29 Mart 2020

Corona Günlükleri 5 – Pazar



Balkondan bildiriyorum.

Bu sabah güneş gökyüzünü muhteşem renklere boyayarak doğdu. Çiçek açmış kayısı ağacı yeşermeye başladı. Antalya'nın en sevdiğim zamanları başlıyor. Burada tüm caddeler turunç ağaçları ile doludur. Şehre yeni gelenler bunları portakal zannederek pek bir heyecanlanır, toplamaya çalışırlar hemen. Turuncun acı tadını alınca da hayalleri yıkılır. Her yıl Nisan'a doğru bu ağaçlar çiçek açmaya başlar ve şehri dayanılmaz bir koku sarar, tatlı ve baygın. Sokaklarda yürürken şehrin orta yerinde olmama rağmen sanki doğa beni kucaklıyormuş hissine kapılırım bu koku sayesinde. Bu yıl sokaklarda özgürce yürüyemiyoruz ama napalım, başka bahara artık. (Varsa şayet yaşanacak bir baharımız daha).

İşte bu sabah, apartmanın bahçesindeki turunç ağacından gelen koku beni kendimden geçirince yaşasın dedim, bahar geldi. Tüm mevsimleri seviyorum ama ilkbaharın yeri başka. Doğadaki uyanış beni büyülüyor. Tüm kış toprak altında uyuyan tohumlar, filizlenmeye, yeşermeye başlıyor. Cansız gibi duran bir formdan capcanlı bir şey meydana çıkıyor. Bu bana içimizdeki potansiyeli hatırlatıyor her seferinde.

Kuş dilini çözmek üzereyim. Psikologlar demiş ya; bu dönemde hayvanlarla konuşmanız normal, onlar sizinle konuşmaya başlarsa sorun diye, kuşlar benimle konuşur mu bilmem ama ben onları anlamaya başlıyormuş gibi hissediyorum. Zaten anlaşmak için ille de konuşmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Terk edilmiş apartmanın yanındaki apartmanın 3.katında bembeyaz bir kedi vardı bu sabah pencereden dışarıya bakan. Hali pek bir hüzünlü göründü gözüme; sanki dışarı çıkmak istiyormuş da çıkamıyormuş gibi.  Onun bir ev kedisi olduğunu hatırladım sonra, dışarı çıkmıyordu ki hiç! (Kendi duygularımızı nasıl da dışarı yansıtıyoruz hemen.) Zaten  bir süre sonra perdeyle oynamaya başlayıp çıldırdı, hüzünlü olduğunu düşündüğüm halinden eser kalmadı.

Sanırım iki yıl kadar önce annemin evinden bir kaç sardunya ve cinsini bilmediğim bir kaç çiçek getirip ekmiştim balkonda duran saksılara. Sardunyalardan biri eker ekmez açmıştı, bugüne kadar bir sürü çiçek verdi. Bu ana kadar hiç açmayan bir tanesinin tomurcuklandığı fark ettim bu sabah ve çok sevindim, ne renk çıkacağını çok merak ediyorum. Uzun süredir kurtarmaya çalıştığım bir tanesi ise ölmek üzere.

Balkonun aynı yerinde duran ve eşit güneş alan, eşit şekilde suladığım bu üç çiçeğin farklı gelişmesinin sebebi neydi? Çiçeklerin iradeleri var mıydı acaba ya da hisleri? Onca yoldan gelip yeni yuvalarına yerleştiklerinde biri “ Yaşasın, yeni bir şehir, üstelik geldiğim yerden çok daha güneşli” deyip rengarenk açmaya mı karar vermişti? Diğeri geldiği yeri yadırgayıp “Dur bakalım, açmaya değecek mi?” diyerek kendini korumaya mı almıştı? Ve sonuncusu kendini ait hissetmediği bu yerde, memleket hasretiyle çürümeye mi bırakmıştı bedenini?

Dünyada (dışarda) çok fazla şey oluyor, içimde çok fazla şey oluyor. Bir kaç gündür okuduğum ya da duyduğum bir cümlede, izlediğim bir şeyde başlayan kahkahalarım ağlamaya dönüşüyor. Ya da tam tersi , ağlarken gülmeye başlıyorum. Gün içinde farklı farklı haller, duygular beni ziyaret ediyor. Bu gülme ve ağlamaların içimde sıkışmış duyguların dışa vurumu olduğunu bildiğimden endişelenmiyorum, aksine seviniyorum. İçimizde sıkışmış her şeyin bizi zehirlediğini bildiğimden onlara dışarı çıkmaları için yollar veriyorum. Bedenimdeki sıkışıklık için yoga asana yapıyorum, kalbimdeki sıkışıklık için mantra söylüyorum. Bu ara sürekli Maha Mantra ve Gayatri Mantra söylüyorum, çok ama çok işe yarıyor.

İnsan olmak, böyle bir kırılganlıkla yaşamak nasıl da zor. Kendimizle savaşımız bitmiyor. İçimizdeki savaş bitmedikçe dışardaki savaş da bitmiyor. Kendimize ettiğimiz zulmü  fark etmedikçe doğaya, başka insanlara zulmediyoruz. İçimizdeki acıyı görmekten kaçtıkça duyu tatminine veriyoruz kendimizi; yiyoruz, içiyoruz, seks yapıyoruz, film izliyoruz, alış veriş yapıyoruz. Bunları yapınca  biraz iyi hissetsekte günün sonunda fark ediyoruz ki olmuyor, içimizdeki o boşluk bir türlü dolmuyor.

Kendimize söylediğimiz yalanların sonu gelmiyor. En büyük yalanlardan biri sevgiyi hak etmemiz gerektiği. Sevgiyi hak etmek için deliler gibi uğraşıyoruz; okuyoruz, öğreniyoruz, başarılı, faydalı, üretken olmaya çalışıyoruz, sevilmek için sınırlarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz, olmadığımız biri gibi davranıyoruz, yeter ki herkes bizi sevsin. Ama olmuyor, kimse kendini sevemediğinden başkasını sevemiyor. Kendimizi kabul edemediğimizden kimseleri kabul edemiyoruz. Ben evde oturuyorum, sen niye dışarı çıkıyorsun diye bağırıyoruz avaz avaz. Öyle yapma böyle yap diyoruz çünkü en doğrusunu biz biliyoruz.

Halbuki seviliyoruz hiç bir şey yapmadan da, sadece var olduğumuz için. Yaratan sevgiyse aksi nasıl mümkün olabilir ki? Yaratan her şeyiyle bütün ve eksiksizse biz nasıl farklı olabiliriz?

Ev  -şu an  içinde çokça sıkışmış  hissettiğimiz- dört duvardan oluşan bir yer değil. Ev, içinde bulunduğumuz bu beden değil. (Şu an öyle gibi görünebilir ama bu kısa bir süreliğine böyle.)
Ev gözünü kapadığında gittiğin, bağlantıda, BİR hissettiğin o yer, her daim huzurlu, sonsuz mutluluk içinde. Sat Chit Ananda

Şu anda ev bizi çağırıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder