Kendi kendinize dans eder misiniz? Çocukluğumdan beri
bayılırım ayna karşısına geçip dans etmeye. Bu dans aşkı müziği çok sevmemden kaynaklanıyor
kesin; duyar duymaz kıpırdamaya başlar bedenim. Önce ritim tutma, el şaklatma,
sonra hafif sallantılar derken bir bakmışsınız Serap kopup gitmiş, döktürüyor.
Her şeyin bir yeri ve zamanı vardır değil mi; dışarı çıktınız diskoya gittiniz
diyelim (Sahi, disko kaldı mı?) ya da düğüne, kimse dans etmenizi yadırgamıyor
zira buralar dans etmenizin beklendiği yerler zaten. Benim içinse böyle yerlere
gitme zorunluluğu yok hiç dans etmek için. Parkta yürüyorum diyelim; radyoda
çok sevdiğim bir şarkı denk gelirse durup dans etmeye başlarım olduğum yerde;
millet bakacakmış, deli zannedecekmiş umurum olmaz. Kurumsal şirkette çalışırken
ofisimiz açıktı, benim olduğum tarafta 15 kişi falan vardı herhalde.
Kulaklığımı taktığım an başka âlemlere göç edip oturduğum yerde dans ettiğimden
arkadaşlar merakla sorardı hep ne dinliyorsun bu kadar diye. 40 yaşına geldim,
değişmedi bu ayna karşısında dans etme geleneği.
İşte bu sabahta dans ederek vücudumdaki enerji fazlalığını atarken
(Millet varlığını sürdürecek enerji bulamıyor, ne enerji fazlalığı diye merak
edenler, bakınız: yoganın faydaları) saçlarımı toplayınca aynada kulaklarıma takıldı
gözlerim. Birden çok güzel gözüktüler gözüme, inanılmaz bir mutluluk kapladı
içimi. Şimdi ne var bunda diye merak edebilirsiniz, anlatayım.
Uzun yıllar vücudumun pek çok yerini beğenmedim ben. Boyum
kısaydı, bacaklarım çarpıktı, kalçalarım genişti, burnum büyüktü ama en
önemlisi kulaklarımdı, kulaklarım kepçeydi. Boyum kısa diye ameliyat olup
boyumu uzatma hayalleri kurdum yıllarca. Ameliyatın çok acılı olduğunu ve ancak
2-3cm gibi bir fark yaratacağını okumuştum bir yerde ama razıydım, yeter ki
boyum uzasındı. Lisede çocuğun biri bacaklarımın çarpık olduğunu söyledikten
sonra okul dışında etek giymeyi bıraktım, yıllarca sadece pantolon giydim. Yine
lisede biri defterimin arasına “patlıcan burunlu kız” diye başlayan bir not
bıraktıktan sonra burnumdan nefret ettim. Yıllar geçip bana aşık olan bir adam
özellikle burnumu sevdiğini söyledikten sonra biraz ısınır gibi oldum burnuma
ancak. Kulaklarımın büyüklüğüyle daha önce dalga geçilmiş olacak ki (sanırım
ilkokul) onu atlatamadım. Saçlarım her zaman açıktır benim bu sebeple, nerdeyse
hiç toplamam. Toplarsam da saçlarımla örterim muhakkak. Pasaport, vize gibi
işlemler için fotoğraf çektirmeyi hiç sevmem, kulakların açıkta olma
zorunluluğu var diye. Hatta bir keresinde fotoğrafçıyla tartışmıştık; saçlarımı
kulaklarımı kapayacak şekilde toplamıştım, fotoğrafçı fotoğrafın bu şekilde
kabul edilmeyeceğini söyleyerek kulaklarımı açmamı söylemişti, “Kabul edilip
edilmeyeceği sizi ilgilendirmez, işinizi yapın!” diyerek reddetmiştim. Kapıdan
dönüp tekrar fotoğraf çektirme riskini almıştım, yeter ki kimse görmesin
kulaklarımı!
İşte böyle yıllarca utanmışken kulaklarımdan bugün aynada
görünce ilk kez sevdim kulaklarımı, ne kadar da güzeldiler. Belki kepçe
oldukları için müzik kulağım vardı ve kulağım iyi olduğu için yabancı dillere
meraklıydım. Yabancı bir dil konuşabilmem sebebiyle yabancı ülkelere seyahat
edebilmiş, bizimkine hiç benzemeyen kültürden insanlarla tanışmış ve arkadaş
olmuştum. Arkadaş olduğum bu insanlar sebebiyle dünyaya değişik pencerelerden
bakabiliyordum. Belki de “kepçe kulak” olmak o kadar da kötü bir şey değildi.
Basit birkaç sözcüğün hayatımızı bu derece etkilemesi
inanılmaz. Peki, nasıl oluyor bu? Kim olduğumuzdan habersiz olduğumuz yıllar
boyunca insanların bizim için söylediği her şeye inanıyor, onların bizim hakkımızdaki
düşüncelerinden oluşan bir kimlik yaratıyoruz kendimize. Hele bir de temelde “Olduğum
halimle sevilebilir biri değilim.” gibi yanlış bir düşünceye sahipsek
insanların bizi sevip kabul etmesi için değişmek, onların istedikleri gibi biri
olabilmek için çırpınıp duruyoruz. Bu elbette ilk olarak ailede başlıyor; uslu
kız ol, ağlayınca çok çirkin oluyorsun, çirkin kızları kimse sevmez, çalışkan
ol; bak Tayfun’un notları nasıl yüksek, bak Özlem senin gibi yapıyor mu hiç?,
herkesin içinde gülme, ayıp!, ne kadar da beceriksizsin. Duyduğumuz her şey
kaydediliyor ve biz bu kayıttan “olmamız gereken kişi”nin kalıbını çıkarıp o
kalıbı doldurmak için didinip duruyoruz yıllarca. Ta ki; hayatımızda o kalıbı kıracak sarsıntı
(Hastalık, ölüm, boşanma, iflas etme gibi) yaşanana kadar. Sonrasında sorgulama
başlıyor; kimim ben?
Ben bedenim değilim. Daha önceden bunun farkında mıydım
bilmiyorum ama yoga yapmaya başladıktan sonra bunu net olarak kavradım. Yine
bedenimi tanımam ve sevmem yoga sayesinde oldu. (Dün yoga yaparken ayak
parmağımla burnumu sevdim, ayak parmağımı öptüm, gülmeyin.) Kendime ilk kez yoga yaparken sarıldım,
sarılırken ağladım çok, gerçekleşmesi uzun sürmüş bir kucaklaşma ve kavuşmaydı
bu. Seni seviyorum dedim, omuzlarımdan öptüm. Kendini sevmek ne demekmiş yoga
yapmaya başladıktan sonra anladım. Başkaları benim için ne derse desin, kim
olduğumu yaptığım her pratiğin sonrasında oturduğumda bildim, orda kim olduğuma
dair hiçbir şüphe yoktu hep tamdım, BİRdim.
Bugün bir utanç daha tarihe karıştı, kepçe kulaklarım, sizi
çok seviyorum. Beden bize verilmiş bir hediye; bu düzlemde var olabilmemiz için
bir araç ve şekli şemali nasıl olursa olsun her haliyle mükemmel. Toprak olup
gideceği güne kadar da bize emanet, ona iyi bakmak boynumuzun borcu.
Bir daha sefere aynaya baktığında beğenmediğin bir yer
görürsen o yeri sevdiğini söyle, olduğun halinle mükemmelsin çünkü. Ve unutma,
sen bedenin değilsin.