Size de
oluyor mu bilmem; bazen bir konuya takılı kaldığınızda hayatınızdaki tüm
olaylar o konu etrafında döner ya. Bilimsel
olarak adlandırmak istersek algıda seçicilik de diyebiliriz. Benim de izlediğim
film, okuduğum kitap derken her şey dönüp dolanıp aynı yere odaklanıyor bu
aralar.
Geçen gece
çok sevdiğim eski bir filme rastlayınca oturup enikonu izledim tekrar. Before Sunrise
(1995) hem insan evladının hayata bakışını, hem de kadın erkek ilişkilerinin
dinamiğini anlatma konusunda oldukça başarılı bir film bana kalırsa. İşte o
tadına doyulmaz diyaloglardan birinde esas oğlan uzun saatler konuştuğu esas kıza
yarasını açmaya karar verip Amerika’dan Avrupa’ya aslında neden geldiğini
açıklayarak yürümeyen uzak mesafe ilişkisinden bahseder ve der ki -birebir aynı
olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla- “Terk edilmenin en kötü yanı ne biliyor
musun? Aklına terk ettiğin tüm o insanlar ve bu insanların senin ne kadar umurunda
olmadığı gelir.” Cümleyi duyunca yüreğime bir ok saplandı sanki.
Algılarımız
o kadar öznel ki ve biz o kadar öyle değilmiş gibi davranıyoruz ki! Uzun süredir
içimde başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar büyüttüğüm, sermayesi tamamen
kendimden mamul sevgim karşı taraf için muhtemelen “hiç” bir anlam ifade etmezken,
ısrarla hoşlanmadığım her davranıştan
alınmam, kırılmam, üzülmem ya da olumlu
yorumladığım bir davranışın ardından ümide kapılmam başka türlü açıklanamaz.
Evet, kabul edelim, hayatımızda önem verip mesele ettiğimiz her şey kendimizden
(algı, duygu, düşüncemizden) kaynaklanıyor. Karşı tarafın konudaki etkisi yok
denecek kadar az. İnsanın bunu bilmesine rağmen tekrar tekrar aynı hataya düşüp
kendini incitmesi inanılmaz gelse de yaşam akarken bunu kabullenmek kolay
olmuyor ne yazık ki.
Hafta sonu
çok güzel bir kitap okudum*. Okumak gerçekleştirdiğim eylemi anlatmada oldukça
basit kalıyor aslında; resmen yalayıp yuttum. Uzun süredir böyle keyifle
okumamıştım. Evden çıkmaya isteksiz, mıhlandığım kanepede sayfalar bir biri
ardından akarken bir yandan da kitap bitmesin istiyordum. Diyorum ya; insan karşılaştığı
her şeyde, herkeste kişisel tarihinden izler arayan bir varlık. Karakterlerden
birini kendime çok benzettiğimden kıs kıs güldüm okurken. Bir de üniversite
yıllarını özlemiş olduğumu fark ettim. Duygularım öyle dalgalandı ki; kahkahalar attım, ağladım. Hele yazarın
yalnızlıktan bahsettiği bir bölüm vardı ki! (Haksızlık olmasın, böyle pek çok güzel
bölüm var). Esas oğlan arkadaşlarından uzaklaştığı bir dönemden bahsederken
diyor ki: “ Nisan ayının sonu geldi, ardından Mayıs ayı daha da beter oldu. Mevsim
ilerledikçe yüreğimin giderek daha çok titrediğini ve bocaladığını
duyumsuyordum. Bu titreme genellikle akşama doğru geliyordu. Manolyaların
kokusunun belli belirsiz yayıldığı yarı karanlıkta yüreğim durup dururken sanki
şişiyor, titremeye, sarsılmaya başlıyor, sonra da bir ağrı saplanıyordu. Böyle
zamanlarda gözlerimi kapatıyor, hiç kıpırdamadan duruyor, dişlerimi sıkıyordum
ve yatışmasını bekliyordum yüreğimin. Geçmesi uzun sürüyor ve şiddetli bir ağrı
bırakıyordu ardından.” Yalnızlığın resmini yapsam böyle bir şey olurdu sanırım.
Bu arada bu
blog sayesinde kendimi şaşırtıyorum sık sık. Mahremiyete çok önem veren,
hissettiklerini çoğu zaman arkadaşlarıyla bile paylaşmayan biri olarak buraya
yazdıklarıma inanamıyorum. Yazmak konuşmak gibi değil benim için, böyle çok
daha rahatım. Eski Serap olsa beni ayıplardı muhtemelen ama yeni Serap
aldırmıyor. Öğreniyor artık, bazen kırılsa da yüreğini açmak gerektiğini.
Hem siz yabancı sayılmazsınız canım, değil mi?
Kitaptan bir
cümleyle koyuyorum noktayı.
“ Karanlıkta
kalınca sabırla gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.”
*İmkansızın
Şarkısı – Haruki Murakami
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder