Hayatın içinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayatın içinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2021

En Şanslı Gün - Akshaya Tritiya


Bugün Vedik Astroloji’ye göre 2021 yılının en şanslı günü Akshaya Tritiya. Hint kültürünü çok sevmemin sebeplerinden biri her günü bir şekilde özel kılması. Hindistan’a  gidenler  bilir; orda her gün bir kutlama, bir festivaldir.  Yolda yürürken, pazarda alışveriş yaparken bir bakmışsınız ziller, davullar çalmaya başlamış, insanlar dans ediyor, nehirlerde pujalar yapılıyor. Aynı şekilde orda her şey kutsaldır; inekler, fareler, maymunlar, ağaçlar, bitkiler, nehirler, dağlar... Hayatı yaşamak için daha neşeli bir yol düşünemiyorum; her anı bir kutlama halinde yaşamak. Jai !

Ne diyorduk; en şanslı gün. Deniliyor ki; bugün Ganj nehrinin Shiva’nın saçlarıyla yeryüzüne indiği günmüş. Pek hoş.

En şanslı günde ne yapmak istersiniz? Dilekler?

Covid  dünyamıza uğradığından beri  çoğu insanın iş yaşamı sekteye uğradığından  günlerin pek bir önemi kalmadı sanki, öyle ya; doğada Pazartesi yok! Ben bunu covidten daha önce kavradığımdan sendromlu Pazartesilerime veda edeli  biraz olmuştu zaten. Ancak bir şeyi bireysel ölçekte deneyimlemekle toplumsal  hatta küresel ölçekte deneyimlemek aynı değil elbette. Milyonlarca insan tişört pijama, hafta içiymiş hafta sonuymuş aldırmadan yaşayıp gidiyoruz şimdilerde. Bayrammış filan umurumuz değil.

Kaçınılmaz olarak günler birbirinin aynı olduğunda kendimizi nasıl hissediyoruz? Sokağa çıkmak yasak olduğundan netten aldığımız yüzüncü elbiseyi giyemediğimizde? Gidecek bir işimiz olmadığında biz kimiz? Son dizi izlendikten, son video oyunu oynandıktan, son yemek siparişi verildikten sonra ne yapacağız?

Geçen gün biri dedi ki; “Hiç bir şeyi yarına bırakmak istemiyorum; yarın ne olacağımız belli değil!”  Şaşırdım baya; daha önce belliydi de haberim mi yoktu? İşte böyle böyle, zorla da olsa uyanıyoruz  geçiciliğimize, hayatın belirsizliğine.

Ortak uyanışların yanında kişisel uyanışlar da oluyor elbette.  Geçen yıldan beri “Dünyada çok fazla acı var!” diye dolanıyorum ortalıklarda.  Bunu bilmiyor değildim elbette, doğalı beri etrafımdaydı bu acı ancak ilk kez kalbimde, hücrelerimde hissediyorum bu acıyı. “İnsan olmak acılı bir deneyim.” Cümlesi beliriyor sık sık zihnimde.  Sağım solum acı hep.

Yeni ay sabahı meditasyonda otururken yine dünyanın acısı çöreklendi yüreğime; insanın insana ettiği zulüm,  yerinden yurdundan edilen, aşağılanan insanlar, dini, ırkı yüzünden hor görülenler , insanca yaşayabilmek uğruna hükümetin aldığı kararları protesto için sokaklara dökülenler. Dünya koca bir yangın yeri, her yerinden acı fışkırıyor. Gözlerimden yaşların akmaya başlamasıyla beraber muazzam bir şefkat yayıldı içime sonra. Ah dedim, insan olma deneyimi bu işte , hissedebilen bir canlı olmak böyle bir şey, tam da bunun için burda değil miyiz?

Sorun acının varlığı değil,  acının varlığını kabul etmeye dair gösterdiğimiz direnç bence. Zenginler parasını fakirlerle bölüşse, ülkeler başka ülkelerle savaşmayı bıraksa, doğaya zarar vermesek, dünya harika bir yer, hayat bayram olsa dilekleriyle  üstesinden gelinebilecek bir şey değil  bu acı; dünyanın temelinde, insanın mayasında var. Acıyı kabul ediyoruz acı var ama asıl soru şu sanki; biz bu acıyla ne yapıyoruz? Yüreğimizdeki  bu acıyı derinden hissetmeden bu acıyı dindirmek için bir şey yapmamıza  imkan yok. Acı olmadan şefkat gelmiyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; yılın en şanslı gününde acı acı diye içimizi kararttın. Bekleyin biraz. Siz şansı piyangodan bilmem kaç milyon kazanmak olarak mı tanımlıyorsunuz? Ya da dilekleriniz şuyum olsun buna da sahip olayım gibi şeyler mi? Ancak ...... olduğunda mı mutlu olabilirsiniz? Bir daha düşünün. Tüm dilekleriniz gerçek olduğunda kim olacağınızı düşünün.

Belki  şu anda çok sıkılıyor, kapana sıkışmış hissediyorsun, belki maddi zorluklar içindesin, belki çok sevdiğin bir yakınını kaybettin ve onsuz yaşam düşüncesi içini yakıyor. Şu an insan olmanın her halini deneyimleyen güzel  insan kardeşim; bu yazıyı okuyorsan bil ki yalnız değilsin. Hissettiklerinde yanlış olan bir şey yok. İyi hissetmek için kendini  zorlamak zorunda değilsin. Biz insan kardeşlerin de aynı senin gibi hissediyoruz, acını paylaşıyor, seni seviyoruz.

Sonra, hiç bir gün diğerinin aynı değil sadece güne bakan gözlerin tozlanmış azıcık, üfleyiver tozları. Hangi gün olduğunu bilmesen de olur ama gün ne zaman doğuyor ne zaman batıyor bir bak, o zaman biraz daha kolaylıkla akacak zaman.  Biraz hareket et, silkelen, titre ve kendine gel, ister yoga ister dans ne seviyorsan artık. Biraz kuş dinle, ağaç izle balkondan ya da camdan. Bak çiçekler şikayet ediyor mu hiç covid filan diye.

Unutma, bugün en şanslı gün, yarın da, ondan sonraki günde. Bugün bayram, yarın da, ondan sonraki günde. Eline kalbine koy, nefes al, nefes ver. Öyle ya da böyle, burdayız işte. Madem gelmiş bulunduk, keyfini çıkaralım biz de.

Yalnız değilsin, hep seviliyor çok destekleniyorsun.

Tüm bunlara rağmen hala sıkılmaya devam ediyorsan da,  ananemin deyimiyle; "Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz."

En şanslı günün kutlu, mutlu olsun.

 

 

29 Mart 2020

Corona Günlükleri 5 – Pazar



Balkondan bildiriyorum.

Bu sabah güneş gökyüzünü muhteşem renklere boyayarak doğdu. Çiçek açmış kayısı ağacı yeşermeye başladı. Antalya'nın en sevdiğim zamanları başlıyor. Burada tüm caddeler turunç ağaçları ile doludur. Şehre yeni gelenler bunları portakal zannederek pek bir heyecanlanır, toplamaya çalışırlar hemen. Turuncun acı tadını alınca da hayalleri yıkılır. Her yıl Nisan'a doğru bu ağaçlar çiçek açmaya başlar ve şehri dayanılmaz bir koku sarar, tatlı ve baygın. Sokaklarda yürürken şehrin orta yerinde olmama rağmen sanki doğa beni kucaklıyormuş hissine kapılırım bu koku sayesinde. Bu yıl sokaklarda özgürce yürüyemiyoruz ama napalım, başka bahara artık. (Varsa şayet yaşanacak bir baharımız daha).

İşte bu sabah, apartmanın bahçesindeki turunç ağacından gelen koku beni kendimden geçirince yaşasın dedim, bahar geldi. Tüm mevsimleri seviyorum ama ilkbaharın yeri başka. Doğadaki uyanış beni büyülüyor. Tüm kış toprak altında uyuyan tohumlar, filizlenmeye, yeşermeye başlıyor. Cansız gibi duran bir formdan capcanlı bir şey meydana çıkıyor. Bu bana içimizdeki potansiyeli hatırlatıyor her seferinde.

Kuş dilini çözmek üzereyim. Psikologlar demiş ya; bu dönemde hayvanlarla konuşmanız normal, onlar sizinle konuşmaya başlarsa sorun diye, kuşlar benimle konuşur mu bilmem ama ben onları anlamaya başlıyormuş gibi hissediyorum. Zaten anlaşmak için ille de konuşmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Terk edilmiş apartmanın yanındaki apartmanın 3.katında bembeyaz bir kedi vardı bu sabah pencereden dışarıya bakan. Hali pek bir hüzünlü göründü gözüme; sanki dışarı çıkmak istiyormuş da çıkamıyormuş gibi.  Onun bir ev kedisi olduğunu hatırladım sonra, dışarı çıkmıyordu ki hiç! (Kendi duygularımızı nasıl da dışarı yansıtıyoruz hemen.) Zaten  bir süre sonra perdeyle oynamaya başlayıp çıldırdı, hüzünlü olduğunu düşündüğüm halinden eser kalmadı.

Sanırım iki yıl kadar önce annemin evinden bir kaç sardunya ve cinsini bilmediğim bir kaç çiçek getirip ekmiştim balkonda duran saksılara. Sardunyalardan biri eker ekmez açmıştı, bugüne kadar bir sürü çiçek verdi. Bu ana kadar hiç açmayan bir tanesinin tomurcuklandığı fark ettim bu sabah ve çok sevindim, ne renk çıkacağını çok merak ediyorum. Uzun süredir kurtarmaya çalıştığım bir tanesi ise ölmek üzere.

Balkonun aynı yerinde duran ve eşit güneş alan, eşit şekilde suladığım bu üç çiçeğin farklı gelişmesinin sebebi neydi? Çiçeklerin iradeleri var mıydı acaba ya da hisleri? Onca yoldan gelip yeni yuvalarına yerleştiklerinde biri “ Yaşasın, yeni bir şehir, üstelik geldiğim yerden çok daha güneşli” deyip rengarenk açmaya mı karar vermişti? Diğeri geldiği yeri yadırgayıp “Dur bakalım, açmaya değecek mi?” diyerek kendini korumaya mı almıştı? Ve sonuncusu kendini ait hissetmediği bu yerde, memleket hasretiyle çürümeye mi bırakmıştı bedenini?

Dünyada (dışarda) çok fazla şey oluyor, içimde çok fazla şey oluyor. Bir kaç gündür okuduğum ya da duyduğum bir cümlede, izlediğim bir şeyde başlayan kahkahalarım ağlamaya dönüşüyor. Ya da tam tersi , ağlarken gülmeye başlıyorum. Gün içinde farklı farklı haller, duygular beni ziyaret ediyor. Bu gülme ve ağlamaların içimde sıkışmış duyguların dışa vurumu olduğunu bildiğimden endişelenmiyorum, aksine seviniyorum. İçimizde sıkışmış her şeyin bizi zehirlediğini bildiğimden onlara dışarı çıkmaları için yollar veriyorum. Bedenimdeki sıkışıklık için yoga asana yapıyorum, kalbimdeki sıkışıklık için mantra söylüyorum. Bu ara sürekli Maha Mantra ve Gayatri Mantra söylüyorum, çok ama çok işe yarıyor.

İnsan olmak, böyle bir kırılganlıkla yaşamak nasıl da zor. Kendimizle savaşımız bitmiyor. İçimizdeki savaş bitmedikçe dışardaki savaş da bitmiyor. Kendimize ettiğimiz zulmü  fark etmedikçe doğaya, başka insanlara zulmediyoruz. İçimizdeki acıyı görmekten kaçtıkça duyu tatminine veriyoruz kendimizi; yiyoruz, içiyoruz, seks yapıyoruz, film izliyoruz, alış veriş yapıyoruz. Bunları yapınca  biraz iyi hissetsekte günün sonunda fark ediyoruz ki olmuyor, içimizdeki o boşluk bir türlü dolmuyor.

Kendimize söylediğimiz yalanların sonu gelmiyor. En büyük yalanlardan biri sevgiyi hak etmemiz gerektiği. Sevgiyi hak etmek için deliler gibi uğraşıyoruz; okuyoruz, öğreniyoruz, başarılı, faydalı, üretken olmaya çalışıyoruz, sevilmek için sınırlarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz, olmadığımız biri gibi davranıyoruz, yeter ki herkes bizi sevsin. Ama olmuyor, kimse kendini sevemediğinden başkasını sevemiyor. Kendimizi kabul edemediğimizden kimseleri kabul edemiyoruz. Ben evde oturuyorum, sen niye dışarı çıkıyorsun diye bağırıyoruz avaz avaz. Öyle yapma böyle yap diyoruz çünkü en doğrusunu biz biliyoruz.

Halbuki seviliyoruz hiç bir şey yapmadan da, sadece var olduğumuz için. Yaratan sevgiyse aksi nasıl mümkün olabilir ki? Yaratan her şeyiyle bütün ve eksiksizse biz nasıl farklı olabiliriz?

Ev  -şu an  içinde çokça sıkışmış  hissettiğimiz- dört duvardan oluşan bir yer değil. Ev, içinde bulunduğumuz bu beden değil. (Şu an öyle gibi görünebilir ama bu kısa bir süreliğine böyle.)
Ev gözünü kapadığında gittiğin, bağlantıda, BİR hissettiğin o yer, her daim huzurlu, sonsuz mutluluk içinde. Sat Chit Ananda

Şu anda ev bizi çağırıyor...

24 Mart 2020

Corona Günlükleri 3


Yeni ayınız kutlu olsun.

Bugün Koç’ta yeni ay. Astrolojik yeni yılın başlangıcı aynı zamanda. Doğa uyanışta.
Balkondan bildiriyorum. Antalya’da müthiş, ışıl ışıl bir gün, hava ılık.  10 gündür evdeyim.  Bu süreç içinde bir kaç kez yiyecek alışverişi için dışarı çıktım, 4 gündür ise evden dışarıya adımımı atmadım. İlk zamanlar her gün batımı yaptığım 1,5 saatlik yürüyüşleri özlesem de kısa sürede alıştım. İnsan evladının müthiş bir uyumlanma kapasitesi var; yeni koşullara hızlı bir şekilde alışıyor.

Balkondan katılıyorum hayata. Bahçede- karşımdaki terk edilmiş binanın önündeki - kayısı ağacı çiçek açtı, yanındaki dut ağacı ise yeşerdi.  Güvercinlerle kanka olduk.  Balkona yiyecek bir şeyler koyuyorum zaman zaman onlar için, koymadığım zaman uyarmaya başladılar artık. Önceden ben balkona çıktığım an uçarlarken benimle kalmaya başladılar. Geldikleri an hoş geldiniz, ne var ne yok diye konuşuyorum, onlar da ötüyor. Geçen gün bir metreden az bir mesafede yan yana oturduk. Her gün aynı güvercinler mi geliyor, yoksa değişiyor mu çok merak ediyorum.

Sabah uyanır uyanmaz nefes çalışması yapıyorum, ardından japa meditasyonu  ve en son asana pratiği. Bunların süreleri nasıl hissettiğime göre değişiyor ama genelde toplamda 1-1,5 saat kadar sürüyor. Matımı odada serili tutuyorum ve vücudumun esnemek istediği her an üzerine geçip bir şeyler yapıyorum.

Tüm bunları yaptıktan sonra  üzerime çöken huzur halini bozmamak için sevdiğim mantraları dinleyerek hazırlıyorum kahvaltımı. Hava güzelse balkonda yiyorum. Kahvemi içerken geceden kapattığım telefonumu açıyorum. Ben yıllardır televizyon izlemiyor, haber  okumuyorum. Corona gündemimiz olduğundan beri günde bir kez vaka sayısı kaç olmuş bakıyorum sadece.

Bunların çoğu gündem değişmeden önce  yaptığım şeyler olsalar da  gerek instagramda geçirdiğim sürenin artması gerekse  arkadaşlarımı ve ailemi daha sık arama isteği duymam böyle bir zamanda bağ kurma, iletişimde olma ihtiyacımın arttığını gösteriyor.

Düzenli biri olmama rağmen temizlik hastası olmadım hiç ve kapı kollarını çamaşır suyuyla silme aşamasında değilim. Kendimce makul ölçülerde ellerimi yıkıyorum. Kolonya baş ucumda duruyor. Alışverişten döndükten sonra bir kaç kez nereye dokundum, oraları yıkayayım, sileyim diye aklımdan geçse de takibinin imkansızlığını fark edince vazgeçtim. Yine de dışarı çıktığımda giydiğim tüm kıyafetleri  eve girer girmez çıkarıp yıkadım ve kendim de yıkandım. “Dışarda bir virüs var ve dokunursak öleceğiz!” paranoyasının virüsün kendisinden çok ama çok daha tehlikeli olduğunu o zaman çok net bir şekilde fark ettim. Bunda böyle bir zamanda izlenmemesi gereken bir film olan “Salgın” filmini izlememin de etkisi var sanırım. Filmde günde binlerce kez  yüzümüze dokunduğumuzu duyduktan sonra yüzüme dokunduğum her anı fark etmeye başlayınca çıldıracak gibi oldum :D

Dün nihayet giysi dolabına el attım kışlık yazlık değişimi için. Kullanmadığım şeyleri ayırdım. Bunu düzenli olarak yaptığım için artık çok az eşya çıkıyor düzenlemelerde, buna seviniyorum. Gerçekten çok fazla şeye ihtiyacımız yok bu hayatta.

Bu hadise meydana gelmeden önce Vedik öğreti ve mantralarla ilgili bir uzaktan eğitim imkanı sunulmuştu bana (Çok şanslıyım gerçekten). Bu eğitim kapsamında bana verilen ödevleri yapmaya başladım. İlk mantra sevdiğim ve söylediğim bir mantra çıktı. Ah, böyle zamanlarda her şey öyle güzel oturuyor ki yerine; ilahi sözler duymak kadar insanın kalbini açan bir şey yok.

Bu dönem rüyalarımda müthiş bir hareketlilik var ve mesaj içerikli rüyalar artmaya başladı. Rüyalarımı yazıyorum.  Onları yıllar sonra okuduğumda o dönemin tablosunu öyle not koyuyorlar ki ortaya. Bilinçaltınızda neler olduğunu merak ediyorsanız rüyalarınızı düzenli yazın.

Yazma isteğim arttı bu dönemde. Gerek buraya gerekse günlüğüme daha fazla yazar oldum ve bu beni çok mutlu ediyor. 

Japa pratiğimi günde ikiye çıkardım. Artık sadece sabahları değil akşamları da japa yapıyorum. Hatha yoga pratiğimde günde iki oluyor bazen.  Dört başı mamur, baştan sona planlı pratiklerden ziyade bedenimin ihtiyacına göre hızı ve süresi değişen pratikler bunlar.

Bu bir “Ben bunları yapıyorum, siz de yapın!” yazısı değil. Bunları yapmak bana iyi geliyor o yüzden yapıyorum.

Evde kalıyorsan tamam, herhangi bir nedenle dışarı çıkıyorsan tamam.

Korku, endişe, panik içindeysen tamam, sakin ve merkezinde hissediyorsan tamam.

Günde bin beş yüz tane canlı yayına katılıyorsan tamam, hiç bir şey yapmadan yayıyorsan tamam.

Kendini yiyeceğe boğduysan tamam, yediklerine dikkat ediyorsan tamam.

Evde her yeri bin beş yüz kere yıkadıysan tamam, evin darmadağınsa tamam.

Evde çocuğunla, ailenle vakit geçirmekten bunalmış, kendi alanını özlüyorsan tamam, onlarla vakit geçirmekten keyif alıyorsan tamam.

Virüsün insanlığı yok etmek için üretildiğine inanıyorsan tamam, bunun doğal olduğunu düşünüyorsan tamam.

Üzülüyorsan, ağlıyorsan, korkuyorsan tamam, kahkahalarla gülüyorsan tamam.

İsyan ediyorsan tamam, kabul ediyorsan tamam.

Dünyanın sonunun geldiğine inanıyorsan tamam, çok daha güzel günler yaşayacağımıza inanıyorsan tamam.

Her şey, hepsi tamam. Hepimiz değişik şekillerde baş ediyoruz stresle. Ne yaptığının önemi yok. Kendini hissetmediğin şekilde hissetmeye zorlama. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan bir insansın sadece.

Hepsi bu.

23 Mart 2020

Corona Günlükleri 2


Nasıl gidiyor karantina günleri? İnsanın böyle günlerde kendini demirleyecek bir yere ihtiyacı oluyor.

Bu kadar küresel boyutta olmasa da bireysel boyutta her birimiz en az bir kez büyük bir zorlukla karşılaşmışızdır hayatımızda. Yer ayağımızın altından çekiliyor gibi olmuş; her şey tepe taklak olduğundan ne yapacağımızı bilememişizdir. Böyle zamanlar da ya olanla baş edemeyip daha da dibe batarız ya da tutunacak bir dal buluruz. Bu dal benim için yoga olmuştu.

Sonrasında ne zaman dara düşsem, aklımı kaçıracak gibi hissetsem yoga pratiğim beni merkezime bağladı. Yavaş yavaş dışarda olanlardan daha az etkilenmeye başladım.

Bunu herkes yoga yapsın diye söylemiyorum, diyorum ki; hepimiz için en az bir yol var asıl olanla bağlantıya geçebileceğimiz.

Dün @snatamkaurkhalsa nın her gün (bizim saatimizle 18.00) yaptığı yayına katıldım. 
"Ra ma da sa sa se so hang" mantrasını söylüyor.

Ardından @devapremalmiten en her gün (bizim saatimizle 24.00) yaptığı yayının tekrarını dinledim. Gayatri mantrayı söylüyorlar.

Söyledim, söyledim, söyledim. Söyledikçe hafifledim. Hafifledikçe hatırladım.

Sıkıntı varsa ferahlık var
Hastalık varsa şifa var
Karanlık varsa aydınlık var
Boşluk var
Sonsuzluk var
Meditasyon var
Yoga var
Mantra var
Dua var
Namaz var
Zikir Var
Yol çok
İçeri bak, orada senin çağıran bir şey var
İçeri git, orada hiç dokunulmamış öz var
İlâhi olana dön yüzünü

Bu da geçer ya Hû

21 Mart 2020

Corona Günlükleri 1



Bugün ekinoks yani günün karanlığı ile aydınlığı eşit.

Dünyanın düzeni ikilik üzerine kurulu.  Bize göre karanlık varsa aydınlık yok. Bir şey varsa başka şey yok. Sınırlı zihnimizle ancak böyle anlam veriyoruz bir şeylere.  Peki, şu cümle nasıl hisettiriyor? İkisi de var ve hiç biri yok.

Hazır bugün karanlık ve aydınlık enerjisi eşitken soralım kendimize; neler oluyor?

DURDURULUYORUZ!

Durdurulan doğa değil elbette insanlar. Güneş yine doğuyor, batıyor. Toprak uyanıyor, yeni ayda ektiğim fesleğenler büyüyor. Kuşlar ötüyor. Geçen sabah meditasyona oturduğumda gökyüzündeki  ay  öyle muhteşemdi ki; gözlerimi alamadım. Yanı başına ilişmiş olan yıldız sonra ona eklenen başka bir yıldız (Bir kaç saat sonra okuduğum yazıda tesadüfen öğrendim ki; onlar yıldız değil Mars ve Jüpitermiş.) derken gözümü kapayıp içerdeki güzelliği mi izlesem yoksa dışardakini mi bilemedim. Demem o ki; doğa corona filan dinlemeden tüm zarafetiyle döngüsüne devam ediyor.

Biz ne yapıyoruz? Bazılarımız çalışmaya devam etse de çoğumuz evlerimize kapandık. Eve kapanınca durduk mu? Hayır. Bir yandan olan biteni takip ediyoruz, bir yandan temizlik yapıyoruz. Okuyamadığımız kitapları okumaya, izleyemediğimiz filmleri izlemeye, yarım kalan işleri bitirmeye verdik kendimizi. DURAMIYORUZ.

Kendi adıma; instagramda daha fazla vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Şu an gördüğüm tablo akıllara zarar. İlgi alanlarım doğrultusunda takip ettiğim hesaplarda müthiş bir faaliyet var. Öyle ki; dünyanın dört bir yanından yoga hocalarının verdiği online yoga derslerine mi, toplu mantra çemberlerine mi, mindful sohbetlere mi katılayım bilemiyorum. Ekranda aynı anda belirerek yanıp sönen canlı yayın ibareleri beynimi yakınca kapatıyorum telefonu. 6 gündür evdeyim ve hiçbir şeye katılamadım. Katılamıyorum. Herkes kendince hediyelerini paylaşıyor ve bunda yanlış olan bir şey yok. Konu benimle ilgili; artık dışardan gelenleri toplamaya değil fazla olanları bırakmaya ihtiyacım olduğunu görüyorum. Çoğaltmak değil de sadeleşmek zamanıymış gibi geliyor.

Yine kendi adıma gidişattan endişe duymadığımı söyleyebilirim. Yıllardır yaptığım çalışmalar tam da bunun içinmiş gibi hissediyorum. Dünya çapında bir salgın var ve evden çıkmayıp kişisel temizliğime dikkat etmekten başka yapabileceğim hiç bir şey olmadığını biliyorum. Depolayacağım tuvalet kağıdı ve makarnanın hiç bir işime yaramayacağının farkındayım. Bunu yapanlar yanlış yapıyor diye söylemiyorum. Şu an en ilkel yanımızla temas içindeyiz. İsteğimiz her şeye  anında erişme noktasındayken atalarımızdan asırlardır bize aktarılmış olan hastalık, kıtlık, yokluk bilincinin tadına bakmak zorunda kaldık bir anda. Kolay iş değil, yalpalayacağız elbet.

Yaşadığımız zorlukları tekamülümüzün yakıtı olarak görüyorum. İnsan zorlanmadan gelişme ihtiyacı duymuyor. Acıdan daha büyük bir motivasyon aracı bilmiyorum. Bu ister fiziksel, ister, ölümlü ve kırılgan olmaktan kaynaklanan psikolojik acı olsun. İnsan olmak böyle bir şey, kolay değil. Zaman bize atalarımızın korkularını dönüştürmekle görevli savaşçılar olduğumuzu hatırlatıyor.
Bunu nasıl atlatacağız? Kabul ve teslimiyetle, tevekkülle. Gezegenleri, galaksileri, evreni, uzayı düşünün. Şimdi kendi varlığınızı düşünün, ne kadar önemlisiniz? Sizce böyle bir yapıda sizin endişeleriniz, üzüntüleriniz, planlarınız ne kadar etkili? Dünya hakkında endişelenmeyi bırakın, o başının çaresine bakacaktır. Salgında ölenler için üzülüyor musunuz? Neden? Siz ölmeyecek misiniz?

O zaman her şeyi boş verip hiç bir şey yapmayalım mı? Elbette hayır. Sorumluyuz; elimizden gelen her şeyi yapacağız. Hem kendimiz hem diğerleri için gerekli önlemleri alıp gerisini bizden büyük olan güce teslim edeceğiz. İlahi planda ne, ne için oluyor bilemeyeceğimize göre yapabileceklerimizi yapıp kalanını bırakacağız.

Ben şu an olanlardan ziyade tüm bunlar bittikten sonra olacakları merak ediyorum asıl. Hiç bir şey olmamış gibi hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edecek miyiz? Bence hayır. Bu UYANDIRMA çağrısı herkesi hayatlarına bakmaya yöneltecek bana kalırsa. Herkes kendi idrakine göre değişiklikler yapacak yaşam tarzında. Hayat bir tetris oyunuysa insanlık bir  level atlamış olacak tüm bunlar bittiğinde.

Hayatın  bizi (zorla da olsa!) ANda yaşamaya yönelttiği bu zamanların kıymetini bilelim. Buraya belirli nefes sayısıyla geldik ve bittiğinde gideceğiz.

Korku, endişe, panik anlarında doğumundan ölüme kadar sana eşlik eden nefese ver dikkatini. Nefes al (1,2,3,4), tut (1,2,3,4), nefes ver (1,2,3,4) ve dışarda tut (1,2,3,4). Dışarı çıkamıyorsan, içeri gir. Hepsi bu kadar.

Yalnız değilsin.

Seviliyor ve destekleniyorsun.

Her zaman...




17 Eylül 2019

Kim O?



Ekranda bembeyaz sayfadaki çubuk yanıp sönüyor ve ben nasıl başlayacağımı bilmeden çubuğa bakıyorum. Bir kelime belirir umuduyla izlemeye devam edip ilham gelmesini mi beklesem? İçim kelimelerle dolu hâlbuki. Sadece hangisini çekip hangi sırayla dizeceğimi bilemiyorum. Dosyayı yazıyı bitirdiğimde aynı kalacağından şüphe duyduğum tek kelimelik bir başlıkla kaydettim. Hadi bakalım.

Bir şeyler oluyor. Fazlaca ilginç bir şey gibi gelmeyebilir kulağa, sonuçta her an bir şeyler oluyor. Dahası var; bana bir şeyler oluyor. Ne olduğunu bilmiyorum. Aslında içimde biliyorum ama kelimelerle anlatabileceğim tarz şeyler değil bunlar. Yaşadığımız düzlemdeki gerçeklikle ilgili değiller sanki başka bir gerçekliğe aitler.

Kendimin farkına varıyorum. Yıllardır kendimi fark etme çabasındayım ancak bu sefer ki farklı. 7 sayısından bahsetmeden geçemeyeceğim yine. 7. Yaşımı kutladığım bu yıl diğerlerinden farklı.

Uyanıyorum. 7 yıl önce açmıştım gözümü ilk. Ben onu uyanma sanmıştım ancak geçen 7 yıl uyku mahmurluğundan başka bir şey değilmiş geriye bakınca. Sabah kalktığında uykuyla uyanıklık arasında ki o halde el yordamıyla bulmaya çalışırsın ya bir şeyleri; saate bakmak için telefonunu, gözlüklerini, giysilerini, tastamam öyle. Beynin tam olarak vücuduna hükmetmez, az önce olan şey rüya mıydı yoksa gerçekten olmuş muydu bilemezsin.

Bu yazıyı yazan kim bilmiyorum; 7 yıl önceki “eski” Serap mı , şimdiki “yeni” Serap mı, her ikisi de mi, hiç biri mi, bilmiyorum. Aynı kelimeyi defalarca tekrarladığınızda anlamsızlaşır ya, ismim de öyle sanki, kendi başına pek fazla anlam ifade etmiyor.

Birkaç saat önce ettiğim sohbette yaşadığım bir olaydan bahsettim birine. Anlatırken anısı hala canlıydı. Ölüme yakın deneyim yaşayanların bahsettikleri şeyleri okumuş ya da duymuşsunuzdur; kişi ameliyat masasındadır ve bir anda yerden yükselir ve yukardan ameliyat masasında yatan bedenine bakar. Ya da kaza geçirmiş yolda yatmaktayken yukardan yerde yatan bedenini izler. Ölüme yakın olmasa da ben bu tarz bir deneyim yaşadım geçen yıl. Travmatik bir an yaşıyordum. Yaşadığım olay eski Serap’ın “dehşet” olarak tanımlayacağı bir şeydi. (Hatta yeni Serap bile ona katılır bence bu konuda.) Hazmetmesi gerçekten zor olan o anı yaşarken birden müthiş bir sakinlik hissettim varlığımda. Bir şey (o şey her neyse) yükseldi içimden ve kendimi yukardan gördüm. Aşağıda kurulu bir tiyatro sahnesine bakıyordum sanki. Bir oyun oynanıyordu. Ben ve bir kişi daha oynuyorduk oyunu. Tüm bunları yaşayan Serap’tı ama ben değildim. Olayın travmatikliğinden kaynaklanan acı, incinme gibi duygular hissetmiyordum. Bir şey oluyordu; olan şey iyi değildi, kötü değildi, sadece oluyordu ve bunda bir sorun yoktu. O an bana hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini anladım.  Bedenim incinebilirdi, duygularım incinebilirdi, sahte egom yerlerde sürünebilirdi ancak bana hiçbir şey olmamıştı, olmuyordu, olmayacaktı.

Yoga yapmaya başladıktan kısa süre sonra bedenim olmadığımı fark etmiştim. Yıllar geçtikçe zihnimdeki düşünceler olmadığımı anladım. Duygularım sürekli değişiyordu, onlar da olamazdım. O zaman ben kimdim? Bunların çok ötesinde bir şeydim, bundan emindim ama nasıl bir şey olduğumu çıkaramıyordum bir türlü.

Yakın zamana kadar ne kadar güçlü olduğumun, neler yapabileceğimin farkında değildim. Kendimi sınırlı bir varlık olarak görüyor içine hapsolduğum döngülerden kurtulamıyordum bir türlü. Neden aynı tarz insanlar çıkıyordu karşıma, neden aynı sorunları tekrar tekrar yaşıyordum, neden “çok isteğim”i söylediğim şeylere ulaşamıyor, dokunacak kadar yaklaştığım o son anda “Buda mı gol değil?” haline geri dönüyordum.

Biliyorum; yazının tam burasında size hayatın sırrını çözdüğümü ve tüm bunların üstesinden geldiğimi söylememi bekliyorsunuz. Gelmedim. Ya da şöyle söyleyeyim; bir anlayışa geldim ancak bunu sizin anlayabileceğiniz şekilde kelimelerle anlatmamın imkânı yok.

Bazılarınız biliyor; 40 günlük bir hareket yaptım Instagramda kısa süre önce. O süreçte bir sürü şey oldu. Bazı kişiler sık sık soruyor; ne oldu, işe yaradı mı diye. Yaradı, hem de çok yaradı ama yine tekrar etmek zorundayım, kelimelerle anlatamıyorum. Neden anlatamadığımı de söyleyeyim. İşe yaradı mı diye soran, yaptığı şeyden elle tutulur somut bir şey bekleyen zihnimiz. Oysa niyetin zihinle, sonuçlarla hiçbir alakası yok. Niyet enerji boyutunda çalışıyor ve enerjimde söze dökemediğim muazzam bir değişim var.

Bu süreç zarfında tanıştığım kişilerin, öğretilerin katkısı inanılmaz. Şu anda pek çok değişik kanaldan bir sürü bilgi akıyor bana doğru. Dışardan birbirine çok zıtmış gibi görünen bu öğretilerin hepsinin aynı şeyi söylediğini keşfettikçe büyüleniyorum. Hani diyoruz ya; ayrılık yok, her şey BİR, bunu deneyimliyorum ardı ardına. Eş zamanlılıklar müthiş arttı; birini düşünüyorum, arıyor, yardım istiyorum geliyor.

Bir şeyleri okuyarak, zihin yoluyla anlamak başka, o şeyi idrak ederek deneyimlemek bambaşka şeyler. Yıllardır yaptığım çalışmaların bir şeylere dönüşmesini izliyorum hayranlıkla. Ağzımdan çıkanlar ezbere tekrar ettiğim kuru bilgiler değil. Hoş, ben onları tekrar ederken kuru olduklarının farkında değildim, o zaman da onları deneyimlediğimi zannediyordum. Bir 7 yıl sonra bu yazdıklarıma da o gözle bakacağım belki; bu böyle, bir sonu yok.

Artık hayatla beraber aktığımı ilan edebilirim gönül rahatlığıyla. Zihnimde değilse de içimde çözdüm işlerin nasıl yürüdüğünü. Biliyor musunuz, her şeyi bilmenize gerek yok! Her şeyi bilme, anlama arzusunu bir kenara bıraktığınızda gizemin enfes tadını hissedeceksiniz.
Tek bilmeniz gereken her şeyin mükemmel şekilde işlediği ve hiçbir şeyin tesadüf olmadığı. Sizden gayrı hiçbir şey yok hayatınızı şekillendiren; acı deneyimliyorsanız seçtiğiniz için, neşe deneyimliyorsanız seçtiğiniz için, istiyorsunuz ve oluyor.

Bu fiziksel düzleme gelmeyi seçmeden önce ruh candınız, şu anda ruh cansınız ve her zaman ruh can olacaksınız. Bunu hiçbir zaman unutmayın…

30 Haziran 2017

Gün 5 – Home sweet home



*28 Gün yoga başka bir blogta düzenlenmiş bir projeydi. Diğer günlere burdan ulaşabilirsin.

5.Günden üzülerek bildiriyorum sangha, bugün yoga yapmadım. Sabah 5.30 da uyanmama rağmen Antalya’ya gideceğim için yoga işine girişmedim hiç. Erkenden çıktık yola. 90 kilometrelik Çıralı- Antalya yolu 1 saat sürdü,  indiğim yerden evime olan 10 kilometrelik yol da.  İtiraf: şehri hiç özlememişim! Sabah olmasına rağmen hava cehennem gibi sıcak. Eve girer girmez girmez balkona koştum çiçeklerim kurumuş mu diye, kurumamışlar çok şükür. Ektiğim pek çok fesleğen tohumundan biri çıkmış, diğerleri de ardından gelecek ümit ediyorum. Köklensin diye suya bıraktığım birkaç dal fesleğen vardı, onlar köklenmiş iyice, diktim hemen. Kahvaltımı ettim. Liste hazırladım kendime; alınacaklar, yapılacaklar diye ikiye ayırarak. Malum fazla kalmayacağım. Yanıma alacağım eşyaları çıkardım dolaptan.

Ben çok şanslı bir insanım. Aslında şans ve tesadüfe inanmıyorum bir süredir. Gözlemime göre; bir şeye niyet ettiğimizde, bir şeyi yürekten istediğimizde evren onun gerçekleşmesi için her şeyi yapıyor. Misal, yurt dışından dönüp, ailemi ziyaret edip Antalya’ya geldikten sonra döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. Böylece Türkiye’deki ilk dersimi vermiş oldum. Sonra Çıralı’ya gittim. Bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekâna. Burası yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yerdi. Orada ders vermeyi önerdim. Çok sevindiler, kabul ettiler ve beklemeye gerek yok hemen başla dediler. İçinde sadece birkaç parça eşyamın olduğu sırt çantasıyla gittiğim bu mekânda kalıyordum 10 gündür. Artık evime gideyim de eşyalarımı getireyim deyip geldim Antalya’ya bugün.

İşleri halletmek için dışarı çıktım. Apartmanın yanına manikür pedikürcü açılmış. Uzuuuun zamandır ihmal ettiğim el ve ayaklarıma bakıp gelin bir kıyak çekeyim bugün size dedim. İçeri girince bir baktım benim sürekli gittiğim manikürcü orda! (Başka bir yerde çalışıyor normalde). Dükkânın asıl sahibi bayram sonrası memleketine gidince ona rica etmiş dursun diye. Bir yıldır buralarda olmadığımdan konuştuk uzun uzun. Yogadan bahsedince çok ilgisini çekti, bir sürü soru sordu, cevapladım. Bundan böyle takas usulü çalışacağız, o manikür yapacak ben de yoga dersi vereceğim ona :)

İşlerin bir kısmını halledebildim garip bir hal oldu çünkü. Para çekeceğim, bankamatik arızalı, alacağım şeylerin olduğu dükkân kapalı, ilan bastıracağım yerde ilgili kişi yerinde yok filan. Yapabildiklerimi yapıp döndüm eve kendime gelmem bir saati buldu, hava o kadar sıcak.

Tayland’ta beni bir ay misafir eden arkadaşım Türkiye’ye gelmiş, onunla buluşup yemek yedik. Bir proje var beraber gerçekleştirmek istediğimiz onun hakkında konuştuk. Bana bilgisayar baktık. Teknolojiye o kadar uzağım ki; sırf ne alacağımı bilmediğim için artık prize takılı olmadan çalışmayan kırık bir aletle iş görmeye çalışıyorum. Gönül rahatlığıyla istediğim yerde yazabileceğim yeni bir alet hayalindeyim uzun zamandır. Arkadaşım baktıklarımızı beğenmeyip bir de internetten araştıralım dedi. Emektardan yazıyorum hala anlayacağınız.

Sonrasında ben eve gitmek istedimse de kendisi izin vermedi. Arkadaşlarıyla buluşacakmış sen de gel diye tutturdu. Biz artı iki kişiyle başlayan grup büyüdü de büyüdü. Grup bir zamanlar aynı yerde çalışan insanlardan oluştuğu için bolca iş konuşuldu. İtiraf 2: turizmi hiç özlememişim! Eskidendi, eskidendi, çoook eskiden diyeceğim zamanlar ben de turizmde çalışırdım. Eğitimini aldığım asıl mesleğimin bu olmasına rağmen o kadar bıkmışım ki, sohbetlere katılasım bile gelmedi.

Gün raporuna gelecek olursak; yoga yok, bolca sıcaktan bunalma, düzensiz ve aşırı yemek, 2 bira. Yargıç Serap diyor ki; otur yerine SIFIR! Ben de diyorum ki; şefkat göster azıcık, olur arada öyle…

21 Haziran 2017

Aylak Yaşam

Bugün işimden istifa edeli tamı tamına bir yıl oldu. Ne çok şey oldu bu bir yılda! Hayatımı kökten değiştirecek bu kararı verdikten kısa bir süre sonra, birilerinin ülkede darbe girişiminde bulunmasından tam bir saat önce, olacaklardan habersiz, New York’a gitmek üzere olan bir uçaktaydım ben. Evet, uçağım bir saat geç olsaydı gidemeyecektim Amerika’ya. Bunu doğru yolda olduğuma ve orda bulunmam gerektiğine dair bir işaret olarak aldım.

Moskova’da başladığım, Antalya’da devam ettiğim yogalı hayatım Yenidünyada devam etti. Her ne kadar Hindistan yoganın beşiği olsa da Amerika dünyada en kaliteli yoganın yapıldığı yer sanırım. Santa Fe gibi küçük bir şehirdeki stüdyo sayısına hayret ettim. Bizde “yaşlı” (hem de oldukça) tabir edilecek öğrencilerin derslerde ceylan gibi sektiklerini görünce şaşkınlığım daha da arttı. Yoga burda insanların hayatına oldukça entegre olmuş bir şeydi. Öyle ki; süpermarkette bile yoga yapılıyordu! İlk iki hafta aç gözlülükle tüm stüdyoları, stilleri, öğretmenleri denedim. Sonraki 3 aysa sadık bir şekilde, gönlümü fetheden vinyasa derslerine katıldım.

Amerika’ya gidişimden 1 yıl önce yapmış olduğum Hindistan seyahatinde daha uzun süre kalmak üzere döneceğim diye söz vermiştim. Sözümü tutma zamanı gelmişti. Oldukça maceralı geçen Albuquerque- Delhi uçuşu sonrası doğru dürüst dinlenmeden kendimi yoganın başkenti Rishikesh’e attım. Burası adım attığınız her yerde, yoga, meditasyon, reiki, her türlü spritüal öğretiye dair ders alabileceğiniz, Himalayaların eteklerinde, Ganj nehri kenarında küçücük bir kasaba. 1 ay süren oldukça yoğun bir kurs sonrası yoga eğitmenlik sertifikamı aldım. Kurs bitince başka öğretmenlerle derslere devam ettim.

Önceki seyahatimde kurmuş olduğum bir bağlantı sayesinde Rajastan’da bir otelde ders vermeye başladım. Kim derdi ki bir gün yoga eğitmeni olacağım ve ilk dersimi de Hindistan’da vereceğim! Hayat tahmin edilebilir, planlanabilir bir şey değil kesinlikle!

Hindistan’da olup ashram hayatını deneyimlememek olmazdı. Rotamı güneye çevirip Sivananda Yoga Vedanta Dhanwantari Ashram’a gittim. Programı oldukça disiplinli olan bu ashramda geçirdiğim günler hem bedenimde hem de ruhumda değişimlere yol açtı.

Sonrasında Hindistan’ın değişik bölgelerine yaptığım gezilerde aldığım ve verdiğim yoga dersleri yine devam etti. Uzun soluklu seyahatim son durağım olan Tayland Phuket’te geçirdiğim ayla son buldu.

Yurda dönüş zamanı yaklaştığında ne yapacağımla ilgili kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı ve 10 ay sonra ülkeye döndüm. Ailemi ziyaret ettikten sonra evime gelip yerleştim. Döndüğümü bildirmek için aradığım yoga öğretmeni arkadaşım iyi ki aradın dedi, ben de seni arayacaktım tam. Bir festivalde ders vermeye söz vermiş ancak aynı tarihlerde başka bir organizasyona katılması gerekiyormuş ve İngilizce ders verecek birini arıyormuş. Sen verir misin diye sordu, vermez miyim dedim gülerek. İşaretler devam ediyordu…

Türkiye’de verdiğim ilk dersin sonunda öğrenciler gelip beni kucakladı. Eve dönüş yolunda tarifi zor duygular içindeydim, şükranla dolup taşıyordum. O an hayatımda yaptığım hiçbir işte böyle bir tatmin duymamış olduğumu fark ettim. Kesinlikle doğru yoldaydım.

1 yıl sonra hayatımda ne değişti? Çok şey! Bir kere giden kişiyle aynı kişi değilim. Korkularıma teslim olmayı bıraktığımda hayatın benim için harika sürprizler hazırladığını ruhumun derinlerinde hissediyor, hatta biliyorum artık.


Bu satırları size Aylak Yaşam Kampı’ndan yazıyorum. Neresi orası derseniz; burası Çıralı ’da, bir zamanlar müşterisi olduğum demeyeceğim, misafir bile demek haksızlık olur çünkü kendimi evimde hissettiğim bir mekân. Yoga dersi vermeyi düşündüğümde aklıma gelen ilk yer. Dün bir teklifle geldim, meğer onlar da beni bekliyormuş J Dünya Yoga Günü’nde duyurmuş olayım, bundan böyle burdayım. Davetlisiniz; Aylak Yaşam ailesi olarak hepinizi yoga yapmaya bekliyoruz...

26 Mayıs 2017

Yurda Dönüş

İki hafta oldu yurda döneli. İstanbul’a iner inmez doğrudan ailemin yanına geçtim. Anneme yapmayı planladığım sürpriz elimde patlamış bulunmakta. Yolda olduğum zamanlar çok endişelendiğini bildiğim için geleceğim tarihi tam bildirmemiş, Anneler Günü’nde yanında olacağım gibi yuvarlak bir şeyler söylemiştim. Anneler Günü’ne daha iki gün var ve ben eve ulaşıyorum ama o da ne; kapı duvar, kimsecikler yok. Uzun süre yurt dışında olacağım için hattımı kapattığımdan telefonum çalışmıyor. Kapıda öylece kalakalıyorum. Sonrası mahalleyi ayaklandırma, anneme telefonla ulaşma, şehir dışında oldukları için kilidi kırarak eve girme filan.

Şimdi evin içindeyim ama zihnimde ne zamandır canlandırdığım hasret dolu kavuşma gerçekleşmiyor ne yazık ki. Bir tam gün süren bol aktarmalı yolculuğum sebebiyle oldukça yorgunum ama boş durmuyorum; yorgunluk dışında nasıl hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Hiç gitmemiş gibiyim! Aynı eve 10 ay önceki ziyaretimden farklı hissetmiyorum, sanki valizimi alıp bir kaç gün sonra Amerika’ya gideceğim, her şey aynı.  Memleketi özlemiş miyim diye tekrar bir yokluyorum kendimi; yok, sanki giden ben değilmişim, hep burdaymışım. Özlediğim şeyler var elbet; gelir gelmez ekmeğe yumulup yarım kalıp tam yağlı Edirne beyaz peyniriyle hatırı sayılır miktarda siyah zeytini mideye indiriyorum. Uzun zamandır hasretini çektiğim kokteyl domatesleri yiyorum iştahla. Sonra uyuyorum. Gece geç vakit annemlerin geldiğini duyuyorum ama açamıyorum kendimi.

Sonraki günler mutlak bir aile saadetiyle geçiyor. Eş, dost soruyor nasıl onca zaman sonra geri dönmek diye: bilmem diyorum, pek bir fark yok gibi. Bahar en sevdiğim mevsim. Bahçedeki güller ve hanımelleri coşmuş, bahçe sınırlarını aşıp sokağa taşmış durumda, kokuları inanılmaz. Hava serin hala, akşamları yorganla yatıyorum. Hattım açılır açılmaz hemen kitap siparişi veriyorum. Defne Suman’ın ben Hindistan’dayken çıkan son romanını okumak için sabırsızlanıyorum ve üniversiteden arkadaşım Özgecan’ın yayınlanan romanını okuyacağım için heyecanlıyım. Bunun dışında Amerikalı bir arkadaşın tavsiyesi iki kişisel gelişim kitabıyla beraber bir de roman alıyorum, Middlesex.

Bahçede ekim zamanı gelmiş. Bahçeyi kazıyorum, domates, biber, patlıcan fidelerini özenle dikiyorum, öyle bir haz alıyorum ki yaptığımdan hafızama not düşüyorum; toprakla daha fazla haşır neşir ol Serap! Bahçedeki kayısı ağacının üzeri pıtırak gibi meyve. Kirazlar, elmalar, armutlar dallarında olgunlaşmayı bekliyor sabırla.  Olgunluklarına yetişemeyeceğim diye üzülüyorum biraz.

Ev bana hoş geldin demek için gelen komşuların getirdiği eriklerle dolup taşıyor. Öyle yiyor öyle yiyorum ki sanırsınız kıtlıktan çıkmışım. Baharın benim için anlamı yeşil erik kesinlikle! Sonra bir de çekirdek var -baharla alakasız-  hani İzmir’de çiğdem dediklerinden, yeryüzüne en büyük armağanlardan biri bence. Biz de çekirdeğin anavatanı Trakya’danız değil mi, o kadar sevgimiz de olsun kendisine.

Gece gündüz kitap okuyorum; onlar, yüzler derken bini geçen sayfalar su gibi akıyorlar gözlerimin önünden. Öyle güzel âlemlere dalıyorum ki; tarifi imkânsız! 10 ay boyunca İngilizce kitaplardan başka bir şey okumayan gözlerim bayram ediyor adeta. Ruhum anadilinde okumaya aç kalmış, çok ama çok özlemişim!

Sonra Antalya’ya geliyoruz, ailecek. Gece geç vakit girdiğimiz evde alelacele yatakları yapıp yatıyoruz. Sabah uyandığımda Türkiye’ye geldiğimden beri ilk kez bir şeyler hissediyorum: yabancılaşma! Burası benim evim değil sanki yadırgıyorum çok. Bunda tüm kişisel eşyalarımın kolilerde olmasının büyük etkisi var elbette ama sadece o değil sanki. Şehirde hem de şehrin tam merkezinde yaşadığımı unutmuşum mesela. O kadar gürültülü geliyor ki tahammül edemiyorum. Yoldan geçen otobüslerin sesleri, okuldan gelen çocuk çığlıkları, camiden okunan ezan, apartmanın içinden gelen sesler. Hâlbuki burda yaşarken ne kadar sakin gelirdi bana, daha önce rahatsız olmamıştım hiç. Geçirdiğim 10 ayı düşünüyorum; birkaç günlük istisnalar dışında şehirde kalmamışım ki hiç. Hep doğanın içinde, insan sayısının sınırlı olduğu köy ve kasabalarda geçirmişim vaktimi.

Aslında ilk şoku Hindistan’dan sonra gittiğim Phuket’te yaşamıştım. Tam bir köyden indim şehre modundaydım. Bol ışıklı caddeler, alışveriş merkezleri, lüks arabalar, lüks evler, şık restoranlar, kesintisiz elektrik ve internet. İnsanların refah içinde yaşaması inanılmaz garibime gitmişti. Şehirde yaşamaya hiç alışamayacakmışım gibi gelmişti, üstelik Phuket bir şehir değildi.

Şu an yaşadığımsa daha başka bir yabancılaşma. Her şey çok eski görünüyor gözüme, hepsini atıp kurtulmak istiyorum, her şeyi yenilemek, sıfırdan başlamak! Yine de bir yandan temizleyip yerleştiriyorum eşyaları. Evin darmadağın halini gördükçe kaçmak geliyor içimden. İlk giden uçağa atlasam ve başka bir ülkeye atsam kendimi hemen şimdi.

Ben kurtulmaya çalıştıkça daha bir yapışıyor sanki yakama eski. Neyi atmaya kalksam annem “ Aa atma lazım olur belki” diyor. Lazım olur belki! Hep gelmeyecek bir geleceğe hazırlık, korku, yoksunluk duygusu, hayata güvenmeme. Neden bu kadar biriktirdiğimi daha net görüyorum şimdi, armut ağacın dibine düşüyor hep. Gerçi son 5 yılda bayağı mesafe kaydettim bu konuda. Yine de gitmeden önce attığım onca şeye rağmen bu kadar eşyanın nerden çıktığında akıl sır erdiremiyorum. En zoru kitaplara veda etmek ama bir 20 tanesinden daha vazgeçiyorum bu sefer.

Ev biraz toparlanınca başka duygular geliyor sonra. Antik müzik setini mutfağa koyup TRT3 radyosunu açınca mesela. Tanıdık, ılık bir şeyler. İçim balkona oturup yazı yazma isteğiyle doluyor, tıpkı eski günlerdeki gibi. Karşı koymuyorum, yazma zamanı gelmiş demek ki. 10 ayda yazı yazacak çok vaktim vardı ama olmadı bir türlü, dilediğimce yazamadım. Yazmak için sadece zaman yeterli olmuyor, insanın rutine de ihtiyacı var sanırım en azından benim var; günün belirli bir zamanı, sevdiğin bir ortam (benim evimde balkon orası), kahve…

Annem içerden seslendi az önce: “Ne yapıyorsun o kadar zamandır orda sen?” diye. Yazıyorum dedim. Ne yazıyorsun diye sordu, yazı dedim, blog için. Hayal kırıklığına uğradı; bende özgeçmiş hazırlıyorsun, işe gireceksin sandım dedi. Hala düzenli bir işe gireceğimi umut etmekten vazgeçmiyor.

Antalya semalarının ağladığı şu andan sonra ne olacak bilmiyorum. Tek bildiğim; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

10 Ocak 2017

Gadisar Gölü’nden Evrene Yolculuk

Bugün bir garip haller var üzerimde, evrenin sırrına ermiş gibiyim. Göle gitmek üzere otelden çıkıyorum. Dilimde bir şarkı “ Hey hey, I saved the world today, everybody’s happy now, bad thing’s gone away...”

Beş dakikaya varıyorum göle, güneşin batmasına var biraz daha. Oturmayayım diyorum yürüyeyim biraz. Tozlu yoldan gölün diğer tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Hemen biri Namaste diyerek yanıma yanaşıyor,  gençten bir çocuk. Nasılsın muhabbetinden sonra bir restorandan bahsediyor, ilgilenmediğimi söyleyerek yoluma devam ediyorum. Gölün etrafındaki envai çeşit kuşu izliyorum hayranlıkla, gözüm yükseklerde. Yerdeki pembe çiçekler dikkatimi çekince çömeliyorum, o kadar küçük, o kadar narinler ki, çöl gibi yerde nasıl yerden bitmişler şaşıp kalıyorum. Renkleri inanılmaz canlı. Aynı çocuk yanıma geliyor yine. Ne kadar zamandır burdasın diye soruyor, 3 hafta diyorum. Kısa süreli gelen turistlerden olmadığımı anlıyor. Nerde kalıyorsun diye soruyor, söylüyorum. Otelin sahibinin adını söylüyor, küçük yer tabi, herkes birbirini tanıyor. Birkaç soru daha soruyor, cevaplıyorum sıkılmadan. Gözüme oturacağım bir yer kestirip çocuğa dönerek kusura bakmazsan kendimle kalmak istiyorum biraz diyorum, tabi deyip gidiyor hemen.

Oturuyorum taşın üstüne. Batmaya başlayan güneşin renkleri boyuyor gölü boydan boya. İçimde tarifsiz bir huzur var. Uzun zamandır kafamda soru işareti olarak duran bir mevzunun cevabı net olarak karşımda hem de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, malum olmuş gibi. Hani geleceği kimse bilmiyor ya; o an geleceği görüyorum sanki. Ah diyorum, nasıl da yormuşum kendimi bunca zaman düşünerek, içime baksaymışım ya, işte orda duruyor! İzliyorum; gölü, batan güneşi, kuşları, gölde tekneyle gezen insanları, içimi…

Şarkı değişiyor, caza dönüyor, My funny Valentine… Mırıl mırıl mırıldanıyorum. Şarkının her bir notası bedenimde titreşiyor, ordayım, tarifi imkânsız olan o yerde. Yürümeye başlıyorum tekrar, güneşi tam karşıda batıracağım o noktaya doğru. Oturuyorum varınca. Kordan dev bir top karşımda, onun karşısında da dolmaya meyletmiş ay duruyor. Sevdalı iki âşık birbirine bakıyor, ben onlara bakıyorum, bakışıyoruz. Batan gün ne güzel…

Güneş gözden kaybolunca dönüş yoluna geçiyorum. Tapınaktan gelen sesler yolumdan çeviriyor, yönümü değiştiriyorum. Girişteki köpek yavrusunu görünce eğiliyorum yere. Öyle zayıf ki, kemikleri sayılıyor. Aç olan bedeni değil de ruhuymuş gibi sevmeye başlıyorum, başını okşuyorum. Gözlerimin ta içine bakıyor sanki ruhumu görmek istiyormuş gibi. Ben de onunkilere bakıyorum, tanışıyoruz sanki önceden.

Tapınağa doğru yürüyorum, çan ve ilahi söyleyenlerin sesi çınlıyor dört bir yanda. Din, dil önemsizleşiyor, herkes aynı yaratana dua etmiyor mu sonuçta? İçim ilahi duygularla dolup taşıyor. Tapınağın önünde duran bir adam elindeki kovadan göle bir şeyler fırlatıyor. Yaklaşınca adamın attığı şeyi yakalamaya çalışan kocaman balıkları fark ediyorum.


Göle yansıyan grubun rengi, kuşlar, balıklar, köpekler, insanlar, çan sesleri, dualar. Evrene canlı bağlanıyorum…

28 Aralık 2016

Bir Yıl Daha Biterken – Kısa Bir Özet Yaşama Dair


İşte bir yıl daha bitiyor. İnsan yaş aldıkça zaman daha hızlı geçer derlerdi de inanmazdım. Bu yıl fırtına gibi geçti adeta. Ne çok şey oldu; hem kişisel hem ortak tarihlerimizde. Dünyaya bakıyorum da; zıvanadan çıkmış gibi geliyor. O kadar fazla olumsuz şey oldu ki; daha fazla kötüye gidemez artık diyorum, bundan sonra muhakkak iyi bir şeyler olacak. Her şeyin kökten değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Değişim devinim demek, kolay olmayacak elbet.

Yoganın ilk kolunun ilk ilkesi Ahimsa yani şiddetsizlik. Var olan her şeye karşı şiddetsiz olma durumu. Öyle geniş bir tanımı var ki nasıl açıklanır bilmiyorum. Yoga felsefesi öğretmenimin söylediği, bu prensiple çelişir gibi görünen bir cümle çok hoşuma gitmişti; şiddet olmasaydı dünya olmazdı. En basitinden; bir ağacın oluşabilmesi için tohumun ölmesi gerek. Öyle basit bir ölüm de değil üstelik tamamen parçalanması, tüm potansiyelinin, özünün toprağa karışması gerek ki bundan ağaç gibi yeni bir şey ortaya çıksın. Dalları göğe uzanan, milyonlarca yapraktan oluşan heybetli bir ağaç düşünün, tohumdan kat be kat büyük. Tüm bu büyüklük işte o küçücük tohumun içinde saklı ve tohum ölmediği sürece hiçbir işe yaramayacak, ne ağaç olacak, ne çiçek açacak ne meyve verecek.

2012 yılında marduk dünyaya çarpacak ve kıyamet kopacak diye ortalık birbirine girmişti. Marduk dünyaya çarpmadı ama benim kıyametim o yıl koptu kesinlikle. Başıma gelmesinden korktuğum her şey üst üste başıma gelince gerçeklik algımı yitirdim tamamen. Ben dediğim kişinin bir yabancı, hayatım dediğim şeyin kurmaca olduğunu fark ettim, bir de hayatlarımız üzerinde hiçbir kontrolümüz olmadığını. Böyle büyük bir değişimle karşı karşıya kaldığınızda eskisi gibi yaşamaya devam etmenize olanak yok. Araştırdım, okudum, yardım aldım, anlamaya çalıştım neden böyle olduğunu; öyle ya, sebepsiz kuş uçmuyor. Tüm başıma gelenler uyandırma çağrısıymış meğer.

2013 kendimi tanıma ve yeniden yapılanmayla geçti. Etrafımızda sevdiklerimiz, ailemiz, eşimiz, arkadaşlarımız olsa da hayatta yalnız olduğumuzu derinden kavradım. Mevlana’nın dediği gibi; “Bu yol senin ve sadece senin yolun. Başkaları seninle yürüyebilir ancak senin için yürüyemez.” Ben de yalnız yürümeye başladım yolumu. Kolay olmadı hiç yıllarca beraber yapmaya alıştığım tüm o şeyleri yalnız yapmak. Canım o kadar yanıyordu ki ölüyordum sanki. Sonra fark ettim ki ölmüyordum, küllerimden yeniden doğuyordum Anka kuşu gibi,  doğum sancılı geçiyordu sadece. Bebektim yeniden ve tüm dünya yabancıydı bana, ağlıyordum ben de. Elime ne geçerse ağzıma götürüyor tadına bakıyordum ne olduğunu anlamak için. El yordamıyla ilerlemeye çalışıyordum. Sonra emeklemeye başladım ve adım atmaya. Bir yıl sürdü yeniden ayağa kalkmam.

2014 yılında büyülü şeyler oldu; coştum, taştım kendimden, çiçek açtım adeta. Tüm duyularım keskinleşti; renkler daha parlak yemek daha lezzetliydi. Ortak bir dil keşfettim var olan her şeyle, ağaçların, hayvanların sesini duyuyordum sanki. BİRdim tüm yaradılışla. Yoganın anlamını kavradım.

2015 geldiğinde yerimde duramıyordum. Gitmem gerekiyordu bir yerlere ama korku elimi kolumu bağlıyordu, hareket edemiyordum. Bir gayret topladım tüm cesaretimi ve çıktım yola, ne iyi etmişim! Daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyu deneyimledim o yolculukta: özgürlük. Korkunun gözünün içine bakmayı becerebildiğimizde ne muhteşem hediyeler bekliyormuş bizi yolda. Sistemin kölesi olmayı reddeden, başka hayatlar yaşayan insanlar gördüm. Evleri, arabaları, paraları yoktu ama özgürdüler. Hayatları müzikle, dansla, şiirle, yaratarak, yardım ederek, paylaşarak geçiyordu. Derinde bildiğim bir gerçeği yaşam tarzlarıyla yüzüme vuruyorlardı, hayatımı para karşılığı satmak zorunda değildim. Hayat sevmediğim şeyleri yaparak harcayamayacak kadar kısaydı.

2016 da ne yapmam gerektiğini biliyordum, sadece nasıl yapmam gerektiğine karar vermem gerekiyordu. İlk yarı denemelerle geçti. Ben ille de şöyle olsun dedikçe, sabırsızlandıkça olmuyordu bir türlü, nerden tutsam elimde kalıyordu. Hayat diretmeye gelmiyor. Çaresiz bıraktım ben de… Bırakır bırakmaz bir afan bir tufan neye uğradığımı şaşırdım. Çorap söküğü gibi her şey öyle hızlı gelişti ki! Nasıl olduğu önemsizdi, istediğim olmuştu sonuçta.

Amerika’ya ayak bastığımda öğrendim ki; Türkiye’de ben uçağa bindikten 1 saat sonra darbe girişimi olmuş. Yani uçağım 1 saat geç olsa orda olamayacakmışım! Bir kere daha anladım ki hayat planlanabilir bir şey değil. Demek belli yerlerde olmam, belli insanlarla tanışmam gerekiyormuş, tüm işleyiş buna göre programlanmış.

İnsanız ve ölümlüyüz, sınırlı zamanımız var dünya denen bu gezegende. Her birimiz öyle ya da böyle bir anlam arıyoruz hayatlarımızda. Bu boşuna bir arayış değil elbette, her bir ruhun belli bir sebepten burda olduğuna inanıyorum ben. Bazılarımız şanslı, içgüdüsel olarak biliyor neden burda olduğunu. Bazılarımızın da benim gibi araştırması gerekiyor bu anlamı bulması için. Geçen yıl bu zamanlar bir yazı yazmıştım Işığını Parlat diye, o zaman biraz malum olmuş gibi sanki bana ama bu yıl Ganj nehri kıyısında bir sabah geçirdim ki derinden anladım neden burda olduğumu. Dilerim tüm ruhlar bulsun hayatlarının anlamını ki acı çekmesinler daha fazla…

Şu anda Hindistan’dayım. Mardin’e inanılmaz benzeyen, kendimi evimde gibi hissettiğim bu güzel şehirde (Jaisalmer) ışıklarla aydınlatılmış kaleye bakarak yazıyorum bu satırları, fonda Ayten Alpman çalıyor. Hafiften bir esinti var ama tişörtümle üşümeden oturabiliyorum dışarda.

Yeni yıla bu çöl şehrinde, uzun zamandır hayal ettiğim yoga eğitmenliği sertifikamı almış olmanın huzuruyla gireceğim için mutluyum. Yarın ne getirecek hiç birimiz bilmiyoruz, elimizde sadece şu an var. O zaman şu an burda olalım hepimiz.


Mutlu yıllar…

14 Haziran 2016

Boşluk

Yazmıyorum ne zamandır. Yazıyorum da buraya değil; günlüğümün sayfaları eksiliyor gün geçtikçe. İçe dönmüşüm besbelli bir süredir. Birkaç yazı buldum bilgisayarda. Onları yayınlayayım bari. Dışarı çıkma zamanı gelmiş içeridekilerin demek ki…

15 Nisan 2016

Bugün bir sakinlik var üzerimde, ta sabahın erken saatlerinde başladı. Kalktım yogamı yaptım. Bir süredir dengesi şaştı ya pratiğin, nasıl da özlemişim. Neden şaştı derseniz kafa çok dolu, sürekli bir aksiyon planında; şöyle mi yapayım, böyle mi? Hayatınızın seyrini değiştirmeye niyetlendiyseniz işiniz pek kolay değil, diyeyim baştan.

Hazırlanıp bindim servise, baktım hava gıp gri. Böyle havaları ayrı seviyorum; içime dönme isteğiyle dolu oluyorum, daha yaratıcı hissediyorum kendimi. İşe gelince Defne Suman okumak istedim. Uzun süredir bloğuna yazmıyor aslında. (2.Romanını yazmaya başlayınca bırakmıştı bloğa yazmayı, şimdi roman yayınlandı, inşallah tekrar başlar yazmaya) Eski yazı serilerinden birine tıkladım; boşluk serisi. Bu kadının yazdıklarını her okuduğumda yazma isteği ile doluyorum. Boşlukla dolmak, yoga filan derken benim beyin dalgaları da alfaya indi hemen, sakinleştim, dinginleştim.

Genel olarak hepimizin hayatımızdan bir memnuniyetsizliği var ya; şikâyet eder tondan sürekli sızlanan, dram dolu, eğer duygusal bir günümüzdeysek “ Hayat beni neden yoruyorsun!”  lara varan, lanetleyen, konu başlığının değiştiği ama içeriğin hep aynı kaldığı o hal, bildiniz mi? Geçen yıllarla beraber şikâyet performansım hatırı sayılır derecede düştüyse de, ben de bir süredir döndürüyorum plağı bir konuda. Döndürüyorum da bir türlü harekete geçemiyorum; nasıl yapayım, nerden başlayayım karar veremiyorum. Kolay değil; yılların ataleti var üzerimde. Toplumca kanıksadığımız mağdur olma hali tüm genlerime işlemiş sanki. Edilgenlikten etkinliğe geçme sürecindeki sancıları yaşıyorum. Neyse ki evren yardımcı oluyor. Hiç aklımda olmayan şekilde de olsa bir yol beliyor önümde, hayırlısı. Yeni dünyada yeni bir hayat belki, kim bilir?

21 Nisan 2016

Dolunay

Hava bir garip bu akşam. Rüzgar önüne gelen her şeyi savurup yerini değiştiriyor. Bunu öyle bir ılıklıkla yapıyor ki ne bu hareketten korkuyor ne de kızıyorsun. Tek yapabildiğin yüzünde bir tebessümle kendini ona teslim etmek. Ne diyorlardı adına; lodos mu?  Rüzgâr anıları taşıyor, sonra kokuları; yemek, parfüm, deniz, her şey birbirine karışıyor. Sanki kırk yıldır bildiğin o yolda değil de başka bir yerdesin. Gökyüzünü delecekmişçesine yukarı uzanan ışıltılı binaların arasında yürüyorsun misal. Terleyecek gibi olmuş bedenin köşedeki amcadan aldığın ananası ağzına atmanla serinliyor birden. Poşetten meyve yemeyi kimse yadırgamıyor. Ya da kulağında müzik uzayıp giden Konyaaltı sahilinde yürüyorsun hızlı hızlı, aynı albümü yüz milyonuncu kez dinleyerek ve dinlediğin müziğin seni zamanın çok güzel olduğuna inandığın belli bir noktasına taşımasını umut ederek. Olmasını çok istediğin ama olmayacağını bildiğin o şeyin hüznü kalbini deliyor. Sonra eski bir ev görüyorsun; çiğ sarı ışıkla aydınlatılmış odada gece olmasına aldırmadan çalışan işçiler “yeni”lemek için “yine”liyorlar yaptıklarını; bir çekiç, bir çekiç daha.  Her şey değişiyor, dönüşüyor...


Neden kıymetlenir her şey tam da bırakmaya niyet ettiğinde? Bedenim kaldırmıyor artık, bırakacağım derken daha da bir tatlanır sanki meret. Artık yürümediğini, bitirmen gerektiğini bilirsin de çektiğin acıyı değil güzel anları hatırlarsın hep.  Ve gezmenin, yeni yerler görmenin hayalini kurarken mor salkımların baygın kokusu şüpheye düşürür seni; gittiğim yerde böyle kokacak mı acaba? 

30 Haziran 2015

Veda Zamanı

Hayatın geçiciliği üzerine milyonlarca söz söylenmiştir herhalde. Yine de küçük aklımız bir türlü almıyor işte. Ben de heyecanla okuduğum romanın kahramanı ileri yaşlarında, tam da aşkı bulmuşken pat diye ölüverince allak bullak oldum. Öte yandan hiç de fena değil böyle bir ölüm; ya aşkı bulamadan ölseydi! Ani olması da ayrıca güzel, kim ölmeyi bekleyerek ya da hastalıktan, acı çekerek ölmek ister ki? Hiç beklemediğimiz anda, birden bire gelmeli ki ölüm, bunca zaman yokmuş gibi davrandığımızın farkına bile varamayalım. Bir de vicdan azabından ölmeyelim yani boşa geçirdiğimiz onca zaman için, giden bedenimiz olsun sadece. Üstelik romandaki bu ölüm gencecik bir yaşamın devam etmesine sebep oluyor. Ölürken bile işe yaramak güzel şey olsa gerek.

Sevdiğim bir arkadaşım başka bir şehre taşınıyor. Hayat garip şey. Bazen bir şeyi yıllar boyu istiyorsunuz olmuyor bazen de gönlünüzden geçirir geçirmez tüm evren bu dileği gerçekleştirmek için uğraşmış gibi çok kısa bir sürede oluveriyor. Sanırım doğru şeyi istemekle ya da zamanın gelmesiyle alakalı, bilemiyorum. Kendi adıma üzgün olsam da arkadaşım için çok seviniyorum, Onun bu yeni şehirde çok daha mutlu olacağına inanıyorum.

Bazen hayat tıkanıp, akmaz hale gelir. Bilinç düzeyinde olmasa da içten çok iyi bilirsiniz ki bir şeyler değişmek zorundadır. Kabul etmek istemezsiniz, değişim her zaman risklidir çünkü ne olacağını kestiremezsiniz. Alışkanlığın sıcak kollarında envai çeşit ninniyle uyutursunuz kendinizi ama derinde bir şeyler dürter durur. Siz bir şey yapmasanız da o harekete geçmiştir çoktan. Hani diyorlar ya; akacak kan damarda durmaz diye, akışa karşı koymak ne mümkün! Zaten gerekli de değil. Ben de arkadaşımın gidiş haberini aldığımdan beri tekrar ölçmeye başladım rahatlık alanımın sınırlarını. Nicedir ölçüyorum da, kısa geliyor, bir türlü cesaret edemiyorum sınırı zorlamaya.

Çok sevdiğim Alanis Morisette şarkısısındaki gibi hissediyorum kendimi, diyor ya ; “I’m brave but I’m chickenshit”* Ben de hem cesurum, hem korkak. İki buçuk yıl önce radikal bir karar alarak hayatımın gidişatını dramatik ölçüde değiştirdiğim cesur bölüm geride kalmış, korkaklığı yaşıyorum şimdi.  Aldığım kararın doğruluğundan bir an bile şüphe duymamış olmama rağmen sürecin kolay geçtiğini söyleyemem lakin her şeyi bir anda değiştirmenin mantıksızlığını kavramış bir aklıselim olarak geri kalan değişiklikleri yapmak için kendime verdiğim sürenin de sonuna gelmiş bulunmaktayım. Vakit erişti artık, yeni şeyler yapmak zamanı ama “Ne duruyorsun, at sırt çantana iki tişört, çık dolaş dünyayı” diyen yanımla “Zor da olsa düzenini kurdun, otur oturduğun yerde!” diyen yanım arasındaki savaş bitmek bilmiyor. Bir yanım köklenmek istiyor, diğer yanım kanatlanıp uçmak.

Benim savaş devam ederken dolunay da kıs kıs gülüyor tepemde bu gece.  Her dolunayda duyduğum bu yazma istediği tesadüf mü acaba?

Üzülmek faydasız, gitme zamanı geldiyse gidilecek elbet, yolu açık olsun gidenlerin,  gönlü hoş olsun kalanların…


*Hand in my pocket

22 Haziran 2015

Aşk Meşk Mevzuları

Size de oluyor mu bilmem; bazen bir konuya takılı kaldığınızda hayatınızdaki tüm olaylar o konu etrafında döner ya.  Bilimsel olarak adlandırmak istersek algıda seçicilik de diyebiliriz. Benim de izlediğim film, okuduğum kitap derken her şey dönüp dolanıp aynı yere odaklanıyor bu aralar.

Geçen gece çok sevdiğim eski bir filme rastlayınca oturup enikonu izledim tekrar. Before Sunrise (1995) hem insan evladının hayata bakışını, hem de kadın erkek ilişkilerinin dinamiğini anlatma konusunda oldukça başarılı bir film bana kalırsa. İşte o tadına doyulmaz diyaloglardan birinde esas oğlan uzun saatler konuştuğu esas kıza yarasını açmaya karar verip Amerika’dan Avrupa’ya aslında neden geldiğini açıklayarak yürümeyen uzak mesafe ilişkisinden bahseder ve der ki -birebir aynı olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla- “Terk edilmenin en kötü yanı ne biliyor musun? Aklına terk ettiğin tüm o insanlar ve bu insanların senin ne kadar umurunda olmadığı gelir.” Cümleyi duyunca yüreğime bir ok saplandı sanki.

Algılarımız o kadar öznel ki ve biz o kadar öyle değilmiş gibi davranıyoruz ki! Uzun süredir içimde başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar büyüttüğüm, sermayesi tamamen kendimden mamul sevgim karşı taraf için muhtemelen “hiç” bir anlam ifade etmezken,  ısrarla hoşlanmadığım her davranıştan alınmam,  kırılmam, üzülmem ya da olumlu yorumladığım bir davranışın ardından ümide kapılmam başka türlü açıklanamaz. Evet, kabul edelim, hayatımızda önem verip mesele ettiğimiz her şey kendimizden (algı, duygu, düşüncemizden) kaynaklanıyor. Karşı tarafın konudaki etkisi yok denecek kadar az. İnsanın bunu bilmesine rağmen tekrar tekrar aynı hataya düşüp kendini incitmesi inanılmaz gelse de yaşam akarken bunu kabullenmek kolay olmuyor ne yazık ki.

Hafta sonu çok güzel bir kitap okudum*. Okumak gerçekleştirdiğim eylemi anlatmada oldukça basit kalıyor aslında; resmen yalayıp yuttum. Uzun süredir böyle keyifle okumamıştım. Evden çıkmaya isteksiz, mıhlandığım kanepede sayfalar bir biri ardından akarken bir yandan da kitap bitmesin istiyordum. Diyorum ya; insan karşılaştığı her şeyde, herkeste kişisel tarihinden izler arayan bir varlık. Karakterlerden birini kendime çok benzettiğimden kıs kıs güldüm okurken. Bir de üniversite yıllarını özlemiş olduğumu fark ettim. Duygularım öyle dalgalandı ki;  kahkahalar attım, ağladım. Hele yazarın yalnızlıktan bahsettiği bir bölüm vardı ki! (Haksızlık olmasın, böyle pek çok güzel bölüm var). Esas oğlan arkadaşlarından uzaklaştığı bir dönemden bahsederken diyor ki: “ Nisan ayının sonu geldi, ardından Mayıs ayı daha da beter oldu. Mevsim ilerledikçe yüreğimin giderek daha çok titrediğini ve bocaladığını duyumsuyordum. Bu titreme genellikle akşama doğru geliyordu. Manolyaların kokusunun belli belirsiz yayıldığı yarı karanlıkta yüreğim durup dururken sanki şişiyor, titremeye, sarsılmaya başlıyor, sonra da bir ağrı saplanıyordu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıyor, hiç kıpırdamadan duruyor, dişlerimi sıkıyordum ve yatışmasını bekliyordum yüreğimin. Geçmesi uzun sürüyor ve şiddetli bir ağrı bırakıyordu ardından.” Yalnızlığın resmini yapsam böyle bir şey olurdu sanırım.

Bu arada bu blog sayesinde kendimi şaşırtıyorum sık sık. Mahremiyete çok önem veren, hissettiklerini çoğu zaman arkadaşlarıyla bile paylaşmayan biri olarak buraya yazdıklarıma inanamıyorum. Yazmak konuşmak gibi değil benim için, böyle çok daha rahatım. Eski Serap olsa beni ayıplardı muhtemelen ama yeni Serap aldırmıyor. Öğreniyor artık, bazen kırılsa da yüreğini açmak gerektiğini. Hem siz yabancı sayılmazsınız canım, değil mi?

Kitaptan bir cümleyle koyuyorum noktayı.

“ Karanlıkta kalınca sabırla gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.”


*İmkansızın Şarkısı – Haruki Murakami