14 Mayıs 2021

En Şanslı Gün - Akshaya Tritiya


Bugün Vedik Astroloji’ye göre 2021 yılının en şanslı günü Akshaya Tritiya. Hint kültürünü çok sevmemin sebeplerinden biri her günü bir şekilde özel kılması. Hindistan’a  gidenler  bilir; orda her gün bir kutlama, bir festivaldir.  Yolda yürürken, pazarda alışveriş yaparken bir bakmışsınız ziller, davullar çalmaya başlamış, insanlar dans ediyor, nehirlerde pujalar yapılıyor. Aynı şekilde orda her şey kutsaldır; inekler, fareler, maymunlar, ağaçlar, bitkiler, nehirler, dağlar... Hayatı yaşamak için daha neşeli bir yol düşünemiyorum; her anı bir kutlama halinde yaşamak. Jai !

Ne diyorduk; en şanslı gün. Deniliyor ki; bugün Ganj nehrinin Shiva’nın saçlarıyla yeryüzüne indiği günmüş. Pek hoş.

En şanslı günde ne yapmak istersiniz? Dilekler?

Covid  dünyamıza uğradığından beri  çoğu insanın iş yaşamı sekteye uğradığından  günlerin pek bir önemi kalmadı sanki, öyle ya; doğada Pazartesi yok! Ben bunu covidten daha önce kavradığımdan sendromlu Pazartesilerime veda edeli  biraz olmuştu zaten. Ancak bir şeyi bireysel ölçekte deneyimlemekle toplumsal  hatta küresel ölçekte deneyimlemek aynı değil elbette. Milyonlarca insan tişört pijama, hafta içiymiş hafta sonuymuş aldırmadan yaşayıp gidiyoruz şimdilerde. Bayrammış filan umurumuz değil.

Kaçınılmaz olarak günler birbirinin aynı olduğunda kendimizi nasıl hissediyoruz? Sokağa çıkmak yasak olduğundan netten aldığımız yüzüncü elbiseyi giyemediğimizde? Gidecek bir işimiz olmadığında biz kimiz? Son dizi izlendikten, son video oyunu oynandıktan, son yemek siparişi verildikten sonra ne yapacağız?

Geçen gün biri dedi ki; “Hiç bir şeyi yarına bırakmak istemiyorum; yarın ne olacağımız belli değil!”  Şaşırdım baya; daha önce belliydi de haberim mi yoktu? İşte böyle böyle, zorla da olsa uyanıyoruz  geçiciliğimize, hayatın belirsizliğine.

Ortak uyanışların yanında kişisel uyanışlar da oluyor elbette.  Geçen yıldan beri “Dünyada çok fazla acı var!” diye dolanıyorum ortalıklarda.  Bunu bilmiyor değildim elbette, doğalı beri etrafımdaydı bu acı ancak ilk kez kalbimde, hücrelerimde hissediyorum bu acıyı. “İnsan olmak acılı bir deneyim.” Cümlesi beliriyor sık sık zihnimde.  Sağım solum acı hep.

Yeni ay sabahı meditasyonda otururken yine dünyanın acısı çöreklendi yüreğime; insanın insana ettiği zulüm,  yerinden yurdundan edilen, aşağılanan insanlar, dini, ırkı yüzünden hor görülenler , insanca yaşayabilmek uğruna hükümetin aldığı kararları protesto için sokaklara dökülenler. Dünya koca bir yangın yeri, her yerinden acı fışkırıyor. Gözlerimden yaşların akmaya başlamasıyla beraber muazzam bir şefkat yayıldı içime sonra. Ah dedim, insan olma deneyimi bu işte , hissedebilen bir canlı olmak böyle bir şey, tam da bunun için burda değil miyiz?

Sorun acının varlığı değil,  acının varlığını kabul etmeye dair gösterdiğimiz direnç bence. Zenginler parasını fakirlerle bölüşse, ülkeler başka ülkelerle savaşmayı bıraksa, doğaya zarar vermesek, dünya harika bir yer, hayat bayram olsa dilekleriyle  üstesinden gelinebilecek bir şey değil  bu acı; dünyanın temelinde, insanın mayasında var. Acıyı kabul ediyoruz acı var ama asıl soru şu sanki; biz bu acıyla ne yapıyoruz? Yüreğimizdeki  bu acıyı derinden hissetmeden bu acıyı dindirmek için bir şey yapmamıza  imkan yok. Acı olmadan şefkat gelmiyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; yılın en şanslı gününde acı acı diye içimizi kararttın. Bekleyin biraz. Siz şansı piyangodan bilmem kaç milyon kazanmak olarak mı tanımlıyorsunuz? Ya da dilekleriniz şuyum olsun buna da sahip olayım gibi şeyler mi? Ancak ...... olduğunda mı mutlu olabilirsiniz? Bir daha düşünün. Tüm dilekleriniz gerçek olduğunda kim olacağınızı düşünün.

Belki  şu anda çok sıkılıyor, kapana sıkışmış hissediyorsun, belki maddi zorluklar içindesin, belki çok sevdiğin bir yakınını kaybettin ve onsuz yaşam düşüncesi içini yakıyor. Şu an insan olmanın her halini deneyimleyen güzel  insan kardeşim; bu yazıyı okuyorsan bil ki yalnız değilsin. Hissettiklerinde yanlış olan bir şey yok. İyi hissetmek için kendini  zorlamak zorunda değilsin. Biz insan kardeşlerin de aynı senin gibi hissediyoruz, acını paylaşıyor, seni seviyoruz.

Sonra, hiç bir gün diğerinin aynı değil sadece güne bakan gözlerin tozlanmış azıcık, üfleyiver tozları. Hangi gün olduğunu bilmesen de olur ama gün ne zaman doğuyor ne zaman batıyor bir bak, o zaman biraz daha kolaylıkla akacak zaman.  Biraz hareket et, silkelen, titre ve kendine gel, ister yoga ister dans ne seviyorsan artık. Biraz kuş dinle, ağaç izle balkondan ya da camdan. Bak çiçekler şikayet ediyor mu hiç covid filan diye.

Unutma, bugün en şanslı gün, yarın da, ondan sonraki günde. Bugün bayram, yarın da, ondan sonraki günde. Eline kalbine koy, nefes al, nefes ver. Öyle ya da böyle, burdayız işte. Madem gelmiş bulunduk, keyfini çıkaralım biz de.

Yalnız değilsin, hep seviliyor çok destekleniyorsun.

Tüm bunlara rağmen hala sıkılmaya devam ediyorsan da,  ananemin deyimiyle; "Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz."

En şanslı günün kutlu, mutlu olsun.

 

 

17 Nisan 2020

Corona Günlükleri 8 - Sevgili Bahar



Sevgili Bahar

Görüyorum ki  gelmişsin

Sen geldin ama biz başka yerdeyiz bu bahar

Evdeyiz!

Evim temellerinden sarsılmakta, göz gözü görmüyor toz topraktan

Yıllardır farkında olmadan giydiğim maviler derman olmuyor boğazımdaki yumruya artık

Direniyorum teslim olmaktan başka çarem olmadığını bile bile

Son bir umut, tutunmak için eskinin tanıdıklığına

Ama nafile; yıkılıyor her şey gözümün önünde, hem de gümbür gümbür

Yerle bir olunca her yer , hatırlıyorum yeri

Toprak hani bildin mi, ANA, her şeyin doğduğu yer

Benden öncekiler dikiliyor karşıma

Yok diyorlar öyle ezip geçmek bizi

Halimizi hatırımızı sormadan yürüyemezsin bu yolda

Tamam diyorum, söyleyin o zaman, nasıl gidilir bu yoldan?

Onu ancak sen bilirsin diyorlar, herkesin yolu kendine

Ancak biraz ölüm fena olmaz başlamadan önce

Ah diyorum, ne çok yatırım yaptım ”ben” dediğim o şeye, nasıl öldürürüm onu şimdi?

Alışkanlıktan başla diyorlar, o gitsin ki,  heyeCAN  gelsin yerine

Tazelensin hayat yeniyle...

8 Nisan 2020

Corona Günlükleri 7 - Süper Dolunay


Bugün Terazi’de dolunay, hem de süper dolunay .(Dünyaya daha yakın ve %30 daha büyük).

Sabahları  5.30 gibi kalkıp sadhanama  başlıyorum normalde . Bu sabah da  dolunayın gerçekleştiği saatte (5.35) uyandım  ancak yataktan kalkmadım. (Dolunay ve yeni ay günleri  yoga yapmıyorum.) Aslında kalkıp meditasyon yapabilirdim ama uyku kollarına çekti. (Neden bilmiyorum, erken yatmıştım dün gece halbuki.) Gözümü açar açmaz bu sabah dolunay dedim ve  şu an ne olduğunu net olarak hatırlamadığım bir şeyi bırakmaya niyet ettim. Ben şu an ne olduğunu hatırlamasamda niyetim çok net ve belirgindi o an. Sonra tatlı bir uykunun derinliklerine daldım. (Bir kere uyandıktan sonra uyumaya devam edemem halbuki.)

Gözümü tekrar açtığımda saat 7.00 olmuştu. Bir şeyler okudum biraz. Sabahın körü olmasına rağmen film izlemek için dayanılmaz bir istek duydum. “Arrival” diye bir film seçtim. İzlemeye başladım. Filmde uzaylılar dünyanın 12 yerine kapsülleriyle iniş yapıyorlar ve Amerikalı dil uzmanı kahramanımız onlarla iletişim kurmaya çalışıyor. 18 saatlik aralıklarla kapsüle gide gele aralarında bir dil geliştiriyorlar. Bu kısmı bile benim için yeterince ilginçken uzmanımız sembollerin anlamlarını rüyalarında çözmeye başlıyor. Sonra onların aslında rüya olmadığı, gelecekteki yaşantısından kesitler olduğu ortaya çıkıyor. Tüm bunları izlerken  zamanın doğrusal olmadığıyla ilgili bir şeyler öyle bir yerine oturuyor ki; birden her şey anlamını yitiriyor. Şu an yaşadığımız hayatın gerçekliğinden şüpheye düşüyorum. Sanki bir simülasyonun içindeyiz hepimiz, bir filmdeymişçesine rollerimizi oynuyoruz.

Bu virüs hadisesi çıkalı beri en farkında olmayanımız bile uyanmaya başladı ya artık hepimiz BİRiz ve BİRlikte hareket etmediğimiz sürece çıkmayacağız bu batağın içinden filmdeki uzaylıların vermeye çalıştığı mesaj da bu; kapsülün iniş yaptığı dünyanın değişik yerlerindeki 12 ülkenin beraber hareket etmesi gerekiyor. Tövbe bismillah!

Zamanda kayma yaşanmışcasına garip hallere girmiş banyonun paspasına manasız gözlerle bakarken dışardan müthiş bir gürültü geliyor. Balkona çıkıyorum. Nerdeyse 2 aydır boş duran karşımdaki apartmanın  tepesine bir iş makinesi konmamış mı kuş misali? Görüntü pek bir sürreal geliyor. Ah diyorum, nasıl da manidar zamanlama, tam da dolunay vakti!

Odaya geri dönüp filmi izlemeye devam ediyorum. Telefon çalıyor; arayan komşum. Rahatsız olduysan bize gel diyor. Neyden rahatsız olduysam diyorum. Sesten diyor. Ne sesi diyorum. Öyle dememle beraber binanın tepesindeki iş makinesinin yıktığı apartmandan gelen seslerin farkına varıyorum. Dışarda kıyamet kopuyor, ben filme kendimi öyle kaptırmışım ki hiç bir şey duymuyorum :D Komşuma ben artık dış koşullardan etkilenmeyi bıraktım deyip şaka yapıyorum.

Film bitiyor. Telefon yine çalıyor. 6 aydır sürüp giden bir mevzu var. Ne zaman bitti artık desem canlanıp karşıma çıkıyor. Son 1 haftadırsa gelen her telefonla ne çıkacağını asla tahmin edemeyeceğim şekilde kötüye gidiyor durum sanki. O yüzden korkarak bakıyorum telefona, açmasam mı acaba? Açıyorum. Tamam diyor telefondaki, sorun çözüldü. Derin bir OHHH çekiyorum. Konu öyle saçma ki! Yine de mutluyum kaybettiğim eşeğimi bulduğum için. Sen çok yaşa emi dolunay.

Coronoya müteşekkir olduğum pek çok konu var. Kendimle ilgili olanlardan en önemlisi her şeyi mükemmel yapma çabama son vermiş olması. Dün canlı yayından evvel kafamın içindeki ses yine “Acaba görüntü iyi olacak mı, ses yeterince çıkacak mı, yayın kesilir mi?”  diye vır vır konuşurken sese “Olmazsa ne olur yani?” diye sordum. “Ben bu işi acaba birine faydası dokunur mu diyerek yapıyorum, elimdeki imkanlarla da yapabildiğim bu kadar. Önemli olan niyet, gerisinin önemi yok.” diye devam ettim. Baktım çıt yok.

Bugün şehir dışına taşındığı için uzun süredir görüşmediğim öğrencilerden biri yazmış; yayın çok güzeldi, evde gibiydiniz diye. OHHHHH be.

Benim dolunay işte böyle; seninki nasıl gidiyor?

1 Nisan 2020

Corona Günlükleri 6 – Doğum



Dün ilk canlı yayınımı yaptım; insanlık için küçük benim için dev bir adım. Kolay olmadı çünkü ben defalarca kolay olmayacağını düşünmüş ve dile getirmiştim. Deneyimlediğimiz hayat kafamızda dönüp duran düşüncelerin somutlaşmış hali. Her gün çoğunun farkında olmadığımız binlerce düşünce geçiyor zihnimizden ve bunların çoğu da aynı düşünceler. Bunu durmaksızın dönen bir plak gibi düşünün; biz iğneyi kaldırmadıkça aynı şarkı dönüp duruyor. (Meditasyon bu iğneyi kaldırma çalışması, bundan başka bir yazıda bahsederiz.) Bu sebeple; neyi çok tekrar edersek o hayatımızın gerçekliği oluyor. Kendimize bir şeyi yapabileceğimizi söylediğimizde  yapabiliyoruz, aksini tekrar ettiğimizde işi zorlaştırıyoruz. Kolay olmasa da, ilan ettiğimiz şekilde Antalya Yoga hesabından olmasa da canlı yayın gerçekleşti. Olaydan aldığım ders cebimde, canlı yayın tamam. Teknolojiyi seviyorum. (Artık canlı yayın düşünsün!)

Dün canlı yayında ki derste kelebek pozunu anlatırken içinde bulunduğumuz durumu kastederek; hepimiz bir kozanın içindeyiz şu anda dedim. Bu cümle sabah ki meditasyonumda ziyaret etti beni yine; kozanın içindeki kelebekleriz hepimiz.

Evdeyiz; her zaman olmasa da eskisinden daha fazla. Durduk; çeşitli nedenlerle tam olarak duramayanlar da yavaşladı en azından. Korunaklı bir ortamda beklemedeyiz.
Bu dünyaya annemiz vasıtasıyla geliyoruz; başkasının bedeniyle. Onun rahminde geçirdiğimiz 9 ay süresince dünyanın nasıl bir yer olduğuyla ilgili sinyaller alıyoruz. Annemiz korku ve stres içindeyse dünyanın güvenli bir yer olmadığını hissederek doğuyoruz. Annemiz planlamadığı ve hazır hissetmediği bir hamilelik yaşıyorsa dünyada istenmediğimiz hissiyle doğuyoruz.

Dünyaya geldikten sonra annemizin (Ya da bize bakım veren kimsenin) bize karşı davranışlardan nasıl biri olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Sevilebilir biri miyiz? Onun bizimle kurduğu ilişkiden (Ne yaparsak bizi seviyor?) davranış kalıpları geliştiriyoruz.
Okul zamanı geliyor. Bu sefer öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın bize davranışlarına göre yeni davranış şekilleri geliştiriyoruz. Sonra iş, komşular, toplum derken kendimiz dışındaki herkesin sözleri ve davranışlarından bir KİMlik oluşturuyoruz kendimize ve o KİMliğe BEN diyoruz.

Hayatta sormamız gereken çok önemli bir soru var ve biz o soruyu sorana kadar hayatı gerçek manada yaşayamıyoruz. Nefes alıyoruz, sürekli bir şeyler yapıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz. Hayat otomatik pilottan çıkmamız için bize sürekli sinyaller gönderiyor ama biz çok meşgul olduğumuzdan görmüyoruz, duymuyoruz, ta ki; uçak yere çakılana kadar. Sonra soruyu hatırlıyoruz; BEN KİMİM?

Geçen gün nasılsın diye sorduğum biri ben kendimi sorgulamazdım, kendimi sorguluyorum dedi. Kendini sorgulama hayatın en önemli parçası bence. Bu sorgulama geçmişte yapmış olduğumuz ve artık değiştiremeyeceğimiz şeyler için kendini eleştirme, yargılama, suçlama değil kesinlikle, yanlış anlaşılmasın. Bu en temel seviyede, ben dediğimiz şeyi ben olmayan şeylerden ayrıştırarak BENlik idrakine varmak. Ben yaşım değilim, ben mesleğim değilim, ben düşüncelerim değilim, ben duygularım değilim, ben bedenim değilim.

Asıl doğum annemizin bizi dünyaya getirdiği zaman değil, kim olduğumuzun farkına vardığımız zaman.

Doğum kolay iş değil ağrılı, sancılı bir süreç. Doğum sancısı çeken anneye kızıp bağırır mısın? Şu anda kendini yeniden doğuruyorsun; zorlanıyorsan endişelenme, üzülme, şefkat göster kendine. Kendine sor, zamanı geldiğinde o kozadan nasıl bir kelebek olarak çıkmak istiyorsun?

29 Mart 2020

Corona Günlükleri 5 – Pazar



Balkondan bildiriyorum.

Bu sabah güneş gökyüzünü muhteşem renklere boyayarak doğdu. Çiçek açmış kayısı ağacı yeşermeye başladı. Antalya'nın en sevdiğim zamanları başlıyor. Burada tüm caddeler turunç ağaçları ile doludur. Şehre yeni gelenler bunları portakal zannederek pek bir heyecanlanır, toplamaya çalışırlar hemen. Turuncun acı tadını alınca da hayalleri yıkılır. Her yıl Nisan'a doğru bu ağaçlar çiçek açmaya başlar ve şehri dayanılmaz bir koku sarar, tatlı ve baygın. Sokaklarda yürürken şehrin orta yerinde olmama rağmen sanki doğa beni kucaklıyormuş hissine kapılırım bu koku sayesinde. Bu yıl sokaklarda özgürce yürüyemiyoruz ama napalım, başka bahara artık. (Varsa şayet yaşanacak bir baharımız daha).

İşte bu sabah, apartmanın bahçesindeki turunç ağacından gelen koku beni kendimden geçirince yaşasın dedim, bahar geldi. Tüm mevsimleri seviyorum ama ilkbaharın yeri başka. Doğadaki uyanış beni büyülüyor. Tüm kış toprak altında uyuyan tohumlar, filizlenmeye, yeşermeye başlıyor. Cansız gibi duran bir formdan capcanlı bir şey meydana çıkıyor. Bu bana içimizdeki potansiyeli hatırlatıyor her seferinde.

Kuş dilini çözmek üzereyim. Psikologlar demiş ya; bu dönemde hayvanlarla konuşmanız normal, onlar sizinle konuşmaya başlarsa sorun diye, kuşlar benimle konuşur mu bilmem ama ben onları anlamaya başlıyormuş gibi hissediyorum. Zaten anlaşmak için ille de konuşmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Terk edilmiş apartmanın yanındaki apartmanın 3.katında bembeyaz bir kedi vardı bu sabah pencereden dışarıya bakan. Hali pek bir hüzünlü göründü gözüme; sanki dışarı çıkmak istiyormuş da çıkamıyormuş gibi.  Onun bir ev kedisi olduğunu hatırladım sonra, dışarı çıkmıyordu ki hiç! (Kendi duygularımızı nasıl da dışarı yansıtıyoruz hemen.) Zaten  bir süre sonra perdeyle oynamaya başlayıp çıldırdı, hüzünlü olduğunu düşündüğüm halinden eser kalmadı.

Sanırım iki yıl kadar önce annemin evinden bir kaç sardunya ve cinsini bilmediğim bir kaç çiçek getirip ekmiştim balkonda duran saksılara. Sardunyalardan biri eker ekmez açmıştı, bugüne kadar bir sürü çiçek verdi. Bu ana kadar hiç açmayan bir tanesinin tomurcuklandığı fark ettim bu sabah ve çok sevindim, ne renk çıkacağını çok merak ediyorum. Uzun süredir kurtarmaya çalıştığım bir tanesi ise ölmek üzere.

Balkonun aynı yerinde duran ve eşit güneş alan, eşit şekilde suladığım bu üç çiçeğin farklı gelişmesinin sebebi neydi? Çiçeklerin iradeleri var mıydı acaba ya da hisleri? Onca yoldan gelip yeni yuvalarına yerleştiklerinde biri “ Yaşasın, yeni bir şehir, üstelik geldiğim yerden çok daha güneşli” deyip rengarenk açmaya mı karar vermişti? Diğeri geldiği yeri yadırgayıp “Dur bakalım, açmaya değecek mi?” diyerek kendini korumaya mı almıştı? Ve sonuncusu kendini ait hissetmediği bu yerde, memleket hasretiyle çürümeye mi bırakmıştı bedenini?

Dünyada (dışarda) çok fazla şey oluyor, içimde çok fazla şey oluyor. Bir kaç gündür okuduğum ya da duyduğum bir cümlede, izlediğim bir şeyde başlayan kahkahalarım ağlamaya dönüşüyor. Ya da tam tersi , ağlarken gülmeye başlıyorum. Gün içinde farklı farklı haller, duygular beni ziyaret ediyor. Bu gülme ve ağlamaların içimde sıkışmış duyguların dışa vurumu olduğunu bildiğimden endişelenmiyorum, aksine seviniyorum. İçimizde sıkışmış her şeyin bizi zehirlediğini bildiğimden onlara dışarı çıkmaları için yollar veriyorum. Bedenimdeki sıkışıklık için yoga asana yapıyorum, kalbimdeki sıkışıklık için mantra söylüyorum. Bu ara sürekli Maha Mantra ve Gayatri Mantra söylüyorum, çok ama çok işe yarıyor.

İnsan olmak, böyle bir kırılganlıkla yaşamak nasıl da zor. Kendimizle savaşımız bitmiyor. İçimizdeki savaş bitmedikçe dışardaki savaş da bitmiyor. Kendimize ettiğimiz zulmü  fark etmedikçe doğaya, başka insanlara zulmediyoruz. İçimizdeki acıyı görmekten kaçtıkça duyu tatminine veriyoruz kendimizi; yiyoruz, içiyoruz, seks yapıyoruz, film izliyoruz, alış veriş yapıyoruz. Bunları yapınca  biraz iyi hissetsekte günün sonunda fark ediyoruz ki olmuyor, içimizdeki o boşluk bir türlü dolmuyor.

Kendimize söylediğimiz yalanların sonu gelmiyor. En büyük yalanlardan biri sevgiyi hak etmemiz gerektiği. Sevgiyi hak etmek için deliler gibi uğraşıyoruz; okuyoruz, öğreniyoruz, başarılı, faydalı, üretken olmaya çalışıyoruz, sevilmek için sınırlarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz, olmadığımız biri gibi davranıyoruz, yeter ki herkes bizi sevsin. Ama olmuyor, kimse kendini sevemediğinden başkasını sevemiyor. Kendimizi kabul edemediğimizden kimseleri kabul edemiyoruz. Ben evde oturuyorum, sen niye dışarı çıkıyorsun diye bağırıyoruz avaz avaz. Öyle yapma böyle yap diyoruz çünkü en doğrusunu biz biliyoruz.

Halbuki seviliyoruz hiç bir şey yapmadan da, sadece var olduğumuz için. Yaratan sevgiyse aksi nasıl mümkün olabilir ki? Yaratan her şeyiyle bütün ve eksiksizse biz nasıl farklı olabiliriz?

Ev  -şu an  içinde çokça sıkışmış  hissettiğimiz- dört duvardan oluşan bir yer değil. Ev, içinde bulunduğumuz bu beden değil. (Şu an öyle gibi görünebilir ama bu kısa bir süreliğine böyle.)
Ev gözünü kapadığında gittiğin, bağlantıda, BİR hissettiğin o yer, her daim huzurlu, sonsuz mutluluk içinde. Sat Chit Ananda

Şu anda ev bizi çağırıyor...

27 Mart 2020

Corona Günlükleri 4 – Kriz

Dün bir sürü arkadaşımla konuştum.

Corona hadisesi arkadaşlarımdan birini Mısır Seyahati sırasında bulmuş. Türkiye’ye zorlukla dönebilmiş ve Sivas'taki bir yurtta 14 günlük karantinaya alınmış. Yurtta binlerce kişiymişler. Test hala yapılmadığı için pozitif olup olmadığını bilmiyor.

Yıllardır Tayland’ta yaşayan ve turizm sektöründe çalışan bir arkadaşım bölümünde çalışan herkesi eve göndermek zorunda kalmış. (Ücretsiz izin) Kendisi evden çalışıyor ve iptal olan rezervasyonlarla ilgili otellerle görüşüyormuş tüm gün.

Dubai’de turizm sektöründe çalışan başka bir arkadaşım da evdeymiş. Böyle giderse bizim burdaki bölümü kapatırlar, 2 aya Türkiye’ye dönmüş olurum dedi.

Seyahat etmeyi  ve konuşmayı çok seven Hintli bir arkadaşım Hindistan’da sokağa çıkma yasağı ilan edilince depresyona girmiş. İzole olmak zorladığı için kendini alkole vermiş.

Hindistan’da seyahat eden Kanadalı bir arkadaşım sokağa çıkma yasağı öncesi  son dakika zorlukla bir yer bulabilmiş kendine. (Mekan sahipleri yabancıları kabul etmek istemiyormuş.)

Hindistan’da ashramda kalan Macar bir arkadaşım toplu dua etmenin yasaklandığını söyledi. Maksimum 5 kişilik gruplar halinde (Sadece ashramda kalanlar, dışardan kimse kabul edilmiyor.) aralarındaki mesafeyi  koruyarak dua ediyorlarmış.

Kelimenin tam anlamıyla DURMAKSIZIN çalışan  bir arkadaşım evde durma denemeleri yapıyor.  Artık çok daha sık iletişimdeyiz birbirimizle.

Hangi milletten olursak olalım ve dünyanın neresinde bulunursak bulunalım bir deneyimden geçiyoruz şu anda. Her birimizin deneyimi bilinç seviyemize ve yaşam tarzımıza göre ufak tefek farklılıklar gösterse de oldukça ortak bir yanı var bu deneyimin; hiç birimiz BİLMİYORUZ.  Bir şeyler oluyor; izliyoruz, okuyoruz ama o şeyin neden olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bu şeyin önümüzde nasıl bir yol açacağını da bilmiyoruz. Tam bir “Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim.” durumu içerisindeyiz.

Bunları düşünürken neden bilmem, yıllar önce yaşadığım  bir kriz geldi hatırıma. İşimi bırakma kararımın ardından Amerika’ya gitmiştim. Düşününce; aslında kriz yola çıkmamla başlamıştı sanırım.  15 Temmuz 2016 da uçağımın kalkmasından 2 saat sonra Türkiye’de darbe olmuştu. Gelişimin görkemli olması gibi Yeni Dünya’dan ayrılışım da muhteşem olmuştu. Önce kredi kartıyla ilgili bir sorun yüzünden uçağa kabul edilmemiş, uçak gözlerimin önünde kalkıp gitmişti. O gece Dallas’ta mahsur kalmış,  ertesi gün parası ödenmiş olmasına rağmen yeni bir bilet daha almak zorunda kalmıştım uçağa binmek için. Uçakta biri kalp krizi geçirince Oslo’ya iniş yapmak zorunda kaldığımızdan Doha’daki aktarmamı kaçırmıştım. Hava alanında geçen saatler sonunda  tam yeni bir uçağa binmek üzereyken dönüş biletim olmadığı için beni uçağa alamayacaklarını söylemişlerdi. Amerika bana gitme mi diyordu, Hindistan gelme mi diyordu bilmiyorum :D Kabus gibi geçen 2 günden sonra  güç bela ulaştığım Hindistan’da Rishikesh’e otobüs bulamadığım için Delhi’de mahsur kalmıştım bu sefer .

Konu çok uzadı, bahsedeceğim kriz bu değildi.  Rishikesh’e ulaştıktan sonra yoga eğitmenlik  kursuna başlamıştım. Aylarca Amerika’da kaldıktan sonra Hindistan’a , eğitimdeki  müthiş yoğun programa alışmaya çalışırken bir sabah uyandık ki  ne öğrenelim,  Hindistan hükümeti 500 ve 1000 rupilik banknotları tedavülden kaldırmış! Kurs ücretimi ödemek için yüklü miktarda para çekmiş olduğumdan elimde 500 ve 1000 lik banknotlardan oluşan binlerce rupi vardı. Banknotların belirli miktarda olmak üzere bankalardan değiştirileceği söylendi. Herkes bankalara koştu doğal olarak. Ucu bucağı görünmeyen kuyruklarda saatlerce bekleyip sıra geldiğinde öğrendik ki; tek seferde 2000 rupi değiştirilebiliyor  ve bir bankada birden fazla kere değiştirme yapılmıyor. Rishikesh banka sayısı belirli küçük bir kasaba. Halk sabah erkenden bankaya koşup sıraya giriyor.  Biz dersten çıkıp kuyruğa giriyoruz, iki saat bekliyoruz, bize sıra gelene kadar bankada para çoktan bitmiş oluyor. Bankamatiklerde de 2000 rupi sınırı var ve para konulur konulmaz bittiğinden yeni para  çekilemiyor. Bakkallar, alışveriş yaptığımız yerler eski para kabul etmiyor. (O döneme ait detayları "Burası Hindistan" yazımdan okuyabilirsiniz.)

Kriz anları verdiğimiz kararlar gerçekten önemli. Aldığım eğitime konaklama ve yemek dahil olduğundan ben nispeten şanslıydım. Okulla konuşarak ödemeyi belli bir komisyon karşılığı kredi kartımdan yaptım önce. Böylece elimde o an kullanamayacak olsam da bir miktar para kaldı. Yavaş yavaş değiştiririm diye düşündüm. Ben ancak bir ya da iki kere değişim yapabilmiştim ki Hindistan Hükümeti bundan böyle sadece Hindistan vatandaşlarının paralarının değiştirileceğini açıkladı. Paralar elimde kalmıştı! Ne yapacağımı bilemiyordum ama panik yapmamaya çalışıyordum.(En azından başımın üstünde bir çatı vardı ve karnım doyuyordu, değil mi?) Tek çözüm parayı Hintli birine vermek gibi görünüyordu. Öğretmenimle konuştum. Böyle bir durumda vaktini ve enerjisini böyle bir şeye harcamak isteyip istemeyeceğinden emin değildim. Neyse ki Hintliler gerçekten çok yardımsever bir millet, kabul etti. Paranın hepsini ona verdim. O da gün be gün, azar azar değiştirip bana verdi.

Sorun çözülür gibi olmuştu ama eğitimin de sonuna gelmiştik. Artık konaklama ve yemek için de paraya ihtiyacım vardı. Elimdeki para 2 hafta idare edecek kadar var yoktu. Ülkedeki para sıkıntısı devam ediyordu, küçücük kasabada para bulunan bankamatik bulmak çok zordu. Başka bir yere mi gitsem, orda kalmaya devam mı etsem karar veremiyordum bir türlü. O sırada  bir  önceki yıl Hindistan seyahatimde konakladığım otelin sahibi "Serap, ülkede para sıkıntısı  var ve devam edecek gibi görünüyor. Artık sertifikanı aldın, buraya gel ve yoga dersi ver, kalacak yer ve yemek için para vermene gerek yok." dedi. Nasıl rahatladım anlatamam. Böylece ülkenin kuzeyinden en batısına gittim ve orda geçirdiğim 40 günün sonunda para sıkıntısı nispeten azalınca seyahatime devam ettim.

Tüm bunlar neden şimdi aklıma geldi bilmiyorum, belki içinde bulunduğumuz ne yapacağını bilememe hali bir çağrışım yarattı.

4 yıl önce yaptığım o yolculuk bana çok ama çok şey öğretti. (O yolculuğa çıkma kararını almak başlı başına ayrı bir konu.) Bu çokluktan birini seç derseniz hiç düşünmeden "Hayata güvenmek ve onunla beraber akmak." derim. Kişisel gelişim  öğretilerinde pek klişe duran bu tanımın anlamını o yolculukta deneyimledim ben. O yolculuğa bakıp gözümü bu ana çevirdiğimde aklıma gelenler;

- O yolculuk gibi hayat ta bir yolculuk ve bu yolcuğun bir sonu var.

- Her türlü sıkıntı gelişim için müthiş bir fırsat. İnsan rahatken kendini geliştirme ihtiyacı duymuyor. Kısıtlı imkanlar, zor durumlar insanın yaratıcılığını güçlendiriyor.

-Kriz anlarında uzun vadeli plan yapmak anlamsız. Koşullar durmaksızın değişiyor. Gelecek belirsizken bugünden başka bir zaman yok. Aceleye gerek yok, tek seferde tek adım. Öncelik günü kurtarmak.

- Hayata güvenmenin hediyesi çok ama çok büyük. Bunu defalarca deneyimledim. Ne zaman endişeye kapılsam, korksam ve o duygularla karar alsam işler hep daha kötüye gitti.  Ne zaman o duyguları biraz aralayıp, sakin bir yerde durup, hayırlısı neyse o olsun desem yaşam aktı. Yardım değişik vesilelerle bana ulaştı.

-Hayat bizden çok büyük. (Ben burda hayat hayat diye bahsediyorum, siz içinizde o çağrışımı yapan, size daha uygun olan bir kelimeyle değiştirebilirsiniz bunu.) Benim hayattan bekleyebileceklerim ve isteyebileceklerim çok sınırlı. Bunu o yolculukta, daha önce hissetmediğim coşkunlukta ve taşkınlıkta duyguları hissedince anladım. Bizim isteklerimiz hep geçmiş yaşantımız doğrultusunda sınırlı, halbuki hayatta sonsuz seçenekler, sonsuz var olma biçimleri mümkün.

-Evren kesinlikle dost canlısı bir yer. (Biz öyle hissetmediğimiz zamanlarda bile öyle.)

-Hayat her zaman bizim yanımızda. Onun müthiş bir kurgusu ve dengesi var. Olan her şeyin ardında müthiş bir zeka ve bizim hesaplayamayacağımız bir matematik var.

-Her şey ama istisnasız her şey geçiyor.

Bu yazdıklarımın dışarda neler oluyor, kadın ne anlatıyor gibi algılanmasını istemem. Biliyorum; insanlar hastalanıyor, ölüyor, yakınlarını kaybediyor . Farkındayım, insanlar  (Ben dahil, tuzum kuru bir yerden yazdığım düşünülmesin.) işlerinden oluyor. Sadece diyorum ki; bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında hiç bir şey. Hayatımızın altı mı iyi üstü mü iyi bilmiyoruz.

Ancak hücrelerime kadar biliyorum ki; zaman yıllardır öğrendiğimiz metotları, teknikleri uygulama zamanı. Yogayı instagramda like almak için öğrenmedik, şimdi yogayı, meditasyonu, pratiği kullanma zamanı.

Korku senaryoları üretip yaymanın kimseye faydası yok, zaman enerjimizi, titreşimimizi yükseltme zamanı. Önümüzde nerden baksak 6 aylık bir süreç var, zaman bu süreci değerlendirme zamanı. O zaman hadi, hep birlikte...

24 Mart 2020

Corona Günlükleri 3


Yeni ayınız kutlu olsun.

Bugün Koç’ta yeni ay. Astrolojik yeni yılın başlangıcı aynı zamanda. Doğa uyanışta.
Balkondan bildiriyorum. Antalya’da müthiş, ışıl ışıl bir gün, hava ılık.  10 gündür evdeyim.  Bu süreç içinde bir kaç kez yiyecek alışverişi için dışarı çıktım, 4 gündür ise evden dışarıya adımımı atmadım. İlk zamanlar her gün batımı yaptığım 1,5 saatlik yürüyüşleri özlesem de kısa sürede alıştım. İnsan evladının müthiş bir uyumlanma kapasitesi var; yeni koşullara hızlı bir şekilde alışıyor.

Balkondan katılıyorum hayata. Bahçede- karşımdaki terk edilmiş binanın önündeki - kayısı ağacı çiçek açtı, yanındaki dut ağacı ise yeşerdi.  Güvercinlerle kanka olduk.  Balkona yiyecek bir şeyler koyuyorum zaman zaman onlar için, koymadığım zaman uyarmaya başladılar artık. Önceden ben balkona çıktığım an uçarlarken benimle kalmaya başladılar. Geldikleri an hoş geldiniz, ne var ne yok diye konuşuyorum, onlar da ötüyor. Geçen gün bir metreden az bir mesafede yan yana oturduk. Her gün aynı güvercinler mi geliyor, yoksa değişiyor mu çok merak ediyorum.

Sabah uyanır uyanmaz nefes çalışması yapıyorum, ardından japa meditasyonu  ve en son asana pratiği. Bunların süreleri nasıl hissettiğime göre değişiyor ama genelde toplamda 1-1,5 saat kadar sürüyor. Matımı odada serili tutuyorum ve vücudumun esnemek istediği her an üzerine geçip bir şeyler yapıyorum.

Tüm bunları yaptıktan sonra  üzerime çöken huzur halini bozmamak için sevdiğim mantraları dinleyerek hazırlıyorum kahvaltımı. Hava güzelse balkonda yiyorum. Kahvemi içerken geceden kapattığım telefonumu açıyorum. Ben yıllardır televizyon izlemiyor, haber  okumuyorum. Corona gündemimiz olduğundan beri günde bir kez vaka sayısı kaç olmuş bakıyorum sadece.

Bunların çoğu gündem değişmeden önce  yaptığım şeyler olsalar da  gerek instagramda geçirdiğim sürenin artması gerekse  arkadaşlarımı ve ailemi daha sık arama isteği duymam böyle bir zamanda bağ kurma, iletişimde olma ihtiyacımın arttığını gösteriyor.

Düzenli biri olmama rağmen temizlik hastası olmadım hiç ve kapı kollarını çamaşır suyuyla silme aşamasında değilim. Kendimce makul ölçülerde ellerimi yıkıyorum. Kolonya baş ucumda duruyor. Alışverişten döndükten sonra bir kaç kez nereye dokundum, oraları yıkayayım, sileyim diye aklımdan geçse de takibinin imkansızlığını fark edince vazgeçtim. Yine de dışarı çıktığımda giydiğim tüm kıyafetleri  eve girer girmez çıkarıp yıkadım ve kendim de yıkandım. “Dışarda bir virüs var ve dokunursak öleceğiz!” paranoyasının virüsün kendisinden çok ama çok daha tehlikeli olduğunu o zaman çok net bir şekilde fark ettim. Bunda böyle bir zamanda izlenmemesi gereken bir film olan “Salgın” filmini izlememin de etkisi var sanırım. Filmde günde binlerce kez  yüzümüze dokunduğumuzu duyduktan sonra yüzüme dokunduğum her anı fark etmeye başlayınca çıldıracak gibi oldum :D

Dün nihayet giysi dolabına el attım kışlık yazlık değişimi için. Kullanmadığım şeyleri ayırdım. Bunu düzenli olarak yaptığım için artık çok az eşya çıkıyor düzenlemelerde, buna seviniyorum. Gerçekten çok fazla şeye ihtiyacımız yok bu hayatta.

Bu hadise meydana gelmeden önce Vedik öğreti ve mantralarla ilgili bir uzaktan eğitim imkanı sunulmuştu bana (Çok şanslıyım gerçekten). Bu eğitim kapsamında bana verilen ödevleri yapmaya başladım. İlk mantra sevdiğim ve söylediğim bir mantra çıktı. Ah, böyle zamanlarda her şey öyle güzel oturuyor ki yerine; ilahi sözler duymak kadar insanın kalbini açan bir şey yok.

Bu dönem rüyalarımda müthiş bir hareketlilik var ve mesaj içerikli rüyalar artmaya başladı. Rüyalarımı yazıyorum.  Onları yıllar sonra okuduğumda o dönemin tablosunu öyle not koyuyorlar ki ortaya. Bilinçaltınızda neler olduğunu merak ediyorsanız rüyalarınızı düzenli yazın.

Yazma isteğim arttı bu dönemde. Gerek buraya gerekse günlüğüme daha fazla yazar oldum ve bu beni çok mutlu ediyor. 

Japa pratiğimi günde ikiye çıkardım. Artık sadece sabahları değil akşamları da japa yapıyorum. Hatha yoga pratiğimde günde iki oluyor bazen.  Dört başı mamur, baştan sona planlı pratiklerden ziyade bedenimin ihtiyacına göre hızı ve süresi değişen pratikler bunlar.

Bu bir “Ben bunları yapıyorum, siz de yapın!” yazısı değil. Bunları yapmak bana iyi geliyor o yüzden yapıyorum.

Evde kalıyorsan tamam, herhangi bir nedenle dışarı çıkıyorsan tamam.

Korku, endişe, panik içindeysen tamam, sakin ve merkezinde hissediyorsan tamam.

Günde bin beş yüz tane canlı yayına katılıyorsan tamam, hiç bir şey yapmadan yayıyorsan tamam.

Kendini yiyeceğe boğduysan tamam, yediklerine dikkat ediyorsan tamam.

Evde her yeri bin beş yüz kere yıkadıysan tamam, evin darmadağınsa tamam.

Evde çocuğunla, ailenle vakit geçirmekten bunalmış, kendi alanını özlüyorsan tamam, onlarla vakit geçirmekten keyif alıyorsan tamam.

Virüsün insanlığı yok etmek için üretildiğine inanıyorsan tamam, bunun doğal olduğunu düşünüyorsan tamam.

Üzülüyorsan, ağlıyorsan, korkuyorsan tamam, kahkahalarla gülüyorsan tamam.

İsyan ediyorsan tamam, kabul ediyorsan tamam.

Dünyanın sonunun geldiğine inanıyorsan tamam, çok daha güzel günler yaşayacağımıza inanıyorsan tamam.

Her şey, hepsi tamam. Hepimiz değişik şekillerde baş ediyoruz stresle. Ne yaptığının önemi yok. Kendini hissetmediğin şekilde hissetmeye zorlama. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan bir insansın sadece.

Hepsi bu.