Hava bir
garip bu akşam. Rüzgar önüne gelen her şeyi savurup yerini değiştiriyor. Bunu öyle
bir ılıklıkla yapıyor ki ne bu hareketten korkuyor ne de kızıyorsun. Tek
yapabildiğin yüzünde bir tebessümle kendini ona teslim etmek. Ne diyorlardı
adına; lodos mu? Rüzgâr anıları taşıyor,
sonra kokuları; yemek, parfüm, deniz, her şey birbirine karışıyor. Sanki kırk
yıldır bildiğin o yolda değil de başka bir yerdesin. Gökyüzünü delecekmişçesine
yukarı uzanan ışıltılı binaların arasında yürüyorsun misal. Terleyecek gibi
olmuş bedenin köşedeki amcadan aldığın ananası ağzına atmanla serinliyor
birden. Poşetten meyve yemeyi kimse yadırgamıyor. Ya da kulağında müzik uzayıp
giden Konyaaltı sahilinde yürüyorsun hızlı hızlı, aynı albümü yüz milyonuncu
kez dinleyerek ve dinlediğin müziğin seni zamanın çok güzel olduğuna inandığın belli
bir noktasına taşımasını umut ederek. Olmasını çok istediğin ama olmayacağını
bildiğin o şeyin hüznü kalbini deliyor. Sonra eski bir ev görüyorsun; çiğ sarı
ışıkla aydınlatılmış odada gece olmasına aldırmadan çalışan işçiler “yeni”lemek
için “yine”liyorlar yaptıklarını; bir çekiç, bir çekiç daha. Her şey değişiyor, dönüşüyor...
Neden
kıymetlenir her şey tam da bırakmaya niyet ettiğinde? Bedenim kaldırmıyor artık,
bırakacağım derken daha da bir tatlanır sanki meret. Artık yürümediğini,
bitirmen gerektiğini bilirsin de çektiğin acıyı değil güzel anları hatırlarsın hep.
Ve gezmenin, yeni yerler görmenin
hayalini kurarken mor salkımların baygın kokusu şüpheye düşürür seni; gittiğim
yerde böyle kokacak mı acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder