Bir kitapta
okumuştum, tam cümleyi hatırlamıyorum ama yaklaşık olarak şöyle bir
şeydi; “Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık dediğimiz şey ışığın
yokluğudur.” Şöyle basit bir örnekle açıklıyordu durumu; diyelim karanlık bir
odaya girdiniz, oda eşyalarla dolu ancak karanlık olduğu için siz onları
göremiyorsunuz. Bu durumda gerçeklik algınız karanlık üzerinden ancak bu sadece
ışığın yokluğundan kaynaklanan bir algı. Odayı aydınlattığınız anda karanlık
kayboluyor ve eşyaları görüyorsunuz. Oda aynı oda, değişen bir şey yok, eşyalar
her zaman orda, sadece ışık yoktu odada. (Ben bu şekilde anladım, umarım doğru
aktarabilmişimdir.)
Nerden geldi şimdi bu cümle aklıma? Sabahtan itibaren
grinin değişik tonlarını gözlemleme fırsatı bulduğum bol yağmurlu bir Antalya gününün
akşamında güneşin batma saatinin de yaklaşmasıyla ortam zifiri karanlık
olmuştu. Sonra birden, çok uzakta, dağların arasında güneşin küçücük
bir parçası göründü. O küçük parça havayı öyle bir hızla aydınlattı ki birkaç
dakika içinde gökyüzü alev alev yanmaya başladı. Gün batımının muhteşem
renkleri sardı her yeri bütün ihtişamıyla. Öyle güzel bir manzaraydı ki; içimde
bir şeylerin yer değiştirdiğini hissettim. Zifiri karanlığın ardından gelen bu
aydınlanma aklıma bu cümleyi getirdi, yüreğime de bu yazıyı yazma isteğini.
Son dönemde yoga pratiğim biraz şekil
değiştirdi. İlgim asanalardan nefese, meditasyona, yoganın felsefesine doğru
kaymaya başladı. 1 haftadır Richard Freeman’ın yoga üzerine yaptığı konuşmaları
dinliyorum, nasıl zevk aldığımı anlatamam. Dinledikçe bir şeylerin yerine
oturduğunu hissediyorum. Yogayla ilgili okudukça, dinledikçe
bulutların teker teker dağıldığını, bambaşka bir manzaranın karşıma çıktığını
görüyorum. Bu manzara ne diye sorsanız size kelimelerle anlatamam. Mantık
yoluyla açıklanabilecek bir şey olmaktan ziyade içten bilinen, hissedilen bir
şey. Hani içten içe hep orda olduğunu bilmenize rağmen yeni farkına vardığınız
bir şey gibi. Hiç beklemediğiniz bir anda çok sevdiğiniz bir dosta
rastlayıp, oturup hasbıhal etmek gibi. Susuzluktan ölmek üzereyken ağzınızı
duru, buz gibi bir kaynağa dayayıp kana kana su içmek gibi. Yıllar boyu
yaşadığınız gurbet elden yuvaya dönmek gibi. Gerçekten değişik bir deneyim
benim için.
Tüm bu yazdıklarımdan her şey güllük
gülistanlık zannedilmesin. Farkındalık beraberinde acıyı da getiriyor. Farkına
varmaya başladıkça derinlerde birikmiş, ifade edilmemiş ne varsa gün yüzüne
çıkmaya başlıyor bir bir. Her şey durağanken taşlar yerine oturamaz ki,
temelinden sarsılması gerekiyor bir şeylerin, deprem olması gerekiyor. Deprem
olurken de aşağıda birikmiş, baskılanmış tüm o enerji açığa çıkıyor ve bu acı
olarak hissettiriyor kendini çoğu zaman. İnsanın kendisiyle
yüzleşmesi kolay iş değil.
Son zamanlarda beni kendimle yüzleştiren
iki olay oldu. Geçen hafta yaklaşık olarak 2 yıldır görüşmediğim bir
arkadaşımla görüştüm. Bu arkadaşımla görüşmeyişimin kendimce haklı sebepleri
var ama nedense Antalya’dayım görüşelim mi deyince hayır diyemedim. Buluştuğumuz
ilk dakikada da neden görüşmediğimi çok iyi anlamama rağmen dönüp gitmedim.
Uzun süredir görüşmediğimiz için, bu süre zarfında neler yaptığımızdan, ara ara
da eski günlerden bahsederek sohbet ettik. Yemek süresince her şeyin yolunda
gitmesine rağmen ayrılmamıza yakın bana bir şeyler oldu. Eski defterleri açıp
başladım konuşmaya. Bu arkadaşım uzun süredir hayatının gerçekleriyle
yüzleşmekten kaçıyor. O kadar uzun süredir kaçıyor ki artık gerçeklik algısını
tamamen yitirmiş, kafasında kurduğu ve gerçeklemesi çok zor olan hayalinin
içinde yaşıyor, bu da nedense beni çok sinirlendiriyor. Konuşuyorum!
Söylediklerimde gerçek olmayan tek bir kelime yok, bunu o da biliyor ama çok
bozuluyor, kırılıyor, beni yargılıyorsun diyor. Ben onun kırıldığını görmeme
rağmen susmuyorum, içime sanki bir canavar girmiş, konuşmaya devam ediyorum ve
onu yüzleşmeye hiç niyeti olmayan gerçekliğiyle yüzleştirmeye çalışıyorum saçma
bir şekilde. Sonuç; kırgın bir şekilde ayrılıyoruz.
Şimdi baktığımda; sadece görüşmeyi kabul
etmeyerek tüm bu kırgınlıktan kaçınmamın ne kadar kolay olabileceğini görsem de
insan karar alırken değişik mekanizmalar işliyor ve her ne kadar olay anında
farkına varamasak da her şey belli bir
sebepten oluyor.
Olayın ertesi günü o kadar üzüldüm ki,
fiziksel olarak da hasta oldum. Neden böyle davrandığıma anlam veremedim bir
türlü. Elbette söylediklerim gerçekti ama ne gerek vardı söylemeye, seçim onun
seçimiydi sonuçta, bana ne oluyordu. Belli ki o arkadaşımda gördüğümde beni
rahatsız eden –benimle ilgili- bir şeyler vardı. Aklıma birkaç şey gelse de
fazla üzerinde durmadım, zaten çok kötü hissediyordum kendimi.
Bir kaç gün sonra meditasyon yaparken ışık
yandı birden. Düşündüğüm şeylerle alakası yokmuş, tamamen başka bir şeymiş konu
meğer. Konuya baktıkça soğanın kabukları gibi katman katman soyulmaya ve derine
doğru gitmeye başladı. Gitti, gitti ve çok temel bir noktaya dayandı. Zaten tüm
sorunlarımız o temel birkaç nedenin etrafında dönüp durmuyor mu? Ta ordan
buralara nasıl gelmişim, hayret ettim.
İkinci olay isteklerimin ne kadar hızla
değiştiğini gösterdi bana. Yine geçen gün başka bir arkadaşımla telefonda
konuşurken nasıl cevap vereceğimi bilemediğim bir davette bulundu bana. O anda
davetine karşılık verip vermeyeceğini bilmediğimi ve ne sebeple bilmediğimi
uzun uzun anlatmama rağmen de bir türlü ikna olmadı. Kesinlikle bir tarih
vermemi bekliyor benden. Açıklama yaparken daralıyorum, bunalıyorum ama halden
anlamıyor bir türlü. İşin garibi 2 ay önce bu daveti almak için yanıp tutuşmuş ve
hatta etmediği için ona kızmış, kırılmış olmam. O zaman etse hiç düşünmeden kalkıp
gideceğim ama etmiyor ve ben şimdi gerçekten gitmek isteyip istemediğimi
bilmiyorum. 2 ayda insanın fikirleri, istekleri ne kadar değişebilir? Benimkiler
değişmiş görünen o ki. (Aslında bir andan öbürüne bile değişiyor bazen!)
Beklentiler ne büyük hayal kırıklığı yaşatıyor insana. Beklentilerimizin
zamanlaması çakışmadığından benim 2 ay önce yaşadığım kırgınlığı şimdi onun
yaşadığına tanık oluyorum üzülerek.
Ben bu haftayı yaşadıklarımdan ders
almıyorum, hep aynı hataları yapıyorum, , öğrendiklerim hiçbir işe yaramıyor
diye hayıflanarak geçirirken başka bir şey fark ettim dünkü yoga dersinde.
Tüm ders boyunca güvercin pozuna hazırlayıcı
hareketler yapıp iyice ısındıktan sonra ders sonunda kemer kullanarak poza
girmeye çalıştık. Hocam ayağımı yakalamama bir karış kaldığını söyleyince
inanılmaz şaşırdım. Ayağımı yakalamak matah bir şey olduğundan değil, bunun
benim için bir önemi yok. Bu pozda ayağımı yakalamayı denememiştim bile daha
önce. O an farkına vardım ki bir anda büyük sıçrayışlar olmuyor hayatta. Yaptığımız,
öğrendiğimiz her şey yavaş yavaş, adım adım taşıyor bizi bu sıçrayışa. Hiçbir şey
boşuna gitmiyor aslında; sadece biz çok içinde olduğumuz için farkına
varamıyoruz gelişmenin. Hocamın yönlendirmesiyle girdiğim güvercin pozunda fark
ettim ben de günlük yoga pratiğimde fark edemediğim gelişmeyi.
Havalı, ışıklı ana caddelerde yürümeyi sevsek
de şehrin kalbi karanlık, arka sokaklarda atmıyor mu aslında? Bazen yanlış yola
girmek daha çok şey öğretiyor insana…
İyi Pazarlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder