Bir gün
tanımadığım bir çocuğun çok korktuğu bir ana tanık olmuştum. Korkmaktan biraz
da utandığını görünce onu rahatlatmak için “Merak etme” demiştim ona, “Herkes
korkar, büyükler bile.” Çocuk çevikliğiyle hemen soruyu yapıştırmıştı ; “Sen
neden korkarsın?” O an donup kalmıştım. Zihnimden hemen karanlık, yükseklik,
böcek gibi somut şeyler geçmişti söylemek için ancak bunların hiç birinden
korkmuyordum ben. Düşünüp, düşünüp bir şey bulamamıştım. Korkmaktan bile
korkuyor muydum acaba?
Geçen yıl
Hindistan’a gitmeye niyetlendim. Araştırmalar, hazırlanan rotalar, her şey
tamam gidiyorum derken görünmez bir el beni durdurdu. Gitmeyi çok istememe ve
görünürde gitmemek için hiçbir sebebim olmamasına rağmen gidemedim. Neden
gidemediğime de bir türlü anlam veremedim. Sordum kendime defalarca, cevap yok.
Akışına bırakmaya karar verdim. Zaman geçti, bir yıl sonra içimdeki ateş
yanmaya başladı yine, Hindistan’a gitmeliydim ama karar veremiyordum bir türlü.
Dürüst olunca gitmekten korktuğumu fark ettim. Hindistan’a gitmekten çok
Hindistan’a yalnız gitmekten korkuyordum. Daha önce yalnız yola çıktığım
olmuştu ancak yolun sonunda tanıdığım birileri vardı o zaman. Gerçek anlamda
yalnız başıma seyahat etmemiştim hiç ve bu bilinmez deneyimden korkuyordum.
Korkum yalnız bir kadın olarak Hindistan’da seyahat etmenin zorluklarıyla
ilişkili gibi görünse de (bu da bir gerçeklikti elbette) daha derinde başka bir
şeyden daha fazla korktuğumu hissediyordum. Döndüğümde aynı olmayacağımı
biliyordum ve değişmekten ölesiye korkuyordum. Bilinmezlik, değişim korkusu,
rahatlık alanımdan çıkacak olmanın huzursuzluğu beni gitmekten alıkoymuştu onca
zaman.
Zamanı
gelmişti; bu sefer korkuya pabuç bırakmayacak, yüzleşecektim. Vazgeçmemek için
vizeyi bile almadan uçak biletimi aldım. Sonrası çok kolay oldu ve gittim.
Hindistan’a
ayak bastığım an huzur, güven, inanç (her şeyin yolunda gideceğine dair)
doluydum. Ayak bastığım toprağın benim için sadece yeni bir ülke olmadığının
farkındaydım. Korkumun sınırları dışına ayak basmıştım ben. Basar basmaz da
ruhumda pek aşina olmadığım bir duygu filizlenmeye başlamıştı: Özgürlük.
Yalnızdım,
korkmuyordum ve özgürdüm. İnsan korkmayınca her şey nasıl da yolunda gidiyormuş
meğer. İlk günden itibaren çok güzel şeyler yaşadım ve tüm gezi boyunca
korunduğumu hissettim. Gittiğim yerlerde hep güler yüzle karşılandım. Güler
yüzlü kadınların hazırladığı köy sofrasına davet edildim; sabah rüzgârını
tenimde hissetmeme olanak veren bir motosiklet arkasında şelale görmeye gittim;
köyün tulumbasında neşeyle oynaşarak yıkanan çocukları izledim; yol kenarındaki
küçücük bakkalda pişirilen lezzetli samosalarla kahvaltı ettim; antik
tapınaklardaki inanılmaz detaylı kabartmaları izledim hayranlıkla; bir turistin
kendi başına keşfedemeyeceği nefes kesen yerlere götürüldüm; gittiğim otelde
Türk kahvesiyle karşılandım ve sufilik hakkında konuştum; çölde yıldızlardan
oluşan gök kubbenin altında uyudum; hayatımda ilk kez deveye bindim: kale
manzaralı terasta güneşi selamladım arkadaş olduğum yoga hocasıyla.
Pek konuşkan
olmadığım halde tren istasyonunda, gittiğim misafirhanede, yolda, tapınağın
bahçesinde insanlarla konuştum; çabucak arkadaşlık kurdum, beraber gezmeye
başladım. Gördüm ki seyahat ederken sınırlar, ön yargılar kalkıyor ilişki
kurmak, bir başkasının hayatına dokunmak çok ama çok kolaylaşıyormuş. Seçmeden
edinmiş olduğumuz etiketlerin etkisinden sıyrıldım, politikalara boş verdim,
bir İsrailliyle arkadaş oldum; savaşı lanetledik beraber. Söylenenlerin aksine
insanlara güvendim; hiç de pişman olmadım. Çok ama çok yardım aldım.
Sınavlar
verdim, kendimle yüzleştim. Hindistan zamansız bir ülke, zaman pek göreceli bir
kavrammış, acele etmek faydasızmış. Tüm planlarımın birkaç dakikada alt üst
olup, gitmek istediğim yerle alakası olmayan bir kasabaya gitmek üzere olan
trene binmeme yarım saat kala, yetişebilecek miyim diye çıldırmak üzereyken
tren istasyonu yerine Shiva tapınağına götürülerek kutsandım. Her şeyin yolunda
gideceğinden emin olmamız gerekmiş! Başka bir şehirde yaptıkları ilginç
organizasyonla beni trene zamanında yetiştireceğini iddia eden üç farklı otel
personeline inanmayarak kendimi zorla istasyona bıraktırıp 2 saat trenin
kalkmasını bekledim. Meğer bir bildikleri varmış. Tüm o zamanlarda treni
kaçıracağım için kaygılandığımı zannederken Hintlilerin kaygı duymayışına
sinirlendiğimi sonradan fark ettim. Bir türlü beceremediğim tevekkül bu güzel
ülkenin her bir hücresine sinmiş sanki.
Biz düzenli
hayatlarımızda her şeyi planlayabileceğimiz yalanına inanıp kendimizi uyuturken
akışla gitmeyi seçenlerin çok daha mutlu olduklarını gördüm. Kaos çok da korkulacak
bir şey değilmiş. Kaosun içinde dahi her şey tıkır tıkır işleyebiliyormuş,
bakınız Hindistan trafiği. Din korku üzerine kurulmak zorunda değilmiş,
kutlanarak da yaşanabilirmiş, müzik, dans, her daim bir cümbüş içinde. Koşullar
ne kadar kötü olursa olsun renkleri soldurmaya gerek yokmuş. Hindistan’ı tek
bir kelimeyle anlat deseler rengârenk derdim.
Dönüş vakti
gelip uçağın koltuğuna oturduğumda kendimi daha dün gelmiş gibi hissettim. Üç
hafta kesinlikle yetmemiş, ağzına bir parmak bal çalınıp ortada bırakılmış
insan hüznünü yaşıyordum. Üstelik Ankara’da bomba patlamış, insanlar ölmüştü.
Geri dönmek istemiyordum. Benim seyahat ederken sınırları, önyargıları aşmam,
hepimizin bir olduğunu hissetmem hiçbir işe yaramamıştı. İnsanlar hala
kendileri gibi düşünmeyenleri öldürebilecek kadar acımasız, öldürdüklerinin de
kendi gibi insan olduğunu, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu unutacak kadar
özlerinden ayrı düşmüştü. Hayat acımasızdı ve kötülük her yerdeydi. Yola
çıkmadan önce hissettiğim korku ve kaygı ülkemin üzerine sinmişti.
Yine de
döndüm. Korktuğum da başıma geldi, değişmiştim. Bir kere gittiğinizde aynı
kalmanıza imkân yoktur çünkü. Uzun zamandır sorguladığım şeyler gözüme
dayanılmaz görünmeye başladı. Mesela fazla değil, temel ihtiyaçlarımı karşılamama
yetecek bir miktar karşılığı neden günümün yarısını (lafın gelişi değil
gerçekten 12 saat) iş için harcıyordum? Üstelik yalnız da değildim, çok insan
bunu yapıyordu sanki çoğunluğun bunu yapması olayı normalleştiriyormuş gibi.
Gerçekten keyif aldığımız bir iş yapmaktan her bahsettiğimde neden kredileri
kimin ödeyeceği sorusuyla karşılaşıyordum hep? Ev-iş hattında, akşam televizyon
karşısında, hafta sonu alışveriş merkezinde geçen normal yaşamlarımızda mutlu
muyduk gerçekten? Sorular bitip tükenmek bilmiyordu.
Çok
tehlikeli bir şey yapmış sınır dışına çıkmış, hayatımı bana dayatıldığı gibi
değil değişik şekillerde de yaşayabileceğimin farkına varmıştım. Bir kere daha!
Bu yeni bir kavrayış değildi benim için, her yurt dışından dönüşte böyle
hisseder, sonra düzenli işime gide gele rutine alışır, hiçbir şey olmamış gibi
hayatıma devam ederdim, düzeni değiştirmek kolay iş değildi ne de olsa.
Soru sadece
şuydu: Bu sefer farklı olacak mıydı?
*Bu yazı Kuraldışı Dergi' de yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder