23 Kasım 2014

Karanlık ve Işık

Bir kitapta okumuştum,  tam cümleyi hatırlamıyorum ama yaklaşık olarak şöyle bir şeydi; “Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık dediğimiz şey ışığın yokluğudur.” Şöyle basit bir örnekle açıklıyordu durumu; diyelim karanlık bir odaya girdiniz, oda eşyalarla dolu ancak karanlık olduğu için siz onları göremiyorsunuz. Bu durumda gerçeklik algınız karanlık üzerinden ancak bu sadece ışığın yokluğundan kaynaklanan bir algı. Odayı aydınlattığınız anda karanlık kayboluyor ve eşyaları görüyorsunuz. Oda aynı oda, değişen bir şey yok, eşyalar her zaman orda, sadece ışık yoktu odada. (Ben bu şekilde anladım, umarım doğru aktarabilmişimdir.)

Nerden geldi şimdi bu cümle aklıma? Sabahtan itibaren grinin değişik tonlarını gözlemleme fırsatı bulduğum bol yağmurlu bir Antalya gününün akşamında güneşin batma saatinin de yaklaşmasıyla ortam zifiri karanlık olmuştu. Sonra birden,  çok uzakta, dağların arasında güneşin küçücük bir parçası göründü. O küçük parça havayı öyle bir hızla aydınlattı ki birkaç dakika içinde gökyüzü alev alev yanmaya başladı. Gün batımının muhteşem renkleri sardı her yeri bütün ihtişamıyla. Öyle güzel bir manzaraydı ki; içimde bir şeylerin yer değiştirdiğini hissettim. Zifiri karanlığın ardından gelen bu aydınlanma aklıma bu cümleyi getirdi, yüreğime de bu yazıyı yazma isteğini.

Son dönemde yoga pratiğim biraz şekil değiştirdi. İlgim asanalardan nefese, meditasyona, yoganın felsefesine doğru kaymaya başladı. 1 haftadır Richard Freeman’ın yoga üzerine yaptığı konuşmaları dinliyorum, nasıl zevk aldığımı anlatamam. Dinledikçe bir şeylerin yerine oturduğunu hissediyorum.  Yogayla ilgili okudukça, dinledikçe bulutların teker teker dağıldığını, bambaşka bir manzaranın karşıma çıktığını görüyorum. Bu manzara ne diye sorsanız size kelimelerle anlatamam. Mantık yoluyla açıklanabilecek bir şey olmaktan ziyade içten bilinen, hissedilen bir şey. Hani içten içe hep orda olduğunu bilmenize rağmen yeni farkına vardığınız bir şey gibi.  Hiç beklemediğiniz bir anda çok sevdiğiniz bir dosta rastlayıp, oturup hasbıhal etmek gibi. Susuzluktan ölmek üzereyken ağzınızı duru, buz gibi bir kaynağa dayayıp kana kana su içmek gibi. Yıllar boyu yaşadığınız gurbet elden yuvaya dönmek gibi. Gerçekten değişik bir deneyim benim için.

Tüm bu yazdıklarımdan her şey güllük gülistanlık zannedilmesin. Farkındalık beraberinde acıyı da getiriyor. Farkına varmaya başladıkça derinlerde birikmiş, ifade edilmemiş ne varsa gün yüzüne çıkmaya başlıyor bir bir. Her şey durağanken taşlar yerine oturamaz ki, temelinden sarsılması gerekiyor bir şeylerin, deprem olması gerekiyor. Deprem olurken de aşağıda birikmiş, baskılanmış tüm o enerji açığa çıkıyor ve bu acı olarak hissettiriyor kendini çoğu zaman.  İnsanın kendisiyle yüzleşmesi kolay iş değil.

Son zamanlarda beni kendimle yüzleştiren iki olay oldu. Geçen hafta yaklaşık olarak 2 yıldır görüşmediğim bir arkadaşımla görüştüm. Bu arkadaşımla görüşmeyişimin kendimce haklı sebepleri var ama nedense Antalya’dayım görüşelim mi deyince hayır diyemedim. Buluştuğumuz ilk dakikada da neden görüşmediğimi çok iyi anlamama rağmen dönüp gitmedim. Uzun süredir görüşmediğimiz için, bu süre zarfında neler yaptığımızdan, ara ara da eski günlerden bahsederek sohbet ettik. Yemek süresince her şeyin yolunda gitmesine rağmen ayrılmamıza yakın bana bir şeyler oldu. Eski defterleri açıp başladım konuşmaya. Bu arkadaşım uzun süredir hayatının gerçekleriyle yüzleşmekten kaçıyor. O kadar uzun süredir kaçıyor ki artık gerçeklik algısını tamamen yitirmiş, kafasında kurduğu ve gerçeklemesi çok zor olan hayalinin içinde yaşıyor, bu da nedense beni çok sinirlendiriyor. Konuşuyorum! Söylediklerimde gerçek olmayan tek bir kelime yok, bunu o da biliyor ama çok bozuluyor, kırılıyor, beni yargılıyorsun diyor. Ben onun kırıldığını görmeme rağmen susmuyorum, içime sanki bir canavar girmiş, konuşmaya devam ediyorum ve onu yüzleşmeye hiç niyeti olmayan gerçekliğiyle yüzleştirmeye çalışıyorum saçma bir şekilde. Sonuç; kırgın bir şekilde ayrılıyoruz.

Şimdi baktığımda; sadece görüşmeyi kabul etmeyerek tüm bu kırgınlıktan kaçınmamın ne kadar kolay olabileceğini görsem de insan karar alırken değişik mekanizmalar işliyor ve her ne kadar olay anında farkına varamasak da her şey belli bir sebepten oluyor.

Olayın ertesi günü o kadar üzüldüm ki, fiziksel olarak da hasta oldum. Neden böyle davrandığıma anlam veremedim bir türlü. Elbette söylediklerim gerçekti ama ne gerek vardı söylemeye, seçim onun seçimiydi sonuçta, bana ne oluyordu. Belli ki o arkadaşımda gördüğümde beni rahatsız eden –benimle ilgili- bir şeyler vardı. Aklıma birkaç şey gelse de fazla üzerinde durmadım, zaten çok kötü hissediyordum kendimi.

Bir kaç gün sonra meditasyon yaparken ışık yandı birden. Düşündüğüm şeylerle alakası yokmuş, tamamen başka bir şeymiş konu meğer. Konuya baktıkça soğanın kabukları gibi katman katman soyulmaya ve derine doğru gitmeye başladı. Gitti, gitti ve çok temel bir noktaya dayandı. Zaten tüm sorunlarımız o temel birkaç nedenin etrafında dönüp durmuyor mu? Ta ordan buralara nasıl gelmişim, hayret ettim.

İkinci olay isteklerimin ne kadar hızla değiştiğini gösterdi bana. Yine geçen gün başka bir arkadaşımla telefonda konuşurken nasıl cevap vereceğimi bilemediğim bir davette bulundu bana. O anda davetine karşılık verip vermeyeceğini bilmediğimi ve ne sebeple bilmediğimi uzun uzun anlatmama rağmen de bir türlü ikna olmadı. Kesinlikle bir tarih vermemi bekliyor benden. Açıklama yaparken daralıyorum, bunalıyorum ama halden anlamıyor bir türlü. İşin garibi 2 ay önce bu daveti almak için yanıp tutuşmuş ve hatta etmediği için ona kızmış, kırılmış olmam. O zaman etse hiç düşünmeden kalkıp gideceğim ama etmiyor ve ben şimdi gerçekten gitmek isteyip istemediğimi bilmiyorum. 2 ayda insanın fikirleri, istekleri ne kadar değişebilir? Benimkiler değişmiş görünen o ki. (Aslında bir andan öbürüne bile değişiyor bazen!) Beklentiler ne büyük hayal kırıklığı yaşatıyor insana. Beklentilerimizin zamanlaması çakışmadığından benim 2 ay önce yaşadığım kırgınlığı şimdi onun yaşadığına tanık oluyorum üzülerek.

Ben bu haftayı yaşadıklarımdan ders almıyorum, hep aynı hataları yapıyorum, , öğrendiklerim hiçbir işe yaramıyor diye hayıflanarak geçirirken başka bir şey fark ettim dünkü yoga dersinde.

Tüm ders boyunca güvercin pozuna hazırlayıcı hareketler yapıp iyice ısındıktan sonra ders sonunda kemer kullanarak poza girmeye çalıştık. Hocam ayağımı yakalamama bir karış kaldığını söyleyince inanılmaz şaşırdım. Ayağımı yakalamak matah bir şey olduğundan değil, bunun benim için bir önemi yok. Bu pozda ayağımı yakalamayı denememiştim bile daha önce. O an farkına vardım ki bir anda büyük sıçrayışlar olmuyor hayatta. Yaptığımız, öğrendiğimiz her şey yavaş yavaş, adım adım taşıyor bizi bu sıçrayışa. Hiçbir şey boşuna gitmiyor aslında; sadece biz çok içinde olduğumuz için farkına varamıyoruz gelişmenin. Hocamın yönlendirmesiyle girdiğim güvercin pozunda fark ettim ben de günlük yoga pratiğimde fark edemediğim gelişmeyi.

Havalı, ışıklı ana caddelerde yürümeyi sevsek de şehrin kalbi karanlık, arka sokaklarda atmıyor mu aslında? Bazen yanlış yola girmek daha çok şey öğretiyor insana…

İyi Pazarlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder