Kasım ayının ilk hafta sonu bir yerlere gidelim diye konuşmuştuk ama Cuma olmasına rağmen nereye gideceğimiz hala netleşmemişti. Akışa güvenmekle ilgili sınav verdiğim bu aralar her şeyden emin olmak isteyen zihnimin sesini kıstığımdan pek fazla aldırış etmedim bu belirsizliğe. Cumartesi sabah yoga dersinden çıkışta öğrendim ki Bozburun’a gidecekmişiz, hem de motorla. Aklımda beliren ilk soru; “ Biraz uzak değil mi?” oldu. Çoktan öğlen olmuştu ve Pazar geri dönecektik. Kafamdaki soruya cevabımsa şu şekildeydi; “ Harika! Bozburun’u görmemiştim daha önce.”
Bu motora ikinci binişim olacaktı. İlki Eylül ayındaydı ve Phaselis yakınlarında bir yere gitmiştik, 60 km. Bence fena bir yolculuk değildi, aslında yol kısa olduğundan pek de bir şey anlamamıştım. Şimdi yaklaşık 400 km lik bir yola gidecektik. Neyle karşı karşıya olduğunun farkında olmayan bir insanın sonsuz rahatlığı içindeydim. Kontroller yapıldı; kask tamam, ceket var. Dizlik ve eldiven diye sordu o gün tanıştığım ve arkasına bineceğim arkadaş, yok dedi arkadaşlarım. Olmaz dedi, böyle gidemez, açık bir mağaza bulup alalım. (Dizliği anladım da eldivene bir anlam veremedim. Neden eldivene ihtiyacım olsundu ki? Pırıl pırıl, güneşli ve sıcak bir Antalya günündeydik. ) Bunun üzerine araştırma derinleştirildi, eksik olan dizlik ve eldivenler de bulundu, yola çıkmaya hazırdık.
O kadar alet
edevat üzerimdeyken şehir içi trafikte yol almak tam bir işkenceydi. Neyse ki
bu ikinci tecrübemdi ve şehri terk ettiğimiz andan itibaren işkencenin
biteceğini biliyordum bu sefer. Korkuteli yolunu tırmanmaya başladığımızda,
yola çıkmadan önce arkadaşıma sorduğum “ Ceketin içine uzun kollu mu giysem
acaba?” sorusundan sonra keşke seçimimi tişört giymekten yana kullanmasaydım
diye düşündüm. Ayağımdaki spor ayakkabıların filelerinden rüzgârı yediğimdeyse
zihnim Hülya Avşar’ın “Bu gece uzun
olacak besbelli” şarkısını söylemeye başlamıştı çoktan.
İlk durağı
Korkuteli’ndeki Mantar Evi’nde verdik. Burda bir çorba içer akşam yemeğini de
Bozburun’da yeriz diye planladık. Bu yerin methini duymuş ancak daha önce
gitmemiştim, gerçekten hoş bir yer. Sonbahar
güneşini takip ederek bahçede bir masaya oturduk, çorbalarımızı sipariş ettik.
Mekân fazla kalabalık olmamasına rağmen çorbalar yarım saat sonra geldi.
Menünün neredeyse tamamı mantardan oluşuyor - tatlı dahil- dolayısıyla mantar çorbası içtik. Lezzetli
miydi? Evet, ancak yorumum şu ki; o kadar kremayı üzerime sürsem ben de
tadımdan yenmem yani J Mideniz hassassa dokunabilir dikkat. Mantarlı ekmek
başarılıydı, kremanın içine serpiştirilmiş mantar reçelinden oluşan mantar
tatlısıyla uyduruk geldi bana, hoşuma gitmedi.Gruba 2 arkadaş daha katılacağı için buradaki mola süremiz tahminimizin ötesinde uzadı. Fotoğraf çektirmek için hoş bir köşe yapmışlar, fotoğraf çekildik onları beklerken. Bir de açık sahne diye bir yer vardı, ne gibi aktiviteler oluyor bilmiyorum ama biz herhangi bir performans göstermedik.
Yapı olarak temkinli bir insanımdır. Bu insanı hayatta biraz ağırlaştırsa da –hem fiziksel hem ruhsal açıdan- genel olarak işlevsel bir özelliktir bana göre. Cuma gecesi nereye gideceğimi bilmeden hazırladığım sırt çantama ne olur ne olmaz diye koyduğum eşyalarım beni oldukça rahat ettirdi gezi boyunca.
Mola yerine ulaşana kadar çok üşüdüğümden polarımı geçirdim üstüme ilk önce. Ayaklarım çok üşüdüğü için bir tane daha çorap giydim. Arkadaşlar gelip yola çıktığımızda soğuğa karşı kısmen daha dayanıklıydım, tabi yayla yoluna çıkmamıştık henüz.
Söğüt’ü
geçtiğimizde hava yavaştan kararmaya başlamış, yüksekliğin de artmasıyla
sıcaklık iyiden iyiye düşmüştü. Bedenim
soğukla mücadele etmeye başlar başlamaz zihnim de mücadeleye katılmakta
gecikmedi. Bu yolculuğa hazırlıksız çıktığım için kendimi eleştirmeye başladım.
Ne işim vardı burda, yeterli donanımım olmadığı halde neden bu yola çıkmıştım,
hem motor benim neyimeydi, envai çeşit vıdı vıdı. Bir benzin istasyonunda mola
verip diğer arkadaşlarla buluştuğumuzda gördüm ki yalnız değilim. Yola uygun
kıyafetleri olan arkadaşlar bile çok üşümüşler. Hiç çay içmeyen biri olarak belki
ısınırım umuduyla bir çay içişim vardı ki, görülmeye değer. Soğuktan uyuşmuş
ellerimi normale döndürmek için elimden bırakmadığım sıcak çay bardağıyla yola
eldivensiz çıktığımı düşünerek eğlendirdim kendimi biraz. Enerjimizi arttırmak
için çikolata yedik. Sihirli çantamdan çıkardığım eşofman altını kot
pantolonumun üzerine giyerek üzerime bir katman daha ekledim. Çantama koyduğuma
çok emin olduğum uzun çoraplarımıysa bir türlü bulamadım. (Eve döndüğümde
yatağımın altında buldum kendilerini, almaya niyet etmişim ancak eşyaları
yerleştirirken yere düşmüşler. )
Tekrar yola
koyulduğumuzda gün batımının etkisiyle gökyüzü muhteşem renklere boyanmıştı.
Fethiye’ye doğru inerken ılık ılık esen rüzgâr vücudumla dans ediyordu adeta.
Alacakaranlıkta zar zor seçebildiğim manzarayı kelimelerle ifade edemiyorum,
Babadağ olduğunu zannettiğim -ya da uydurduğum- dağ, orman, rüzgâr, ay, kokular,
şu an yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. İçimi bir şükran duygusu
kapladı, iyi ki bu yolculuğa çıkmıştım.
Fethiye’yi
geçtiğimizde güneş tamamen battığından hava yine soğudu, saat nerdeyse 8
olmuştu. Benzin istasyonundaki molada akşam yemeğini ne yapalım, bu gece
Bozburun’a kadar gidelim mi yi tartıştık ve Marmaris’te karar vermeye karar
verdik. Yine çay içtik, çikolata yedik. Mola yerinden ayrılırken çantamdan
–niye o zamana kadar giymediğime anlam veremediğim- kaz tüyü montu çıkarıp
giydiğimde çantamdakilerin %80 i
üzerimdeydi artık.Karanlıkta yol alırken aklıma iki yıl önce Bodrum’a yaptığım otobüs yolculuğu düştü, hayatımın ne kadar da zor bir dönemindeydim. Sonra zihnim daha da gerilere gitti, 2003 yılında otostopla Antalya’dan Datça’ya yaptığım yolculuğa. Bu yol benim için tanıdık bir yoldu, hayatımın değişik evrelerinde birkaç kez geçmiştim. Şimdi zifiri karanlıkta, bir motosikletin arkasında, bazen niye böyle bir şey yaptığıma anlam veremeyerek, bazen korkarak, bazen keyif ve şükran duyarak tekrar geçiyordum bu yoldan.
Muhtemelen sezon kapanmış olduğundan gerçekten çok uygun fiyatlı olan otelimizde ihtiyacımız olan her şey vardı. (Bu her şey benim için sıcak su ve temiz bir yataktır.) Sıcak duşun altında tüm yolun tozunu, yorgunluğunu ve üşümüşlüğünü üzerimden atınca uyku bastırdı. Yine de hayat beklemez deyip lobiye arkadaşların yanına indim. Herkes yorgun doğal olarak ama muhabbetimizde bir eksik yok şükür. Birkaç kişi, motor ve motor malzemelerinden bahseden gruptan ayrılıp dışarı çıktık. Güzel bir müzik muhabbeti başladı. Herkesin alakasız şarkılardan oluşan karma karışık bir müzik listesi olur ya, ben de istisna değilim, ordan şarkılar dinledik. Aslında çok basit olan hayatı nasıl da karmaşıklaştırdığımızdan, yaşamak için fazla bir şeye ihtiyacımız olmadığından, sistemden bahsettik. İlerleyen saatlerde bir arkadaş daha katıldı bize. Bu arkadaşı ben çok takdir ediyorum. İçimizde en uzun çalışma saatlerine sahip olmasına rağmen hiçbir organizasyonu kaçırmıyor. Cumartesi tam gün çalışıp işten çıkar çıkmaz yanımıza gelmek için tek başına yola çıkmış. Oteli bulana kadar nasıl kaybolduğunu anlattı, güldük. Saat biri geçmişti geldiğinde. Seviyorum yaşamaya üşenmeyen insanları. Saat 3 civarı artık yatmaya karar verdik. Sabah 9.30 kahvaltı 10 da çıkış diyerek odalara dağıldık.
Öyle güzel uyumuşum ki anlatamam. Sabah çantamı topladıktan sonra aşağı indiğimden saat 9.30 u geçmişti biraz. Bir grup kahvaltıyı bitirmek üzereydi, birkaç kişi benden sonra geldi. Kahvaltı fena değildi. Rotayı konuştuk. Buraya kadar gelmişken en uca Datça’ya kadar gitmeden olmaz dendi. Zaman kısıtlı doğrudan Bozburun’a geçelim, orda daha çok vakit geçirelim dedik. Gönüllü grup liderimiz çıkış saatiyle ilgili biraz tavır yapınca ortam hafiften gerilse de 10.15 itibariyle yola çıktık.
11 senede Datça’da fazla bir değişiklik olmamış. Sahilde bir kahveye oturduk. Öyle sakin, öyle huzurlu ki. Belli bir yaşın üzerindeki insanlar denize karşı oturmuş çaylarını yudumluyorlardı sakin sakin. Bizim gelmemizle ortamın dinginliği bozuldu, gittiğimiz yeri hareketlendiriyoruz, gürültülüyüz az biraz J Grupta birkaç bilgisayar oyunu müptelası var, mola verdiğimiz her yerde açıp köylerinin durumunu kontrol ediyorlar, ben de dalga geçiyorum onlarla. Diğer grup Facebook’a gömülmüş. Biraz üzülüyorum bu duruma, teknolojiyi yanlış anlıyoruz gibi geliyor bazen. 8 kişi, böyle güzel, huzurlu bir ortamda oturmuşuz, sohbet etsek ya. Zaman değişiyor...
Deniz’e Datça’da mı girsek diye kısa bir konuşmanın sonrasında Bozburun yakınlarında girmeye karar verip yola çıktık. Bozburun sapağından girdikten sonra harika bir yol başladı. Belki de ilk kez görmem sebebiyle gezinin en çok bu kısmı hoşuma gitti benim.
İlk
dikkatimi çeken yabancı bir havasının oluşuydu; sanki Türkiye’de bir kasaba
değildi. Motosikletleri koyduğumuz yerden deniz kenarındaki binalara bakarken
içim huzurla doldu, kalmak için geri gelmeye karar verdim buraya. Yemek yiyecek
yer aramaya başladık vakit kaybetmeden. İç kısıma dalıp kebapçı tarzı birkaç yere baktık,
kimseden ses çıkmadı. Kasabalı tarafından bize önerilen deniz kenarındaki yere
gitmeye karar verdik pizza yemeye. Aslında durduğumuz an gözüme kestirmiştim
burayı, uzaktan çok hoş görünüyordu. Yaklaşınca daha da sevdim, deniz
kenarında, küçücük, çok şirin döşenmiş sımsıcak bir mekândı ancak düğünleri
olduğu için mutfak kapalıymış. Biz de düğün yemekli mi diye sorduk,
yemekliymiş. Bu adamla konuşmadan önce Nil davul sesini duymuş düğüne gitmeyi
önermişti zaten, adamda söyleyince gitmeye karar verdik. Karar verdik derken; iki Trakyalı olarak Nil ve ben karar verdik, diğerleri
de bize uymak zorunda kaldı daha ziyade J Biz çok mutluyduk, hem karnımızı
doyurup hem de oynayabilecektik. Grup liderimiz motorların yanında kalacağını
söyledi.
Düğün
kalabalıktı, çoğunluk oynuyordu. Yemek faslı bitmiş gibi görünüyordu.
Tencerelerin yanına yaklaştık, yemek vardı ama temiz kap kacak yoktu. Bir
şeyler ayarlayıp yemeye koyulduk. Yemeklerin servisinden sorumlu abiyle sohbet
etmeye başladık. Görevini bitirmiş olmanın rahatlığıyla demleniyordu, herkesin
kafası güzeldi. Bize de önerdiler ama yola çıkacağımız için pek yanaşmadık. (Yanaşanlar
da oldu elbette J) Ortam gerçekten çok güzeldi. Düğün Perşembe gece başlamış,
biz gittiğimizde Pazar akşamdı. Dün gece gelseydiniz kalamar, karides de vardı
dediler. Gece burda konaklasaymışız çok farklı bir ortam olabilirmiş. Karnımız
doyunca kalktık oynadık biz de. Bu düğün kısmı çok farklı bir hava kattı
geziye. Oranın yerlileriyle konuşmak, yemek, müzik, her şey çok güzeldi. Hava
yavaştan kararmaya başlayınca düğünden ayrıldık.Motorların yanına geldik. Karın tokluğunun rehavetiyle yol birden inanılmaz büyüdü gözümde. Hava kararmak üzereydi ve biz daha Bozburun’daydık. Karanlıkta motor üstünde 400 km! O tokluğun üzerine giydiğim kat kat giysi de zihnimin bana yaptığı baskıyı kat be kat arttırdı. Kendimi çok kötü hissettim ve gitmek istemedim ama yapacak bir şey yoktu.
Hava iyice kararınca yol yine zorlamaya başladı. Yol zor geldikçe de zihnim kötü senaryolar üretmeye. Her virajda motor yere yaklaştıkça düşecekmişiz gibi hissettim. 140 km hızla gidiyoruz, önümüze bir şey çıkarsa motordan nasıl düşerim, hangi kemiklerim kırılır filan derken baktım gezinin tüm keyfi kaçmış. Sonra uykum gelmeye başladı. Koşullar zorlu olsa da göz kapaklarım kapanmak için direniyor bense uyursam motorun dengesi bozulur, düşeriz diye korkuyorum. Marmaris’e yaklaşınca 2 motor çok uykuları geldiğini söyleyerek Marmaris’te kahve molası vermek istedi ancak öndeki diğer 2 motorla bağlantımız kalmadığından biz durmayıp devam ettik. Ben yine sızlanıyorum içimden, ah biz de mola verseydik, dayanamayacağım daha fazla, biraz dinlensem iyi gelirdi belki. Gözümün önünden kahve fincanları geçiyor. Marmaris’ten benzin istasyonuna kadar geçen o yarım saat bana bir ömür gibi geldi. Durduğumuzda bacaklarım tamamen uyuşmuş olduğundan motordan zorlukla inebildim. Bu yolculuktan öğrendiğim bir şey varsa; düşüncelerimiz büyük oranda fiziksel koşullarımız tarafından şekillendiriliyor. Fiziksel olarak rahatsızsanız her şey ıstırap verici olabilir.
İner inmez kahve makinesine koştum. İki tane kahveyi içince biraz kendime gelir gibi oldum. Biz o kadar hızlı gitmişiz ki önümüzde sandığımız 2 motor bizden 10 dakika sonra geldi. Arkadaşları görünce keyfim yerine geldi. 15 dakika sonra diğer 2 motor da geldi. Hepimiz toplanınca ne yapacağımızı konuştuk. Yayla yolundan gidersek yolumuz kısalacak ancak çok üşüyecektik. Sahil yolu 5,5 saat sürecek olması sebebiyle mantıklı değildi. Bir kısım Fethiye’de konaklamayı, bir kısım Kaş’ta kalmayı ve sabah yola çıkmayı önerdi ancak çoğunluğun sabah işte olması gerekiyordu. Son karar herkesin yayla yolundan gitmesi oldu.
Gezinin en enteresan kısmı da bu kararı aldıktan sonrasıydı. Hepimiz çok üşüyeceğimizin farkında olduğumuzdan kendimizce bir takım önlemler almaya başladık. Montunun içine gazete sıkıştıranlar mı istersiniz, çorap katmanları arasına naylon poşet giyenler mi. Spor ayakkabılarımın üzerine giydiğim poşetler güvenli olmadığı gerekçesiyle (Zincirlere takılabilirmiş) çıkartıldı. Çantalarımızda giyecek namına ne varsa üzerimize geçirdik. Operasyon tamamlandığında robocop gibi hissediyordum kendimi, hareket yeteneğim büyük oranda kısıtlanmıştı. Tüm bunlar olurken gerçekten çok eğlendik. Gerçekleşmesinden korkulan bir olay öncesi histeri krizi geçiren 8 insan.
Söğüt’e ilk biz vardık.(Hız sebebiyle). 2 motor Söğüt’e gelene kadar arada mola vermiş, onun da etkisi var tabi. Ben sobaya yapıştım ama hiçbir şey hissetmiyorum. Çorba sorduk yok dediler, yapın dedik bizde. Hemen adaçayı söyledik. Köylüler oturmuş dizi izliyor sıcak soba yanında, onlara bakınca içim sıcacık oldu. Dedim Serap, ne arıyorsun dışarlarda J Nedir bu “yeni” ve ” daha" arzusu? Öte yandan ellerim bu kadar üşümese orda olduklarını nasıl hissedeceğim? Soba yanında otururken unutup gidiyorsun işte varlıklarını. İş; ikisi arasındaki dengeyi bulabilmekte. Bazı şeyler var aramakla bulunmuyor, dışarda değil onlar, içerde. Gel gör ki içerdekileri fark edebilmek için dışarı çıkmak gerekiyor bazen. Yolda olmayı çok seviyorum ben.
Diğerleri geldiğinde çorbalar hazırdı, güle oynaya içtik. Isınır ısınmaz keyfimiz yerine gelmişti yine. Fazla üşümemek için yavaş gitmeye ve Antalya’ya kadar bir mola daha vermeye karar verdik. Ellerimin üşümesine çözüm olarak üzerlerine oturmamı önerdiler. Kulağa garip gelse de kesinlikle işe yarıyor.
Sonraki molaya kadar pek zorlandım. Bu son mola yerinde - belki Antalya’ya yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla- muhabbet zirve yaptı. Benzin istasyonunda çalışanlar kopuyor biz konuştukça, aynı şekilde biz de.
Antalya’lı
değilim ancak Kepez’i inmeye başladığımız an (Sadece bu yolculuğa has değil memleketten
gelişlerde bile böyle bu) evimde hissettim kendimi. Sadece 1 gün önce ayrılmıştım
ama çok uzun zamandır uzaktaymışım da geri gelmiş gibiydim. Eve ulaştığımda
saat 1 olmuştu. Bozburun’u da görmüş olmanın mutluluğuyla uykunun kollarına
bırakıverdim kendimi sıcak yatağımda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder