19 Mayıs 2014

Maraton mu Yüz Metre Koşusu mu?

Şu an huzur doluyum. Aylak yaşam kampında oturmuş sade kahvemi içiyorum. Radyoda Ah İstanbul'un Hüsnü Şenlendirici yorumu çalıyor. Aslında başka bir şey yazmak niyetiyle oturmuştum ama kafam başka  yerlere gitti şimdi. Bir şarkı, bir koku, bir görüntü bazen nerelere götürebiliyor insanı, inanılmaz. Hayat küçük küçük anların toplamı olsa gerek, böyle zamanlarda daha çok hissediyorum bunu.

Geçen gün katıldığım eğitimde eğitmen sordu, hayat maraton mudur yoksa 100 metre koşusu mu? Herkes bir şeyler söyledi. Beni en çok henüz yaşı çok genç olan delikanlının yanıtı etkiledi. "Hayat monotondur. (Maratonu monoton mu anlamıştı acaba?) Her gün işe gidiyoruz uzun saatler çalışıp eve geliyoruz. Bu yüzden hayatımız monoton. Sonra evleneceğiz, çocuklarımız olacak. Yaşlanıp emekli olduğumuzda tor torun bakacağız, sonra da öleceğiz ." dedi. Bu insanın genç yaşında yaşadığı bu yılgınlık ve umutsuzlukla ilgili ne hissedeceğimi bilemedim. Üzülsem mi acaba? Ama halinde bu duruma karşı rahatsızlık hissettiğine dair bir iz de yok. Ona göre hayat böyle bir şey ve bu da çok doğal gibiydi sanki. Sonra hissettiğim şeyi buldum, merak! Çok merak ettim, hayat hakkında düşledikleri bunlar mıydı gerçekten? Belli bir sırayla hayatı yaşamak. Yapılacaklar belli, dolayısıyla kafa yoracak, kafayı karıştıracak bir şey yok, öylece yaşayıp gidecek. Böyle bir hayatın yılgınlık ve umutsuzluk verici olduğunun tamamen benim fikrim olduğunu fark ettim. Ah bu ben! Her düşündüğümün mutlak doğru olduğu yanılgısına ne sık düşüyorum.

Peki, ben neler düşünüyordum hayat hakkında O'nun yaşındayken? Onun yaşındayken değil de, çocukken mesela hep kendimin çok farklı ve özel biri olduğunu düşünürdüm. Büyüdüğümde ünlü bir şarkıcı olacaktım. Herkes beni tanıyacak bana hayran olacaktı, her istediğimi yapabilecektim. Bir de doktor olma hayalim vardı, ameliyatlar yapacak insanların hayatlarını kurtaracaktım. Mutlaka önemli biri olacaktım yani. Daha da önemlisi; ne olursam olayım kesinlikle etrafımdaki insanlar gibi "sıradan" olmayacaktım.

Zaman ilerledikçe hayatımın diğer insanlarla aynı çizgide gittiğini fark ettiğim anlarda bile fikrim değişmemişti. Bir müzik aleti çalmak istiyordum mesela. Eline aldığı her müzik aletini kendi kendine öğrenip çalan abimin aksine ben bir türlü beceremiyordum. Ama olsun diyordum, Jimi Hendrix'te çok geç yaşta başlamış gitar çalmaya ama harika bir gitaristti. (O sıralar, nerden bilmiyorum Jimi Hendrix'in 21 yaşında gitar çalmaya başladığı duymuştum. 21 yaşında ve hala gitar çalmayı öğrenebileceği umudu taşıyan biri uydurmuştu herhalde.) Umudu elden bırakmıyordum hiç. İstenilen şeyleri gerçekleştirmek  için çok çalışmak gerektiği gerçeğini görmezden geliyordum. İstiyordum öyleyse olacaktı, başka yolu yoktu.

Okuldan mezun oldum, çalışmaya başladım ve evlendim. Klasik bir Türk kızı yaşamasam da aşağı yukarı herkesin yaptıklarını yaptım ben de. Ne müzisyen oldum ne de doktor. Yaşım ilerleyip ünlü olmanın pek de matah bir şey olmadığını anladığımda hayal kırıklığım azaldı. İnsan olmanın yaptığın meslekle alakalı olmadığını öğrendim. Bülent Ortaçgil bir şarkısında diyor ya; "İyi meslek yoktur, işini iyi yapan insanlar vardır." diye, gönülden katılıyorum.

Hatta sizle de paylaşmak isterim. Geçen gün ikamet adresimi değiştirmek için nüfus müdürlüğüne gittim. Sabah 8'di, içerde bir kaç kişi vardı, yeni açmışlardı. Sıra alayım mı diye sordum. "Kimse yok ki hayatım, gel yapayım işlemini." dedi kırklarında bir abla. Ülkemde devlet memurları tarafından azarlanmaya alışmış her insan gibi ben de çok şaşırdım. Oturdum karşısına. Tayland'an aldığım bileklik ve küpeleri işaret ederek "Takıların çok güzel." dedi, teşekkür ettim." Biz kadınlar böyleyiz takıya düşkünüz işte ama napalım, tek lüksümüz bu. Sanki tatile mi gidebiliyoruz, aldığımız iki küpe bir yüzükle mutlu oluyoruz işte" dedi. Aslında bir şikayet dile getiriyordu ama bunu öyle içten gülümseyerek yapıyordu ki, sanki dünyadaki güzelliklerden bahsediyordu. Çok hoşuma gitti bu tavrı. İşini bitirince " İşlemin bitti Serapçım, öpüldün hayatım." dedi bana. İnsana mutlu olmak için fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını hissettiren bu güzel kadın sayesinde binadan yüzümde kocaman bir gülümsemeyle çıktım. Doktor değildi, hayat kurtarmıyordu, ünlü değildi ve kimse O'nu tanımıyordu ancak işini iyi yapıyordu ve daha önemlisi insanları gülümsetebiliyordu.

Hayat baştan sona tek bir doğru üzerinde ilerleyen bir şey olarak değerlendirilirse sonuç hüsran olabilirmiş gibi geliyor. Oysa her günü bir 100 metre koşusu olarak düşünürsek tökezleyip düştüğümüz zamanlar ayağa kalkmak daha kolay. Performans günden güne değişebilir. Her insanın hayatında kendini daha iyi ve daha kötü hissettiği zamanlar olur. Bu zamanların sürekli olmadığının farkına varmak  hayatı keyifle yaşamanın anahtarıymış gibi geliyor. Her yeni gün yeni bir umut ve kim bilir ne sürprizlere gebe.

Ben bu sefer yapmam gerekeni değil yapmak istediğimi yaptım. Çıralı'dan sevgilerle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder