22 Haziran 2015

Aşk Meşk Mevzuları

Size de oluyor mu bilmem; bazen bir konuya takılı kaldığınızda hayatınızdaki tüm olaylar o konu etrafında döner ya.  Bilimsel olarak adlandırmak istersek algıda seçicilik de diyebiliriz. Benim de izlediğim film, okuduğum kitap derken her şey dönüp dolanıp aynı yere odaklanıyor bu aralar.

Geçen gece çok sevdiğim eski bir filme rastlayınca oturup enikonu izledim tekrar. Before Sunrise (1995) hem insan evladının hayata bakışını, hem de kadın erkek ilişkilerinin dinamiğini anlatma konusunda oldukça başarılı bir film bana kalırsa. İşte o tadına doyulmaz diyaloglardan birinde esas oğlan uzun saatler konuştuğu esas kıza yarasını açmaya karar verip Amerika’dan Avrupa’ya aslında neden geldiğini açıklayarak yürümeyen uzak mesafe ilişkisinden bahseder ve der ki -birebir aynı olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla- “Terk edilmenin en kötü yanı ne biliyor musun? Aklına terk ettiğin tüm o insanlar ve bu insanların senin ne kadar umurunda olmadığı gelir.” Cümleyi duyunca yüreğime bir ok saplandı sanki.

Algılarımız o kadar öznel ki ve biz o kadar öyle değilmiş gibi davranıyoruz ki! Uzun süredir içimde başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar büyüttüğüm, sermayesi tamamen kendimden mamul sevgim karşı taraf için muhtemelen “hiç” bir anlam ifade etmezken,  ısrarla hoşlanmadığım her davranıştan alınmam,  kırılmam, üzülmem ya da olumlu yorumladığım bir davranışın ardından ümide kapılmam başka türlü açıklanamaz. Evet, kabul edelim, hayatımızda önem verip mesele ettiğimiz her şey kendimizden (algı, duygu, düşüncemizden) kaynaklanıyor. Karşı tarafın konudaki etkisi yok denecek kadar az. İnsanın bunu bilmesine rağmen tekrar tekrar aynı hataya düşüp kendini incitmesi inanılmaz gelse de yaşam akarken bunu kabullenmek kolay olmuyor ne yazık ki.

Hafta sonu çok güzel bir kitap okudum*. Okumak gerçekleştirdiğim eylemi anlatmada oldukça basit kalıyor aslında; resmen yalayıp yuttum. Uzun süredir böyle keyifle okumamıştım. Evden çıkmaya isteksiz, mıhlandığım kanepede sayfalar bir biri ardından akarken bir yandan da kitap bitmesin istiyordum. Diyorum ya; insan karşılaştığı her şeyde, herkeste kişisel tarihinden izler arayan bir varlık. Karakterlerden birini kendime çok benzettiğimden kıs kıs güldüm okurken. Bir de üniversite yıllarını özlemiş olduğumu fark ettim. Duygularım öyle dalgalandı ki;  kahkahalar attım, ağladım. Hele yazarın yalnızlıktan bahsettiği bir bölüm vardı ki! (Haksızlık olmasın, böyle pek çok güzel bölüm var). Esas oğlan arkadaşlarından uzaklaştığı bir dönemden bahsederken diyor ki: “ Nisan ayının sonu geldi, ardından Mayıs ayı daha da beter oldu. Mevsim ilerledikçe yüreğimin giderek daha çok titrediğini ve bocaladığını duyumsuyordum. Bu titreme genellikle akşama doğru geliyordu. Manolyaların kokusunun belli belirsiz yayıldığı yarı karanlıkta yüreğim durup dururken sanki şişiyor, titremeye, sarsılmaya başlıyor, sonra da bir ağrı saplanıyordu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıyor, hiç kıpırdamadan duruyor, dişlerimi sıkıyordum ve yatışmasını bekliyordum yüreğimin. Geçmesi uzun sürüyor ve şiddetli bir ağrı bırakıyordu ardından.” Yalnızlığın resmini yapsam böyle bir şey olurdu sanırım.

Bu arada bu blog sayesinde kendimi şaşırtıyorum sık sık. Mahremiyete çok önem veren, hissettiklerini çoğu zaman arkadaşlarıyla bile paylaşmayan biri olarak buraya yazdıklarıma inanamıyorum. Yazmak konuşmak gibi değil benim için, böyle çok daha rahatım. Eski Serap olsa beni ayıplardı muhtemelen ama yeni Serap aldırmıyor. Öğreniyor artık, bazen kırılsa da yüreğini açmak gerektiğini. Hem siz yabancı sayılmazsınız canım, değil mi?

Kitaptan bir cümleyle koyuyorum noktayı.

“ Karanlıkta kalınca sabırla gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.”


*İmkansızın Şarkısı – Haruki Murakami

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder