25 Kasım 2014

Ömrün Çiçeği

Çiçeklere olan sevgim güzel görünmeleri ve kokmalarının ötesinde bir anlam ifade etmemiş olsa da uzun yıllar boyunca bana,  her zaman çok sevmişimdir çiçekleri.  Aslına bakacak olursak haklarında pek bir şey bilmeden geliştirdiğim bu sevgi tamamen yüzeyselmiş, sonradan farkına vardım.

Yıllar önce kendime açmak üzere olan bir lale almıştım saksıda ve iş yerime götürmüştüm. Güneşini, suyunu eksik etmemiş hevesle açmasını beklemiş, açtığındaysa çok mutlu olmuştum. Ne yazık ki mutluluğum fazla uzun sürmemiş, kısa süre sonra yapraklarını dökmüştü güzelim lale. Aradan biraz zaman geçip her gün manasızca baktığım boş saksıda bir hareket olmayınca biraz araştırma yapmış ve o zaman öğrenmiştim lalelerin yılda bir kere sadece Mart ve Nisan aylarında açtıklarını. Bunu öğrenince büyük hayal kırıklığına uğramıştım; “Kim bir yıl boyunca bir çiçeğin açmasını bekler!” diye düşündüğümü çok net olarak hatırlıyorum. Beklemeyi hayatım boyunca hiç sevmedim ve sabır her zaman zorlu bir sınav olmuştur benim için. Karar vermiştim,  lale benim çiçeğim değildi, benim çiçekleri her zaman açık olan bir çiçeğim olmalıydı. (Cahilliğimi mazur görün, böyle bir çiçek var mı onu bile bilmiyorum). Boş saksı sinirimi bozduğu için eve götürüp balkonun bir köşesine koymuştum. Sonrasında hiç sulamadığım için de soğanı kuruyup gitmişti çiçeğin.
Bu yılın başında yeni evime taşındığımda arkadaşım çok güzel bir mor orkide getirdi bana, 2 hafta boyunca çiçeklerini izlemeye doyamadım. Sonra çiçekleri döküldü, yaprakları solmaya başladı. Nasıl bakılması gerektiğini internetten araştırdım. Sulama şeklini değiştirdim, yerini değiştirdim, yok olmuyor, çiçek elden gidiyor. İş yerinde çiçeklerle çok ilgili bir arkadaş var, ona danıştım. Getir bakalım deyince iş yerine getirdim çiçeği.(Şimdi başka bir yerde çalışıyorum.)  Önce saksıyı büyüttük, ağaç kabukları koyduk toprağına, doğrudan güneş almayan bir yere koyduk. Birkaç ayda canlanıverdi çiçek, yaprakları dimdik oldu. Her çıkışında çiçek verecek sandığım ama aslında kök olan salkım saçak bir şeyler çıkarıp durdu. Geçen gün çiçeği sularken bir de baktım kökten farklı yapısı olan bir şeyler çıkmaya başlamış. Acayip heyecanlandım, arkadaşa gösterdim, bu dallardan çiçek verecek dedi. Ben hemen açacak sanıp, yılda bir açmıyor mu bu dedim, evet dedi. O zaman fark ettim ben çok kısa bir süre sonra çiçeğin bana gelişinin senesi olacağını; koca bir yıl nasıl da geçmiş! Zaman nasıl da göreceli bir kavram…

İş yerindeki orkidenin yanında bir de sümbülüm var benim.  Son zamanlarda o da soğanından yeşerme çabalarında. Bizim çiçek profesörü sümbülü görünce,  bu yeterince güneş almıyor burada dışarıda bir yere koy dedi. O anda içime bir sıkıntı çöreklendi. Hani bazı anlar vardır, aslında bildiğiniz gerçeklerin balyoz gibi kafanıza dank ettiği, tam da o anlardan biri.  Bu çiçeğin durumu kendi durumu mu aynaladı bana.  Ve ben yüzleşmek zorunda kaldım sümbülün bile gelişemediği, camları açılmayan, 15 kişinin bir arada çalıştığı bu lüks açık ofiste günümün tam on buçuk saatini oksijensiz bir şekilde geçiriyor olduğum gerçekliğiyle.
İş bununla kalsa iyi, üstelik kendi ellerimle örmüştüm hapishanemin duvarlarını tuğla tuğla, hem de ne zorluklarla. Elbette çok geçerli nedenlerim vardı, artık istikrarsız yaşamaktan yorulmuştum. Az da olsa düzenli bir gelirim olmaydı, düzenli çalışma saatlerim, ne zaman çalışıp ne zaman tatil yapacağımı bilmeliydim, hava sıcakken soğuk, soğukken sıcak olan bir yerde çalışmalıydım, bir ofiste. Bu sebeple bırakmıştım eğitimini aldığım rehberlik mesleğini 7 yıl önce, “Garanti” de olmak için!

Çiçeğin açmasını 1 yıl bekleyemeyen ben 7 yıl sonra nerdeyim şimdi? Kredisini ödediğim bir evden başka ne var elimde? Çiçeklerim açsınlar diye uğraşıyorum da,  ihtiyacım olan toprağı, güneşi, suyu, havayı sağlıyor muyum kendime? Ruhumu coşturan bir iş yapıyor muyum? Bu sorular dönüp duruyor kafamda bir süredir. Uzun ofis saatlerinde gezgin bloglarındaki profillerde insanların işlerini güçlerini bırakarak dünyayı gezmeye karar veriş hikâyelerini okuyup bir gün böyle bir karar verecek kadar cesur olup olamayacağımı sorup duruyorum kendime. Rahatlık alanımın sınırlarını ne kadar zorlayabilirim?

Ömür denen narin çiçeğe ne kadar hoyratça davrandığını fark eden her insan gibi içim acıyor benim de ve bu acı araştırmaya sevk ediyor beni, ben ne yapmayı severim, neleri iyi yapabilirimi bulmaya.
Cevapları bulmaya çok uzak hissettiğim bu aralar çok güzel bir yazı çıktı karşıma diyor ki;

"Yalvarırım sana... Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Sorunların kendisini sevmeye çalış; kilitli odalar veya yabancı lisanlarda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi yaşama meselesidir. Şu anda, soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın." *
Fazla söze ne hacet; çare yok, soruyu yaşayacağız bir süre daha…

*Rainer Maria Rilke

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder