğimiz hala netleşmemişti. Akışa güvenmekle ilgili sınav verdiğim bu aralar her şeyden emin olmak isteyen zihnimin sesini kıstığımdan pek fazla aldırış etmedim bu belirsizliğe. Cumartesi sabah yoga dersinden çıkışta öğrendim ki Bozburun’a gidecekmişiz, hem de motorla. Aklımda beliren ilk soru; “ Biraz uzak değil mi?” oldu. Çoktan öğlen olmuştu ve Pazar geri dönecektik.  Kafamdaki soruya cevabımsa şu şekildeydi; “ Harika! Bozburun’u görmemiştim daha önce.”

Bu motora ikinci binişim olacaktı. İlki Eylül ayındaydı ve Phaselis yakınlarında bir yere gitmiştik, 60 km. Bence fena bir yolculuk değildi, aslında yol kısa olduğundan pek de bir şey anlamamıştım. Şimdi yaklaşık 400 km lik bir yola gidecektik.  Neyle karşı karşıya olduğunun farkında olmayan bir insanın sonsuz rahatlığı içindeydim. Kontroller yapıldı; kask tamam, ceket var. Dizlik ve eldiven diye sordu o gün tanıştığım ve arkasına bineceğim arkadaş, yok dedi arkadaşlarım. Olmaz dedi, böyle gidemez, açık bir mağaza bulup alalım. (Dizliği anladım da eldivene bir anlam veremedim. Neden eldivene ihtiyacım olsundu ki? Pırıl pırıl, güneşli ve sıcak bir Antalya günündeydik. ) Bunun üzerine araştırma derinleştirildi, eksik olan dizlik ve eldivenler de bulundu, yola çıkmaya hazırdık.

O kadar alet edevat üzerimdeyken şehir içi trafikte yol almak tam bir işkenceydi. Neyse ki bu ikinci tecrübemdi ve şehri terk ettiğimiz andan itibaren işkencenin biteceğini biliyordum bu sefer. Korkuteli yolunu tırmanmaya başladığımızda, yola çıkmadan önce arkadaşıma sorduğum “ Ceketin içine uzun kollu mu giysem acaba?” sorusundan sonra keşke seçimimi tişört giymekten yana kullanmasaydım diye düşündüm. Ayağımdaki spor ayakkabıların filelerinden rüzgârı yediğimdeyse zihnim Hülya Avşar’ın  “Bu gece uzun olacak besbelli” şarkısını söylemeye başlamıştı çoktan.
İlk durağı Korkuteli’ndeki Mantar Evi’nde verdik. Burda bir çorba içer akşam yemeğini de Bozburun’da yeriz diye planladık. Bu yerin methini duymuş ancak daha önce gitmemiştim,  gerçekten hoş bir yer. Sonbahar güneşini takip ederek bahçede bir masaya oturduk, çorbalarımızı sipariş ettik. Mekân fazla kalabalık olmamasına rağmen çorbalar yarım saat sonra geldi. Menünün neredeyse tamamı mantardan oluşuyor - tatlı dahil-  dolayısıyla mantar çorbası içtik. Lezzetli miydi? Evet, ancak yorumum şu ki; o kadar kremayı üzerime sürsem ben de tadımdan yenmem yani J Mideniz hassassa dokunabilir dikkat. Mantarlı ekmek başarılıydı, kremanın içine serpiştirilmiş mantar reçelinden oluşan mantar tatlısıyla uyduruk geldi bana, hoşuma gitmedi.



Gruba 2 arkadaş daha katılacağı için buradaki mola süremiz tahminimizin ötesinde uzadı. Fotoğraf çektirmek için hoş bir köşe yapmışlar, fotoğraf çekildik onları beklerken.  Bir de açık sahne diye bir yer vardı, ne gibi aktiviteler oluyor bilmiyorum ama biz herhangi bir performans göstermedik.



Yapı olarak temkinli bir insanımdır. Bu insanı hayatta biraz ağırlaştırsa da –hem fiziksel hem ruhsal açıdan-  genel olarak işlevsel bir özelliktir bana göre. Cuma gecesi nereye gideceğimi bilmeden hazırladığım sırt çantama ne olur ne olmaz diye koyduğum eşyalarım beni oldukça rahat ettirdi gezi boyunca.

Mola yerine ulaşana kadar çok üşüdüğümden polarımı  geçirdim üstüme ilk önce. Ayaklarım çok üşüdüğü için bir tane daha çorap giydim. Arkadaşlar gelip yola çıktığımızda soğuğa karşı kısmen daha dayanıklıydım, tabi yayla yoluna çıkmamıştık henüz.
Söğüt’ü geçtiğimizde hava yavaştan kararmaya başlamış, yüksekliğin de artmasıyla sıcaklık iyiden iyiye düşmüştü.  Bedenim soğukla mücadele etmeye başlar başlamaz zihnim de mücadeleye katılmakta gecikmedi. Bu yolculuğa hazırlıksız çıktığım için kendimi eleştirmeye başladım. Ne işim vardı burda, yeterli donanımım olmadığı halde neden bu yola çıkmıştım, hem motor benim neyimeydi, envai çeşit vıdı vıdı. Bir benzin istasyonunda mola verip diğer arkadaşlarla buluştuğumuzda gördüm ki yalnız değilim. Yola uygun kıyafetleri olan arkadaşlar bile çok üşümüşler. Hiç çay içmeyen biri olarak belki ısınırım umuduyla bir çay içişim vardı ki, görülmeye değer. Soğuktan uyuşmuş ellerimi normale döndürmek için elimden bırakmadığım sıcak çay bardağıyla yola eldivensiz çıktığımı düşünerek eğlendirdim kendimi biraz. Enerjimizi arttırmak için çikolata yedik. Sihirli çantamdan çıkardığım eşofman altını kot pantolonumun üzerine giyerek üzerime bir katman daha ekledim. Çantama koyduğuma çok emin olduğum uzun çoraplarımıysa bir türlü bulamadım. (Eve döndüğümde yatağımın altında buldum kendilerini, almaya niyet etmişim ancak eşyaları yerleştirirken yere düşmüşler. )
Tekrar yola koyulduğumuzda gün batımının etkisiyle gökyüzü muhteşem renklere boyanmıştı. Fethiye’ye doğru inerken ılık ılık esen rüzgâr vücudumla dans ediyordu adeta. Alacakaranlıkta zar zor seçebildiğim manzarayı kelimelerle ifade edemiyorum, Babadağ olduğunu zannettiğim -ya da uydurduğum- dağ, orman, rüzgâr, ay, kokular, şu an yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. İçimi bir şükran duygusu kapladı, iyi ki bu yolculuğa çıkmıştım.
Fethiye’yi geçtiğimizde güneş tamamen battığından hava yine soğudu, saat nerdeyse 8 olmuştu. Benzin istasyonundaki molada akşam yemeğini ne yapalım, bu gece Bozburun’a kadar gidelim mi yi tartıştık ve Marmaris’te karar vermeye karar verdik. Yine çay içtik, çikolata yedik. Mola yerinden ayrılırken çantamdan –niye o zamana kadar giymediğime anlam veremediğim- kaz tüyü montu çıkarıp giydiğimde çantamdakilerin  %80 i üzerimdeydi artık.



Karanlıkta yol alırken aklıma iki yıl önce Bodrum’a yaptığım otobüs yolculuğu düştü, hayatımın ne kadar da zor bir dönemindeydim. Sonra zihnim daha da gerilere gitti, 2003 yılında otostopla Antalya’dan Datça’ya yaptığım yolculuğa. Bu yol benim için tanıdık bir yoldu, hayatımın değişik evrelerinde birkaç kez geçmiştim. Şimdi zifiri karanlıkta, bir motosikletin arkasında, bazen niye böyle bir şey yaptığıma anlam veremeyerek, bazen korkarak, bazen keyif ve şükran duyarak tekrar geçiyordum bu yoldan. Marmaris’e geldiğimizde yemeği kesinlikle burda yemeye karar verdik. Yemek süresince de burda mı kalalım, Bozburun’a mı geçelim diye konuştuk. Gruptan hiç kimse Bozburun’a daha önce gitmediğinden orada kalacak bir yer bilmiyorduk, oldukça yorulmuştuk, saat 10 olmuştu. Kimsenin motora binesi kalmadığı için Marmaris’te kalmaya karar verdik. Kalacağımız oteli nasıl seçtiğimizden burda bahsetmeyeceğim, sadece kalabalıkla karar vermek gerçekten zor oluyor diyeyim.

Muhtemelen sezon kapanmış olduğundan gerçekten çok uygun fiyatlı olan otelimizde ihtiyacımız olan her şey vardı. (Bu her şey benim için sıcak su ve temiz bir yataktır.) Sıcak duşun altında tüm yolun tozunu, yorgunluğunu ve üşümüşlüğünü üzerimden atınca uyku bastırdı. Yine de hayat beklemez deyip lobiye arkadaşların yanına indim. Herkes yorgun doğal olarak ama muhabbetimizde bir eksik yok şükür. Birkaç kişi, motor ve motor malzemelerinden bahseden  gruptan ayrılıp dışarı çıktık. Güzel bir müzik muhabbeti başladı. Herkesin alakasız şarkılardan oluşan karma karışık bir müzik listesi olur ya, ben de istisna değilim, ordan şarkılar dinledik. Aslında çok basit olan hayatı nasıl da karmaşıklaştırdığımızdan, yaşamak için fazla bir şeye ihtiyacımız olmadığından, sistemden bahsettik. İlerleyen saatlerde bir arkadaş daha katıldı bize. Bu arkadaşı ben çok takdir ediyorum. İçimizde en uzun çalışma saatlerine sahip olmasına rağmen hiçbir organizasyonu kaçırmıyor. Cumartesi tam gün çalışıp işten çıkar çıkmaz yanımıza gelmek için tek başına yola çıkmış. Oteli bulana kadar nasıl kaybolduğunu anlattı, güldük. Saat biri geçmişti geldiğinde. Seviyorum yaşamaya üşenmeyen insanları. Saat 3 civarı artık yatmaya karar verdik.  Sabah 9.30 kahvaltı 10 da çıkış diyerek odalara dağıldık.

Öyle güzel uyumuşum ki anlatamam. Sabah çantamı topladıktan sonra aşağı indiğimden saat 9.30 u geçmişti biraz. Bir grup kahvaltıyı bitirmek üzereydi, birkaç kişi benden sonra geldi. Kahvaltı fena değildi. Rotayı konuştuk. Buraya kadar gelmişken en uca Datça’ya kadar gitmeden olmaz dendi. Zaman kısıtlı doğrudan Bozburun’a geçelim, orda daha çok vakit geçirelim dedik. Gönüllü grup liderimiz çıkış saatiyle ilgili biraz tavır yapınca ortam hafiften gerilse de 10.15 itibariyle yola çıktık. Güzelce uyumuş dinlenmişiz, hava pırıl pırıl, keyfimiz yerinde. Grup liderimizin isteği doğrultusunda Datça’ya doğru yollandık. Bu yolu önceden biliyordum ancak motorla gitmek çok daha farklıymış. Toplamda 5 motor, 8 kişiyiz. Geçtiğimiz, mola verdiğimiz her yerde ünlü muamelesi görüyoruz; insanlar el sallıyor, korna çalıyor, değişik bir duygu. Yolda manzarası güzel bir yerde mola verdik, fotoğraf çekildik.



11 senede Datça’da fazla bir değişiklik olmamış. Sahilde bir kahveye oturduk. Öyle sakin, öyle huzurlu ki. Belli bir yaşın üzerindeki insanlar denize karşı oturmuş çaylarını yudumluyorlardı sakin sakin. Bizim gelmemizle ortamın dinginliği bozuldu, gittiğimiz yeri hareketlendiriyoruz, gürültülüyüz az biraz J Grupta birkaç bilgisayar oyunu müptelası var, mola verdiğimiz her yerde açıp köylerinin durumunu kontrol ediyorlar, ben de dalga geçiyorum onlarla. Diğer grup Facebook’a gömülmüş. Biraz üzülüyorum bu duruma, teknolojiyi yanlış anlıyoruz gibi geliyor bazen. 8 kişi, böyle güzel, huzurlu bir ortamda oturmuşuz, sohbet etsek ya. Zaman değişiyor...



Deniz’e Datça’da mı girsek diye kısa bir konuşmanın sonrasında Bozburun yakınlarında girmeye karar verip yola çıktık. Bozburun sapağından girdikten sonra harika bir yol başladı. Belki de ilk kez görmem sebebiyle gezinin en çok bu kısmı hoşuma gitti benim. Kızkumu diye bir yerde mola verdik. Denizde suyun oldukça sığ olduğu bir bölge var burda, uzun süre yürümenize rağmen su ayak bileklerini geçmiyor. Bu da denizin üzerinde yürüyormuşsunuz hissi uyandırıyor, ilginç bir yer. Hemen üzerimizi değiştirip İsa Mesih misali denizin üzerinde yürüdük bizde. Su soğuk değildi ancak hava çok rüzgârlıydı. Elbette bu beni yıldırmadı. Uzun zamandır sezonu kapamaya niyetliydim ancak bir türlü denk getirip denize gidememiştim, kısmet burayaymış. Yüzdüm gönlümce, yaza veda ettim, deniz sezonunu kapadım. Denizden çıktığımızda karnımız oldukça acıkmıştı. Bozburun’da yemeye karar verdiğimizden hemen giyinip yola çıktık. Dediğim gibi, yol, manzaralar muhteşemdi.


 
Yeni bir yere gittiğinizde orası hakkında kararınızı ilk anda verirsiniz, ya seversiniz ya da sevmezsiniz. Bozburun’a dair bilgim Bülent Ortaçgil’in yılın belirli bir kısmını geçirdiği yer olması ve kendisine yakılmış aynı isimde güzel bir şarkının bulunmasından öte geçmese de görür görmez sevdik birbirimizi. İlk görüşte aşk diyecek kadar kuvvetli olmasa da pek hoşlandığım bir delikanlıya beslediğim hislerle yaklaştım ona.
İlk dikkatimi çeken yabancı bir havasının oluşuydu; sanki Türkiye’de bir kasaba değildi. Motosikletleri koyduğumuz yerden deniz kenarındaki binalara bakarken içim huzurla doldu, kalmak için geri gelmeye karar verdim buraya. Yemek yiyecek yer aramaya başladık vakit kaybetmeden. İç  kısıma dalıp kebapçı tarzı birkaç yere baktık, kimseden ses çıkmadı. Kasabalı tarafından bize önerilen deniz kenarındaki yere gitmeye karar verdik pizza yemeye. Aslında durduğumuz an gözüme kestirmiştim burayı, uzaktan çok hoş görünüyordu. Yaklaşınca daha da sevdim, deniz kenarında, küçücük, çok şirin döşenmiş sımsıcak bir mekândı ancak düğünleri olduğu için mutfak kapalıymış. Biz de düğün yemekli mi diye sorduk, yemekliymiş. Bu adamla konuşmadan önce Nil davul sesini duymuş düğüne gitmeyi önermişti zaten, adamda söyleyince gitmeye karar verdik. Karar verdik derken;  iki Trakyalı olarak Nil ve ben karar verdik, diğerleri de bize uymak zorunda kaldı daha ziyade J Biz çok mutluyduk, hem karnımızı doyurup hem de oynayabilecektik. Grup liderimiz motorların yanında kalacağını söyledi.
Düğün kalabalıktı, çoğunluk oynuyordu. Yemek faslı bitmiş gibi görünüyordu. Tencerelerin yanına yaklaştık, yemek vardı ama temiz kap kacak yoktu. Bir şeyler ayarlayıp yemeye koyulduk. Yemeklerin servisinden sorumlu abiyle sohbet etmeye başladık. Görevini bitirmiş olmanın rahatlığıyla demleniyordu, herkesin kafası güzeldi. Bize de önerdiler ama yola çıkacağımız için pek yanaşmadık. (Yanaşanlar da oldu elbette J) Ortam gerçekten çok güzeldi. Düğün Perşembe gece başlamış, biz gittiğimizde Pazar akşamdı. Dün gece gelseydiniz kalamar, karides de vardı dediler. Gece burda konaklasaymışız çok farklı bir ortam olabilirmiş. Karnımız doyunca kalktık oynadık biz de. Bu düğün kısmı çok farklı bir hava kattı geziye. Oranın yerlileriyle konuşmak, yemek, müzik, her şey çok güzeldi. Hava yavaştan kararmaya başlayınca düğünden ayrıldık.



Motorların yanına geldik. Karın tokluğunun rehavetiyle yol birden inanılmaz büyüdü gözümde. Hava kararmak üzereydi ve biz daha Bozburun’daydık. Karanlıkta motor üstünde 400 km!  O tokluğun üzerine giydiğim kat kat giysi de zihnimin bana yaptığı baskıyı kat be kat arttırdı. Kendimi çok kötü hissettim ve gitmek istemedim ama yapacak bir şey yoktu. Bozburun’dan  Marmaris sapağına kadar yol gün batımıyla beraber bir başka güzeldi. Selimiye, Orhaniye, gördüğüm koylar,  duyduğum kokular ve yine o ılık rüzgâr. Buraya kesinlikle tekrar geleceğim.

Hava iyice kararınca yol yine zorlamaya başladı. Yol zor geldikçe de zihnim kötü senaryolar üretmeye. Her virajda motor yere yaklaştıkça düşecekmişiz gibi hissettim. 140 km hızla gidiyoruz,  önümüze bir şey çıkarsa motordan nasıl düşerim, hangi kemiklerim kırılır filan derken baktım gezinin tüm keyfi kaçmış. Sonra uykum gelmeye başladı. Koşullar zorlu olsa da göz kapaklarım kapanmak için direniyor bense uyursam motorun dengesi bozulur,  düşeriz diye korkuyorum. Marmaris’e yaklaşınca 2 motor çok uykuları geldiğini söyleyerek Marmaris’te kahve molası vermek istedi ancak öndeki diğer 2 motorla bağlantımız kalmadığından biz durmayıp devam ettik. Ben yine sızlanıyorum içimden, ah biz de mola verseydik, dayanamayacağım daha fazla, biraz dinlensem iyi gelirdi belki. Gözümün önünden kahve fincanları geçiyor. Marmaris’ten benzin istasyonuna kadar geçen o yarım saat bana bir ömür gibi geldi. Durduğumuzda bacaklarım tamamen uyuşmuş olduğundan motordan zorlukla inebildim. Bu yolculuktan öğrendiğim bir şey varsa; düşüncelerimiz büyük oranda fiziksel koşullarımız tarafından şekillendiriliyor. Fiziksel olarak rahatsızsanız her şey ıstırap verici olabilir.
İner inmez kahve makinesine koştum. İki tane kahveyi içince biraz kendime gelir gibi oldum. Biz o kadar hızlı gitmişiz ki önümüzde sandığımız 2 motor bizden 10 dakika sonra geldi. Arkadaşları görünce keyfim yerine geldi. 15 dakika sonra diğer 2 motor da geldi. Hepimiz toplanınca ne yapacağımızı konuştuk. Yayla yolundan gidersek yolumuz kısalacak ancak çok üşüyecektik. Sahil yolu 5,5 saat sürecek olması sebebiyle mantıklı değildi. Bir kısım Fethiye’de konaklamayı, bir kısım Kaş’ta kalmayı ve sabah yola çıkmayı önerdi ancak çoğunluğun sabah işte olması gerekiyordu. Son karar herkesin yayla yolundan gitmesi oldu.

Gezinin en enteresan kısmı da bu kararı aldıktan sonrasıydı. Hepimiz çok üşüyeceğimizin farkında olduğumuzdan kendimizce bir takım önlemler almaya başladık. Montunun içine gazete sıkıştıranlar mı istersiniz, çorap katmanları arasına naylon poşet giyenler mi. Spor ayakkabılarımın üzerine giydiğim poşetler güvenli olmadığı gerekçesiyle (Zincirlere takılabilirmiş) çıkartıldı. Çantalarımızda giyecek namına ne varsa üzerimize geçirdik. Operasyon tamamlandığında robocop gibi hissediyordum kendimi, hareket yeteneğim büyük oranda kısıtlanmıştı. Tüm bunlar olurken gerçekten çok eğlendik. Gerçekleşmesinden korkulan bir olay öncesi histeri krizi geçiren 8 insan. Şimdi korktuğumuz başımıza gelmedi desem yalan olur. Fethiye-Söğüt arasındaki o 100 km de nasıl üşüdüğümü, neler hissettiğimi size nasıl anlatsam? Öyle anlar oldu ki; dedim tamam, ben bu elleri istemiyorum artık, kessinler de kurtulayım. Bu yolu asla tamamlayamayacağımı, Antalya’ya asla geri dönemeyeceğimi düşündüm. Neyse ki mola verince geçti hepsi  J

Söğüt’e ilk biz vardık.(Hız sebebiyle). 2 motor Söğüt’e gelene kadar arada mola vermiş, onun da etkisi var tabi.  Ben sobaya yapıştım ama hiçbir şey hissetmiyorum. Çorba sorduk yok dediler, yapın dedik bizde. Hemen adaçayı söyledik. Köylüler oturmuş dizi izliyor sıcak soba yanında, onlara bakınca içim sıcacık oldu. Dedim Serap, ne arıyorsun dışarlarda J  Nedir bu  “yeni” ve ” daha" arzusu?  Öte yandan ellerim bu kadar üşümese orda olduklarını nasıl hissedeceğim? Soba yanında otururken unutup gidiyorsun işte varlıklarını. İş;  ikisi arasındaki dengeyi bulabilmekte.  Bazı şeyler var aramakla bulunmuyor, dışarda değil onlar, içerde. Gel gör ki içerdekileri fark edebilmek için dışarı çıkmak gerekiyor bazen.   Yolda olmayı çok seviyorum ben.



Diğerleri geldiğinde çorbalar hazırdı, güle oynaya içtik. Isınır ısınmaz keyfimiz yerine gelmişti yine. Fazla üşümemek için yavaş gitmeye ve Antalya’ya kadar bir mola daha vermeye karar verdik. Ellerimin üşümesine çözüm olarak üzerlerine oturmamı önerdiler. Kulağa garip gelse de kesinlikle işe yarıyor.

Sonraki molaya kadar pek zorlandım. Bu son mola yerinde - belki Antalya’ya yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla- muhabbet zirve yaptı.  Benzin istasyonunda çalışanlar kopuyor biz konuştukça, aynı şekilde biz de.
Antalya’lı değilim ancak Kepez’i inmeye başladığımız an (Sadece bu yolculuğa has değil memleketten gelişlerde bile böyle bu) evimde hissettim kendimi. Sadece 1 gün önce ayrılmıştım ama çok uzun zamandır uzaktaymışım da geri gelmiş gibiydim. Eve ulaştığımda saat 1 olmuştu. Bozburun’u da görmüş olmanın mutluluğuyla uykunun kollarına bırakıverdim kendimi sıcak yatağımda.

 

9 Kasım 2014

Hayatımda Bir Kadın Var

Evet, yanlış okumadınız; hayatımda bir kadın var! Geçen ay yoga hakkında araştırma yaparken tanıştık kendisiyle. Yogaya olan sevdasını öyle güzel anlatıyordu ki;  yogayı anlatışına sevdalanıverdim okumaya başlar başlamaz. Üstelik sadece yogadan da bahsetmiyordu, bloğunun ismi gibi insanlığın her türlü haline genel bir bakıştı yazdıkları. Öyle bir bakıştı ki, çırılçıplak hissettim kendimi. Acaba beni tanıyor olabilir miydi? Tanımıyorsa nasıl oluyordu da kelimesi kelimesine beni anlatıyordu yazdıkları.

Bulduğum her fırsatta çalmaya başladım kapısını.  Her seferinde biraz daha derine inerek kendimle yüzleştiriyordu beni. Ve bunu öyle bir ustalıkla yapıyordu ki hiç acımıyordu canım. Bazen içimde hafif bir sızı çoğu zaman da yüzümde bir tebessümle demek böyle görünüyorum dışardan diyordum. Çok iyi gidiyordu yani ilişkimiz. Ben her buluşmamıza ilk buluşma heyecanıyla gidiyordum, O da beni sımsıcak kucaklıyor, hayal kırıklığına uğratmıyordu hiç.
Sonra bir gün büyü bozuldu. Blogtaki yazılar tükenince boşlukta buluverdim kendimi. Ne olacaktı şimdi? Bu ilişki böyle bitemezdi. Hemen oturup bir mektup yazdım, nasıl hissettiğimi anlatmam lazımdı O’na.
O sabah biraz keyifsiz uyandım. Her gün yaptığım yogayı yapmak gelmedi içimden, zorlamadım bende. İşe geldim, bilgisayarımı açtım ve ekranda O’ndan gelen e-postayı görünce çok heyecanlandım. Kısa bir mektuptu, yazdıklarımın O’nu mutlu ettiğini bu sebeple o gün yazdığı yazıyı bana ithaf ettiğini yazıyordu. Hemen bloğu açtım, Bir Hayran Mektubunun Ardından. Başlık O’na yazdığım mektubun başlığıydı. Yazdıklarını okuyunca çok yoğun duygularla yazdığım mektubumun aynı duygularla bana geri döndüğünü hissettim. Birbirimizi tanımasak da, aramızda okyanus olsa da kelimeler tüm duyguları taşımış, karşı tarafa eksiksiz ulaştırmıştı demek. İki farklı hayat ortak bir paydada kesişmişti. O an fark ettim ki aslında ayrılık yoktu, tüm insanlar “bir”di. Bu farkındalıkla sımsıcak oldu içim.
Tüm bu güzel duyguları vücuda getirmen sebebiyle bu yazı sana ithaf edilmiştir sevgili Defne Suman, iyi ki varsın, iyi ki yazıyorsun.
Yazıyı okumak isteyenler burdan lütfen.