Dün sinema çıkışı parkta yürüyordum. Sinemaya gitmek gibi bir
niyetim yoktu hiç aslında. Günlük olağan rutinimin sonlarında yayılmış kahvemi
yudumlayarak kitabımı okurken telefon çaldı. Arkadaşım sinemaya gideceğini
söyleyerek sinemada buluşmayı önerdi, 40 dakika sonra! Konuşma saniyeler sürdü,
hiç düşünmedim. Komutanından emir almış asker ciddiyetiyle hızlıca hazırlanıp
kendimi otobüse attım ve tam filmin başlama saatinde sinemaya vardım.
Arkadaşım da benim
gibi sanata düşkün birisi. Bu arkadaşımla defalarca sinemaya, konserlere,
galerilere gitmişizdir. (Hatta beni resim kursuna gitmeye bile ikna edebilmiş birisidir
kendisi!) Tüm bunları yaparken gördüğümüz veya göreceğimiz eser hakkında uzun
uzun sohbetler etmiş, tartışmışızdır ancak hayatta tek bir şey, tek bir ilişki
yok ki değişime tabi olmasın. Arkadaşım önce ikiz ardından bir çocuk daha doğurduktan
sonra vakit geçirme süremiz ve biçimimiz doğal olarak değişti. Artık kısıtlı
zamanlarda buluşup fazlaca vakit geçiremeden, eğer evine gittiysem çocuklar
sebebiyle pek konuşamadan ayrılmak zorunda kalıyoruz.
Filmin uzun olması sebebiyle çıkışta arkadaşım hemen eve
dönmek zorunda kalınca ben de otobüse binmeyip eve yürüyerek gitmeye karar
verdim ve dümenimi parka kırdım. İlişkimiz yasak bir aşk gibi geldi birden. O bulabildiği
kısıtlı zamanlarda beni arıyor, ben de koşa koşa O’na gidiyordum ancak tatmin
olacak kadar beraber vakit geçiremiyorduk. Artık hoyratça harcanacak
saatlerimiz yoktu ve bu da bizi sahip olduğumuz her dakikanın kıymetini bilmeye
itiyordu. Kafamda kurduğum bu “yasak aşk” ilişkisinden heyecanlandığımı fark
edince gülmeye başladım.
Yürüdüğüm park şu an yaşadığım yere taşınmadan evvel 13 yıl
yaşadığım mahalleye yakın bir yer olduğundan parkla ilgili pek çok anım
mevcut. Yürürken bu anılardan bazıları
hafızama akın etti. AKM binasını görünce film izlediğim arkadaşımla sabahtan
akşama film kovaladığımız Altın Portakal günleri geldi aklıma. Zaman uçuyor.
Lafı çok uzattım. Kulağımda müzik, hafif soğuk hava, burnuma
gelen çiçek kokuları, tepemde uçan 3 tane kuş, biraz uzakta gözüme ilişen deniz
derken tüm duyularımın yoğun olarak farkına vardığım bir anda yukarıdaki yazıyı
gördüm. Kalp “İyi ki varım”. İçimden tekrar ettim; “İyi ki varım.” Yazı
elektrik trafosunun üzerine yazılmıştı. Genelde bu tarz yerlere yazılan “Dikkat!
Ölüm tehlikesi” cümlesi geldi gözümün önüne, kuru kafa etrafında çakan şimşeklerle
beraber. Ne kadar ironik diye düşündüm.
Belli ki yazarımız hınzır biriydi; ölüm tehlikesinin bulunduğu bir yerde
varlığından duyduğun memnuniyetten daha önemli ne olabilirdi ki? O anda “Dikkat! Ölüm tehlikesi” dehşet veren
bir ifade olmaktan çıkıp yumuşak bir hatırlatma olarak zihnimdeki yerini aldı.
Size de oluyor mu bilmem; bazen bir an geliyor ve hayat
elindeki son parçasını yerleştirdiğin bir bulmaca gibi çözülüveriyor gözünün
önünde. Bu tarz anların kelimelerle tarifi çok zor. Geçen gün kendisi de yoga
eğitmeni olan bir arkadaşımla konuşuyorduk; buna benzer bir şey anlatmaya çalışırken resmen
kelimelerle boğuştuğunu görebiliyordum. Ne dediğini anlamaya çalışırken aklıma
bir an geldi. O zamanlar vaktimin çoğunu kapalı bir ortamda, bilgisayar
karşısında geçirdiğim düzenli bir işte çalışıyordum. O havasız ortamdan bir
nebze de olsa uzaklaşmak adına öğle aralarımı fabrikaların arasında yürüyerek,
ağaçları, kuşları izleyerek geçiriyordum. O yürüyüşlerden birinde, yol
kenarında, akşam yağan yağmurdan kalma küçük bir su birikintisi gördüm. O küçük, çamurlu su birikintisinde bulutların
yansımasını gördüğüm an bir şey oldu, içimdeki her şey yerli yerine oturdu. O
saniye tüm evrenin bilgisine vakıf olmuştum sanki işte buydu! Elma ağacı
altında oturan Newton, hamamdaki Arşimettim; Evreka! Elbette birkaç şiirsel ima
dışında bundan kimseye bahsetmedim; maazallah, deli deyip tıkıverirler içeri! Karşımda
çırpınıp duran arkadaşımı gördüğümde anlatma zamanının geldiğine karar vererek
bu anı onunla paylaştım. Gözlerindeki parlamayı nerde görsem tanırım; yaşasın
yalnız değilim.
Her savasana sonrası hakikate küçük bakışlar atıyor olsak da herhangi
bir çalışma yapmadan, beklenmedik, bir anda beliriveren, ayan beyan yaşadığımız bu anları başka bir
yere koyuyorum. Su birikintisinden yıllar sonra bu güzel bir sürpriz oldu benim
için. İnsan evladı bu kadar saçmalıyorsa bilin ki ölümlü olduğunu unuttuğundan.
Bence bu hatırlatmayı sık sık yapmalıyız kendimize; Dikkat! Ölüm tehlikesi.
Hepimiz bir gün tadına bakacaksak ölüm denen bu şeyin, bir an önce yaşamaya
başlasak iyi ederiz.
Yoga yapmaya başladıktan sonra duyusal algılarımda ciddi bir
değişiklik oldu. Bunu ilk olarak 2014 senesinde fark ettim. Bugün baktığımda “HD
ye geçmek” olarak tanımlayabileceğim bir dönem geçirdim o sene. Renkler daha
parlak ve her tonunu tek tek ayırabileceğim kadar ayrıntılı, kokular daha
yoğun, yediklerim inanılmaz lezzetli,
tenim her türlü titreşime hassaslaşmış bir haldeydi. Duyduğum kuş seslerini
ayırt edebiliyordum. Tüm evren benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum (Hayvanlar,
ağaçlar). İşte o dönemden sonra görüş alanım da inanılmaz genişledi.
Dün yolda yürürken göz hizamdan çok çok yüksekteki bir ağacın
tepesinde duran kuşun ağzındaki çırpının farkına varınca içimi bir sevinç
kapladı. Şehrin orta yerinde, yoldan vızır vızır arabaların geçtiği, etrafın
yüksek apartmanlarla çevrili olduğu o ortamda dikkatim kesinlikle başka bir
yerdeydi. Gözüm yükseklerde arkadaş!
Tüm bu aydınlanmaları yaşarken acayip bir müzik dinliyordum.
Birbirimize bu kadar ilham olabilmemiz sizce de inanılmaz değil mi? Duyduğumuz
bir müzik, okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film bizi yaratmaya, üretmeye
teşvik edebiliyor. O müziği dinlerken eve koşup o müziği kullandığım bir yoga videosu
çekme, oturup bir şeyler yazma isteği yükseldi içimden. Öte yandan bazı
müzikler de var ki bizi dibe çekip zavallı hissettiriyor, bedenimize zarar
verme isteği yaratabiliyor. Notalar değişmiyor, aynı ancak onları hangi ruh
haliyle ve nasıl bir araya getirdiğimiz muazzam önem taşıyor. Hiçbir şey mutlak
bir şekilde iyi veya kötü değil, her şey olduğu gibi sadece. Tıpkı bizim gibi.
Yürürken özgürlük fikri geldi aklıma. Özgürlüğü dışarda,
ancak belli şeyleri bırakarak ya da bir yerlere giderek elde edebileceğimizi
düşünmek ne büyük yanılgı. Özgürlüğümüzün önünde kendimizden başka bir engel
yok. Kafesi etrafımıza kendi düşüncelerimizle örüyoruz ve sonra da o kafesten
çıkmak için çırpınıp duruyoruz. İlk önce kafesin orda olmadığının farkına
varmamız gerek galiba.
Tüm hayatı dünkü yürüyüş süresince yaşayabildiğim gibi yaşayabilmenin
mümkün olmasını çok isterdim. Dikkatimi sadece etrafımda olanlara verebilmek,
tüm duyularımdan gelen bilgilerin rehberliğinde içinde bulunduğum anı tüm netliğiyle
kavrayabilmek. Belki bir gün.
Burda olmak, tüm bunları deneyimleyebilmek gerçekten
muhteşem. Burdayım, burda olmayı hak ediyorum, burda olmayı seviyorum. Can-ı
gönülden söylüyorum: İyi ki varım. Ve sen oradaki, iyi ki varsın. Sen
olmasaydın dünya eksik olurdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder