İki hafta oldu yurda döneli. İstanbul’a iner inmez doğrudan
ailemin yanına geçtim. Anneme yapmayı planladığım sürpriz elimde patlamış
bulunmakta. Yolda olduğum zamanlar çok endişelendiğini bildiğim için geleceğim
tarihi tam bildirmemiş, Anneler Günü’nde yanında olacağım gibi yuvarlak bir
şeyler söylemiştim. Anneler Günü’ne daha iki gün var ve ben eve ulaşıyorum ama
o da ne; kapı duvar, kimsecikler yok. Uzun süre yurt dışında olacağım için
hattımı kapattığımdan telefonum çalışmıyor. Kapıda öylece kalakalıyorum.
Sonrası mahalleyi ayaklandırma, anneme telefonla ulaşma, şehir dışında
oldukları için kilidi kırarak eve girme filan.
Şimdi evin içindeyim ama zihnimde ne zamandır canlandırdığım
hasret dolu kavuşma gerçekleşmiyor ne yazık ki. Bir tam gün süren bol aktarmalı
yolculuğum sebebiyle oldukça yorgunum ama boş durmuyorum; yorgunluk dışında nasıl
hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Hiç gitmemiş gibiyim! Aynı eve 10 ay önceki
ziyaretimden farklı hissetmiyorum, sanki valizimi alıp bir kaç gün sonra Amerika’ya
gideceğim, her şey aynı. Memleketi özlemiş
miyim diye tekrar bir yokluyorum kendimi; yok, sanki giden ben değilmişim, hep
burdaymışım. Özlediğim şeyler var elbet; gelir gelmez ekmeğe yumulup yarım
kalıp tam yağlı Edirne beyaz peyniriyle hatırı sayılır miktarda siyah zeytini
mideye indiriyorum. Uzun zamandır hasretini çektiğim kokteyl domatesleri
yiyorum iştahla. Sonra uyuyorum. Gece geç vakit annemlerin geldiğini duyuyorum
ama açamıyorum kendimi.
Sonraki günler mutlak bir aile saadetiyle geçiyor. Eş, dost
soruyor nasıl onca zaman sonra geri dönmek diye: bilmem diyorum, pek bir fark
yok gibi. Bahar en sevdiğim mevsim. Bahçedeki güller ve hanımelleri coşmuş,
bahçe sınırlarını aşıp sokağa taşmış durumda, kokuları inanılmaz. Hava serin
hala, akşamları yorganla yatıyorum. Hattım açılır açılmaz hemen kitap siparişi
veriyorum. Defne Suman’ın ben Hindistan’dayken çıkan son romanını okumak için sabırsızlanıyorum
ve üniversiteden arkadaşım Özgecan’ın yayınlanan romanını okuyacağım için heyecanlıyım.
Bunun dışında Amerikalı bir arkadaşın tavsiyesi iki kişisel gelişim kitabıyla
beraber bir de roman alıyorum, Middlesex.
Bahçede ekim zamanı gelmiş. Bahçeyi kazıyorum, domates, biber,
patlıcan fidelerini özenle dikiyorum, öyle bir haz alıyorum ki yaptığımdan
hafızama not düşüyorum; toprakla daha fazla haşır neşir ol Serap! Bahçedeki
kayısı ağacının üzeri pıtırak gibi meyve. Kirazlar, elmalar, armutlar
dallarında olgunlaşmayı bekliyor sabırla.
Olgunluklarına yetişemeyeceğim diye üzülüyorum biraz.
Ev bana hoş geldin demek için gelen komşuların getirdiği
eriklerle dolup taşıyor. Öyle yiyor öyle yiyorum ki sanırsınız kıtlıktan
çıkmışım. Baharın benim için anlamı yeşil erik kesinlikle! Sonra bir de
çekirdek var -baharla alakasız- hani İzmir’de
çiğdem dediklerinden, yeryüzüne en büyük armağanlardan biri bence. Biz de
çekirdeğin anavatanı Trakya’danız değil mi, o kadar sevgimiz de olsun kendisine.
Gece gündüz kitap okuyorum; onlar, yüzler derken bini geçen sayfalar su gibi akıyorlar gözlerimin önünden. Öyle güzel âlemlere dalıyorum
ki; tarifi imkânsız! 10 ay boyunca İngilizce kitaplardan başka bir şey okumayan
gözlerim bayram ediyor adeta. Ruhum anadilinde okumaya aç kalmış, çok ama çok
özlemişim!
Sonra Antalya’ya geliyoruz, ailecek. Gece geç vakit
girdiğimiz evde alelacele yatakları yapıp yatıyoruz. Sabah uyandığımda Türkiye’ye
geldiğimden beri ilk kez bir şeyler hissediyorum: yabancılaşma! Burası benim
evim değil sanki yadırgıyorum çok. Bunda tüm kişisel eşyalarımın kolilerde
olmasının büyük etkisi var elbette ama sadece o değil sanki. Şehirde hem de
şehrin tam merkezinde yaşadığımı unutmuşum mesela. O kadar gürültülü geliyor ki
tahammül edemiyorum. Yoldan geçen otobüslerin sesleri, okuldan gelen çocuk
çığlıkları, camiden okunan ezan, apartmanın içinden gelen sesler. Hâlbuki burda
yaşarken ne kadar sakin gelirdi bana, daha önce rahatsız olmamıştım hiç. Geçirdiğim
10 ayı düşünüyorum; birkaç günlük istisnalar dışında şehirde kalmamışım ki hiç.
Hep doğanın içinde, insan sayısının sınırlı olduğu köy ve kasabalarda
geçirmişim vaktimi.
Aslında ilk şoku Hindistan’dan sonra gittiğim Phuket’te
yaşamıştım. Tam bir köyden indim şehre modundaydım. Bol ışıklı caddeler,
alışveriş merkezleri, lüks arabalar, lüks evler, şık restoranlar, kesintisiz elektrik
ve internet. İnsanların refah içinde yaşaması inanılmaz garibime gitmişti.
Şehirde yaşamaya hiç alışamayacakmışım gibi gelmişti, üstelik Phuket bir şehir
değildi.
Şu an yaşadığımsa daha başka bir yabancılaşma. Her şey çok
eski görünüyor gözüme, hepsini atıp kurtulmak istiyorum, her şeyi yenilemek, sıfırdan
başlamak! Yine de bir yandan temizleyip yerleştiriyorum eşyaları. Evin darmadağın
halini gördükçe kaçmak geliyor içimden. İlk giden uçağa atlasam ve başka bir
ülkeye atsam kendimi hemen şimdi.
Ben kurtulmaya çalıştıkça daha bir yapışıyor sanki yakama
eski. Neyi atmaya kalksam annem “ Aa atma lazım olur belki” diyor. Lazım olur
belki! Hep gelmeyecek bir geleceğe hazırlık, korku, yoksunluk duygusu, hayata
güvenmeme. Neden bu kadar biriktirdiğimi daha net görüyorum şimdi, armut ağacın
dibine düşüyor hep. Gerçi son 5 yılda bayağı mesafe kaydettim bu konuda. Yine
de gitmeden önce attığım onca şeye rağmen bu kadar eşyanın nerden çıktığında
akıl sır erdiremiyorum. En zoru kitaplara veda etmek ama bir 20 tanesinden daha
vazgeçiyorum bu sefer.
Ev biraz toparlanınca başka duygular geliyor sonra. Antik
müzik setini mutfağa koyup TRT3 radyosunu açınca mesela. Tanıdık, ılık bir
şeyler. İçim balkona oturup yazı yazma isteğiyle doluyor, tıpkı eski günlerdeki
gibi. Karşı koymuyorum, yazma zamanı gelmiş demek ki. 10 ayda yazı yazacak çok
vaktim vardı ama olmadı bir türlü, dilediğimce yazamadım. Yazmak için sadece
zaman yeterli olmuyor, insanın rutine de ihtiyacı var sanırım en azından benim
var; günün belirli bir zamanı, sevdiğin bir ortam (benim evimde balkon orası),
kahve…
Annem içerden seslendi az önce: “Ne yapıyorsun o kadar zamandır
orda sen?” diye. Yazıyorum dedim. Ne yazıyorsun diye sordu, yazı dedim, blog
için. Hayal kırıklığına uğradı; bende özgeçmiş hazırlıyorsun, işe gireceksin
sandım dedi. Hala düzenli bir işe gireceğimi umut etmekten vazgeçmiyor.
Antalya
semalarının ağladığı şu andan sonra ne olacak bilmiyorum. Tek bildiğim; hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder