Ya da bir şarkı çalınır kulağınıza girdiğiniz kitapçıda, tüyleriniz diken diken olur. Albümü alır dinlersiniz bir daha ve bir daha. Her dinleyişinizde başka şeyler duyarak ve bu tekrardan hiç sıkılmayarak, tüm duygusunu içinize alıp her bir hücrenize sindirerek. Önce birkaç şarkıdır takıldığınız, dönüp dönüp onları dinlersiniz. Sonra bu güzelmiş, bu da güzelmiş derken bir bakmışsınız tüm albümü benimsemiş, kişiselleştirmiş, kendinizden bir parça haline getirmişsiniz. Bu şekilde dinlediğim son albüm Buika’nın 2013 te çıkardığı La Noche Más Largas albümüydü.
2015 yılının
ilk hediyesi güzel bir albüm oldu;
Ervah-ı Ezel. Ne kadar da güzel bir isim; ruhların ilk yaratıldığı zaman
anlamına geliyormuş. Halil Sezai’nin albümünü dinleyene kadar hiç duymamıştım türküyü. Albüm çoğu duymaya alışık olduğumuz -bazıları da
meraklısının bildiği- şarkı ve türkülerin yeniden düzenlemelerinden oluşuyor.
Bilinen bir şarkıyı alışılmışın dışında bir yorumla söylemek oldukça riskli bir
iştir; çoğu zaman sonuç pek başarılı olmaz, kulak alıştığı şekli arar durur
çünkü. Bu albümde ise bu durumun tam aksi gerçekleşti benim için. Prangalar
gibi normalde dinlemeyeceğim bir şarkı yapılan düzenlemeyle bambaşka bir hale büründüğünden
içimde garip duygular uyandıran güzel bir şarkıya dönüşüverdi mesela. İki
keklik türküsünü çok severim, en çok da Erkan Oğur yorumunu beğenirim. Bu albümdeki yorumunda öyle güzel
enstrümanlar kullanmışlar, enstrüman çeşitliliğini o kadar güzel bütünlemişler
ki dinlerken alıp götürüyor. Halil Sezai şarkıları güzel yorumlamış ancak albümün
başarısı büyük oranda Ekin Eti’nin düzenlemelerini yaptığı müziklerinden kaynaklanıyor
bana kalırsa.
Şarkıların oldukça
“Damar” olduğu bu albümü bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de içinde
bulunduğum ruh hali muhtemelen.
İtiraf
ediyorum; benim çok fena bir damarım var sevgili okur! Her daim şeylerin nasıl olması gerektiğine
dair fikirleri olan ve bu fikirleri arsızca, olur olmaz zamanlarda, avaz avaz
kulağıma bağırıp duran. İstediği
olmadığı zaman tüm dünyayı yakıp yıkmak isteyen, kızan, öfkelenen, küçük bir
çocuk gibi yerlere yatıp tepinen. Ölümüne isteyen ve istediğini oldurmak için
çırpınırken en çok kendine zarar veren, acıtan, kanatan, canı çok yanan ve
yandıkça-sözüm ona- buna sebep olanın
canını yakmak isteyen. Tüm dünyanın yüzüne haykırdıklarını bilmezden gelen, hırsından
gözlerimi kör, kulaklarımı sağır, dilimi lal eden. Her seni dinlemiyorum deyişimde
“Ama bunlar hep senin iyiliğin için” diye kulağıma fısıldayıp duran. Benim bir
damarım var, tuttu mu mümkün değil bırakmayan. Siz de tanırsınız, hatta belki sizin
bile vardır bir damarınız adına EGO denen.
İşte benim damarım
şahlandı bu sıralar ve beni kandırmaya çalışıyor. Öyle şekillere bürünüyor,
kendini öyle ustalıkla saklamayı başarıyor ki az daha inanacağım söylediklerinin
gerçek olduğuna. Sen onu seviyorsun ama
o seni sevmiyor diyor misal. Sevgi bir alışveriş
değildir diyorum, illa bir karşılığının olmasına gerek yok. Seni senin onu sevdiğin kadar sevmiyor diyor
bu sefer. Sevgi ölçülmez ki diyorum, hem neye göre karar vereceğiz kimin ne
kadar sevdiğine. Kendisinden o kadar emin ki hiçbir cevabı kabul etmiyor; sevseydi şöyle yapardı, böyle davranırdı ardı
ardına sıralıyor. Ona göre sevmenin bir reçetesi var, içindekiler de mutlak ve
değişmez. Bir tanesi bile eksik olsa kıyametleri koparıyor. Dayanabilecek gibi değil
birinin hele de en kıymetlinin onu sevmiyor olabileceği ihtimaline, sanki ölecek. Arada bir bilge
yanım başını kaldırıp bir laf edecek olsa hemen ağzının payını verip yerine
oturtuyor. Ben de ikisi arasındaki bu çekişmeyi sisler arkasından, acıklı bir
filmi izler gibi izliyorum.
Tüm bunlar olurken
yüzüme tokat gibi çarpan bir cümle ilişti gözüme dün, diyordu ki “ O da sevmeyiversin.” Bu kadar basit işte. Sahi ne olur beni sevmezse? Kabulde olmak ne
kadar da özgürleştirici ama bu kadar drama arasında mümkün mü? Düalizmin
doruklarında gezinirken, sırf istediğim karşılığı alamıyorum diye “öteki”ni düşman
ilan etmişken, yarayı sağaltacağım yerde kabuğunu defalarca kaldırıp onu derinleştirmeyi
marifet sayarken mümkün mü? Gerek var mı gerçekten bu kadar acıya? Belki de
var, belki de acı bizi büyüten.
Zor
geçirdiğim bir günü anlatırken arkadaşım dedi ki bu kadar yoga yapıyorsun,
nefes tekniği biliyorsun neden uygulamadın? İnsanım çünkü dedim. Sanıyoruz ki yolu bilmekle yolda yürümek aynı
şey, değil tabi ki. İnsanın öğrendiklerini
hayatına geçirmesi için iyice sindirmesi lazım. İnsan olmak kolay iş değil, kor
ateşlerde yürümek, değirmenlerde öğütülmek gerekiyor bazen.
Aynı
arkadaşım Halil Sezai’nin albümünü çok beğendiğimi söyleyince kolay gelmedin
sen de buralara dedi, cazdan prangalara. Hangimiz kolay geldik ki olduğumuz
yere?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder