Ölümlüyüz.
Hepimiz de bunu biliyoruz. Ama ısrarla hiç farkında değilmişiz gibi yaşamaya
devam ediyoruz. Ölümden ölesiye korkuyoruz çünkü. Sonra bir şey oluyor; yakınımızda biri
ölüyor, hastalanıyoruz, hayatımızda kökten bir değişiklik oluyor ve
hatırlıyoruz yeniden, öleceğiz, evet, hepimiz bir gün öleceğiz. Gel gör ki
zihin kabul etmek istemiyor, hep başkaları ölür diyor, ölüm senin için değil.
Seni küçük sorunlarına geri çekiyor hemen, ayın sonunu getiremedin, çok istediğin
arabayı alamadın, sevdiğin kız seni terk etti, arkadaşın sana kazık attı, çok
kilo aldın vesaire. Küçük dünyanın küçük
sorunlarına dönmenin dayanılmaz hafifliğinde devam ediyorsun yaşamaya, ta ki
seni kendine getirecek başka bir olay olana kadar. Aslında işaretler hep
geliyor. Ya da gelmiyor, işaretler hep orda zaten, gözünün önünde ama görmek
istemiyorsun bir türlü. Günde milyon kez şikâyet ediyorsun ama biteceğini
düşündüğün an birden kıymetleniyor hayat, bırakmak istemiyorsun, ölüm fikrinden
bile korkuyorsun, kaçıyorsun. Nedir tam olarak bırakamadığın, seni buraya
bağlayan ne? Nedir korktuğun, yok olmak mı? Var olduğundan nasıl bu kadar eminsin?
Düşündüm,
diyelim 7 ay sonra öleceğim, ne yapacağım şimdi? Tabi saçma geliyor, bir saniye
sonra bile yaşayıp yaşamayacağımı bilmezken 7 ayın hesabını yapmak ama diyelim
ki öyle. Bir şey yapmak gelmiyor
içimden, bir şeyi değiştirmek ya da. Öyle akıp gitsin diyorum. Ne yapacağım ki?
Yıllardır görüşmediğim insanları mı arayacağım? Namaza mı başlayacağım? Hep
yapmak istediğim dünya turuna mı çıkacağım? Ne anlamı var? Tüm bunları
yaptıktan sonra ölsem ne değişecek?
Daha bir ay
olmadı; Robin Williams’ın bir filmini izledim.
Doktor adama 90 dakika sonra öleceğini söylüyor. Adam koşa koşa
yıllardır seks yapmadığı karısına gidip seks yapmaya, 2 yıldır görüşmediği
oğluna gidip ilişkisini düzeltmeye çalışıyor. Olan ne, ne değişti?
Yine birkaç
yıl önce gitar diye bir film izlemiştim. Genç bir kadın 2 ay ömrü kaldığını
öğreniyor aynı zamanda işinden kovuluyor, sevgilisi terk ediyor. Hayatı birden
berbat bir hal alıyor. Sahip olduğu tüm para ve kredi kartları ile gidip kocaman
bir daire kiralıyor, eşyalar alıyor, dilediği gibi yiyip içiyor bir de çocukluğundan
beri hayalini kurduğu gitarı alıyor. Günlerini hiçbir şeyi dert etmeden, evine
gelen birkaç kişinin hayatına dokunarak sürdürmeye başlıyor.
Filmlere,
kurgu hikâyelere gitmeye gerek yok, çok yakınımda kanlı canlı örneği duruyor.
Kardeşini kanserden kaybettikten 5 ay sonra kendisine kanser teşhisi konan
canım annem. Dayımın kanser hastalığıyla geçen son yılına yakından tanıklık
etmenin etkisiyle ben bu yolun sonunu biliyorum, tedavi olmak istemiyorum
diyerek başta tedaviyi reddeden, zorlukla kabul ettirdiğimiz kemoterapi
dönüşleri kusarken Allah’ım ölüyorum diye haykıran, neden ben diyerek ağlayan,
sonra yaşama iç güdüsüyle dimdik ayağa kalkan, savaşan ve en sonunda
kabullenen, teslim olan canım annem. Tüm ömrünü başkaları için endişelenerek,
kimse üzülmesin, kırılmasın diye içine atarak, başkalarının mutluluğu için çırpınarak
harcayan canım annem. Bakıyorum o da öğreniyor artık, boş vermeyi,
önemsememeyi, biraz da olsa kendini düşünmeye başlamayı. Nasılsın diye
sorduğumda ağrılardan bahsetmek yerine bir şarkı söyleyiveriyor telefonda bana.
Evet, ölüm çok yakınımızda.
7 ay sonra
ölme konusundan arkadaşıma da bahsettim. Konunun yabancısı değil; aylar önce
bana geçen yıl gördüğü bir rüyayı anlatmıştı. Rüyasında ölmüş olan babası
yanına gelmiş, o da ölüm hakkında sorular sormuş babasına. Babası tüm
sorularını yanıtsız bırakmış ve tek cümle söylemiş; merak etme, yakında
geleceksin yanıma. Ve balon gibi uçup gitmiş sonrasına. Arkadaşım tüm bunlar olurken babasının ölü
olduğunun farkında olduğunu, kendisinin de babasının ölü olduğunun farkında
olduğunu, bunun bir rüya olmadığını
söyledi. Ona inanıyorum kesinlikle. Sabah uyandığında gülmüş, ağlamış, çok
değişik duyguları aynı anda hissetmiş. Ama o gün değişik hiçbir şey yapmak
gelmemiş içinden, çok ikiyüzlüce gelmiş. Ben de tamamen aynı hissiyattayım.
Demem o ki; gerek
var mı illa hara daki hareketi beklemeye, kanser hastası olmaya, düşünmeye
başlamak için bir yakının ölümüne şahit olmaya. Yaşadığımız her dakika ölüm
için bir hazırlık değil mi zaten? Elimizde “Şu an” dan başka bir şey var mı?
Kendimize, bedenimize, etrafımıza ettiğimiz bu zulüm niye? Sonsuzlukla
kıyaslandığında şu minicik, küçücük varlığımızın, kâinatta kapladığımız yerin
hacmi, kütlesi ne kadar? Her şey sonluyken -ya da sonsuzken- nedir nesneye,
insana tutunma, bağımlı olma, sahip olma isteği? Neden bu yapışma, bırakmama? Akış
nerede? Teslim olma?
Bırakma
isteği bir yanda ona direnen zihin öbür yanda. Peki ben neredeyim? Henüz
gidemezsin, daha bütüne katkıda bulunmadın diyen hangisi? Bütüne nasıl katkıda
bulunacağımı nasıl bileceğim? Bölünmüşlük hissi ne zaman son bulacak? Soruların
ardı arkası kesilmiyor.
Tanrının var
olup olmadığından bir türlü emin olamayan bir arkadaşım sormuştu geçenlerde; biz öldükten
sonra ne olacak diye. Ben de bedenimiz yok olacak ama ruhumuz (ya da
içimizdeki enerji, adına ne dersen de ) devam edecek diye. Sana göre kolay
demişti, dayamışsın sırtını yok olmayacağın düşüncesine. Sanırım ben de inanacağım
artık bu Tanrı fikrine, yoksa delireceğim dediğinde teslim ol demiştim ona,
sadece teslim ol.
Söylemesi
kolay, yapması zor, teslim olmak, bırakmak.
Tüm bunları yazarken bir kere
daha farkına varıyorum sorunumu(zu)n, düşünmek! O kadar çok düşünüyoruz ki
yaşamaya vakit kalmıyor düşünmekten.
Şimdi biri bana söylesin, 7 ay yeterli mi tüm bu soruları cevaplamaya? Ya da, soru neydi ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder